yıllar önce gümüşhane'de memurum, tek yaşıyordum ve yaz içinde askere gidecektim. evi boşaltayım dedim, eşyaların çoğunu da aldığım spotçuya satacaktım, çağırıp fiyat aldım.
spotçu beni bi güzel kazıkladı önce. mesela televizyonu bana satarken "bunu sattığım paraya alırım, güzel televizyon bu" demesine rağmen yarı fiyata saydı. hadi ona çok şaşırmadım, spotçu sonuçta. çok eşya satan var, çok giden var, ben sana parayı sonra göndereyim dedi (gönderdi baştan yazayım). tabi ben yola çıkıcam, spotçuyu bekleyemedim, evin anahtarını verdim spotçuya, ev sahibine de anlattım durumu. bu arada kendisi aynı zamanda yan komşum, anne-babasıyla birlikte yanımda oturuyor ve binanın altında dükkanı var.
neyse memlekete vardım, askere gittim, spotçudan para gelmedi. sonunda ankesörlüden aradım, bilgilerimi kaybetmişmiş de, parayı gönderememişmiş falan.
sonra ev sahibinden bi haber geldi eve. eşyaları evden çıkarırken spotçu eve-boyalara falan zarar vermiş. bi de dedi sen şofben çalıştırıp elektrik tesisatını yakmışsın... ben seni kaymakamlığa şikayet edicem falan...
spotçuyu aradım. adamın özrü kabahatinden beter, ırkçı. "ben ermeni miyim, yahudi miyim, niye yapayım öyle bişey" dedi. şimdi diyecem "ulan kaç ermeni ile tanıştın, kaç yahudi ile iş yaptın bu güne kadar?" ama laf dalaşına zaman yok. eh başında durmayınca her halt oluyor işte. ev sahibi de ayrı konu, sen neredeydin bunlar olurken? hem ben ordayken elektrik tesisatı gayet de düzgün çalışıyordu!!! ...neyse... orda yaşayan bi arkadaşımı aradım, kontrol ettirdim. evde hasar var gerçekten dedi. kaymakamlıktakiler zaten hemşerileri olan esnaf ev sahibinin tarafındalar. arkadaşım usta buldu, hasarı yaptırdım derken sonuçta eşyaları 600 küsür tl'ye satmıştım, evin tamiratına 800 küsür tl harcadım. spotçuyla ve ev sahibiyle düşman oldum, sıkıntı sahibi oldum. gurbette kazık ve tecrübe sahibi oldum.
iş yaptırırken başında durun, sıkıntısı size kalıyor sonra, bişey de iddia edemiyorsunuz... bi de allah iyilerle karşılaştırsın.
Abim üniversiteyi şehir dışında okudu, ben de arada yanına gidiyorum tabii... halı sahaların da süper popüler olduğu dönemler. ne hikmetse yer yok hiç ve hep gece yarıları oynuyorlar, 2-3 seansı gibi. evde de kalamıyorum tek, tırsıyorum, öğrenci evi, bitli ev işte kapısı falan bir tuhaf tam kapanmıyor. ben de onlarla gidiyorum her seferinde.
bu maçların birinde yine gece yarısı her yer zifiri karanlık, bir tek halı saha gündüz gibi, ışıl ışıl. ben de kenarda tribünde oturuyorum. gözlerim kapanıyor ara ara uyuyorum falan... yine böyle az uyuklarken paat diye kafama bir şey çaktı, ama nasıl bir çarpma, dedim ki eyvah top kafama çaktı sonunda, beyin kanaması geçiriyorum sanki ama nasıl bir acı.
birkaç saniye sonra gözlerimi hafif açtım baktım yanımda yerde benden daha beter durumda bir yarasa. öldü galiba taş kafama çarparak orayı tam bilmiyorum sevgili dostlar; ben orda başımın acısıyla kendime gelmeye çalışırken abim koştu geldi yanıma, merak etti sandım. gördün mü mü çok güzel gol çaktım dedi. hee gördüm gördüm dedim.
çok komik ya da ilginç bir anı değil ama gecenin bu saatinde birden aklıma gelince yazayım dedim;
lise son sınıfım. özel bir üniversite tanıtım günü yapıyor. bizim liseyi de davet etmişler. son sınıf öğrencileri olarak otobüslere doluştuk, kampüse doğru yol almaya başladık. gün boyunca oradayız, tekrar okula dönmeyeceğiz, ders yok yani.
neyse, uzun bir yolculuğun ardından kampüse vardık. kampüsün ortasında; ne yapalım, ne edelim, hangi fakültelere/bölümlere gidelim diye düşünüyoruz öylece. ben diyorum işte şu şu bölümlere mutlaka uğrayalım, şuralara gidelim falan... gel gör ki içimizden bir arkadaş cevval davranıp ''ya yol çok acıktırdı beni, var mı acıkan? atıştıralım bir yerde'' diyor ve tüm sınıf açlık üzerinde hemfikir oluyor. ancak bir sıkıntımız var, burası özel bir üniversite ve yemekhanesine bir girersek paramız yetmez diye düşünüyoruz.
pahalılık konusunda da herkes hemfikir oluyor ve aklımıza müthiş bir fikir geliyor: gastronomi bölümü...
bölüm gibi bölüm... ''ulan illa ki yiyecek bir şeyler vardır'' diyerek sınıfça gastronomi bölümünün yolunu tutuyoruz. zar zor da olsa bulduğumuz bölüm binasına, istanbul'u yağmalamaya gelen haçlı ordusu gibi giriş yapıyoruz. içerideki öğrenciler ve şefler bizi görünce önce şaşırıyorlar (kalabalık olduğumuz için), sonra gülümsüyorlar (vay be, gastronomiyi ne kadar da önemseyen öğrenciler varmış diyerek)...
şefler ve öğrenciler büyük bir nezaketle bize bölümü tanıtıyorlar ve yüzleri gülüyor. ardından ''hadi kurabiye yapalım sizinle'' diyerek bizi tezgahların başına alıyorlar ve bingo! yan tezgahlarda hocalar için yemek pişiriliyor. her birimiz ayrı ayrı dünyanın en değişik kurabiyelerini yapıyoruz ve hep birlikte fırına veriyoruz. ama bir taraftan da yan tezgahlardaki yemekleri kesiyoruz ve hala açız...
şefler bize ''dışarıda masamız var öğrenciler için, isterseniz kurabiyeler pişene kadar orada atıştırın'' diyorlar. biz yavaşça dışarıya çıkıp atıştırmaya başlıyoruz. ama öğrenciler için yapılmış masa çok vasat... kısır, patates salatası, humus falan var yani... ama içeride etler köfteler havada uçuşuyor... cem yılmaz'ın şurada bahsettiğine yakın tarzda tabaklarla içerinin yolunu tutuyoruz ve kurabiyelere bakmaya geldik ayağına tezgahlara yanaşıyoruz.
şefler tedirgin, şefler huysuz... ama bölüm öğrencileri anlıyor tabii bizi ve (çok yüksek ihtimalle şeflerini delirtmek için) pişen her türlü yemekten tadabileceğimizi söylüyorlar. aman Allah'ım, öğrenciler uçuyor... 12-b sınıfı öğrencileri olarak, gastronomi öğrencilerinin tadım niyetiyle tabaklarımıza koyduğu bütün nevaleyi yiyip bitiriyoruz. biraz evvel kıymaya şekil verip tavaya atan şefler, köfte tam pişmeden tavadan alıp bize servis etmek zorunda kalıyorlar ve öğrenciler mutfak tezgahlarının üzerinde aç karınlarını doyuruyorlar...
5. ve 6. paragraftaki güler yüzlü, nazik şeflerin yerini; testere necmi'nin şu görseldeki surat ifadesi alıyor. (öğrencilere içlerinden küfrettiklerine eminim.) öğle arasının da gelmesiyle birlikte bir bir mutfağın yolunu tutan hocalar da ortada yenecek bir şey bulamayınca önce şeflere, ardından da bize tip tip bakıp mutfağı terk ediyorlar.
öğrenciler doymuş şekilde bölümdekilere teşekkür ediyor ve öğleden sonra yapılacak konserdeki yerlerini alıyorlar. konser de bitiyor ve dönüş yolculuğu başlıyor. otobüste hocamız ve diğer sınıflardan bazı öğrenciler açlıktan yakınıyorlar, suratları beş karış... bizim sınıf ise halinden gayet memnun şekilde yol boyunca şarkı söylüyor...
işte bir günü de böyle geçirmiştik. iyi bir lisedeydik nihayetinde, bu okulu yazmaya tenezzül bile etmeyiz diye kendimizi de kandırmayı unutmadık tabii. gerçi sonra birkaç kişi tıp/diş falan kazanıp gitti bu okula, şimdi utançlarından gastronominin önünden bile geçmiyorlardır sanırım *...
yaptığımız kurabiyeler mi? öyle bir haldeydiler ki, boş verin... *
Başımdan geçen bir olayı, bir anımı hiç ama hiç unutmam. Üniversitedeyim. Bir prof. ders anlatıyor, anlatım dili İngilizce. Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyoruz. Haliyle oflayıp puflamalar, izinsiz dersten çıkıp gitmeler ve çıkarken kapı çarpmalar, hocaya dert yanmalar, bencilce ders anlatıyorsunuz demeler ve hatırlayamadığım iğneleyici birçok laf. adamcağızı delirttiler. Adam bunun üzerine bir anda Türkçe'ye dönüp, siz finalde görürsünüz, demişti ve bir hafta sonra finaller başlayacaktı. Finalden önce notları, kitapları yalayıp yuttuk. Sınava bir girdik, bölümümüzle ve dersle hiçbir bağı olmayan tek bir sorundan oluşan sınav kağıdı vardı önümüzde. 3 sayfalık bir çarşaf sınav kağıdı. Sınav süresi 120 dakika.
Soru ise: What is culture? (kültür nedir?)
Ayrıca sorunun hemen altına İngilizce ve Türkçe cevaplar kabul edilecektir. Kompozisyonu İngilizce yazanlar +10 puan ile sınava başlayacaktır, kompozisyon kurallarına uyunuz, bilmiyorsanız hiçbir şey yazmadan kağıdı isim ve soyisim bilgilerinizi yazarak teslim ediniz gibisinden de bir not iliştirmişti hocamız.
Sınav başladı, birçok kişi kompozisyon kurallarını tam anlamıyla bilmiyor. Ben de dahil. En son lisede görmüşüm, gördüğümü bile hayal meyal hatırlıyorum. Giriş, gelişme, sonuç vs. bir şeyler karalayacağız artık. Beş dakika kadar etrafı izledim. Kocaman amfi. Yaklaşık 200 kadar kişi kağıda yumulmuş, yazıyor da yazıyor. İngilizce yazmaya karar verdim. Bayağı bir şey yazdıktan sonra tıkandım. Çünkü Türkçe düşündüğünüz her şeyi yazıyla İngilizce’ye dökemiyorsunuz. Yaklaşık 6-7 satırdan oluşan ilk paragrafın tamamını sildim.
Sonra sorunun hemen altına ‘‘Culture is an accumulation of knowledge.’’ (kültür bir bilgi birikimidir) yazıp, kağıdı teslim ettim. 10 gün kadar sonra sınav açıklandı, Yaklaşık 200 kişinin içinde dersi geçen kişi sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu ve tek 100 alan kişi bendim. O günden sonra kültür hakkında birçok araştırma yaptım. Kültür, alt kültür vs. derken neredeyse kitap yazacak düzeye geldim bu konuda.
Hoca aslında burada önemli bir ders vermek istedi. Sonradan bunu anladım. Her ne olursa olsun, bir üniversitede, bir profesöre karşı oturup ders dinliyorsunuz ve ona saygısızlık yapamazsınız. Adama saygısızlık yapılmıştı ve o da bunu kültür ile bağdaştırıp, dersle hiç alakası olmayan o soruyu sormuştu. Tam bu olayın üzerine kültürün bir bilgi birikimi olduğunu yazmam da bize vermek istediği mesajın ta kendisi olacak ki; tüm hayatım boyunca, neden ve nasıl aldığımı unutmayacağım koca bir 100 puan kazandırdı bana. Bir profesör kolay olunmadığı gibi profesör kalmak da kolay olmuyor. Kendisini buradan saygıyla yad ediyorum.
çek cumhuriyetine erasmus öğrencisi olarak gittim. yurtta kalıyorum. yurdun bahçesinin hemen bitiminde de albert adında bir süpermarket var.
ancak ben çekçe bilmiyorum, sadece ingilizce ve almanca var.
yurdun ilk günleri; dolayısıyla yiyecek içecek bir şey yok. kola,gazoz dan bunalan bünyem artık alarm verirken; gideyim şuradan bir paket çay alayım da demleyim kahvaltıda içerim dedim.
süpermarket'te geziniyorum. ama çayı bir türlü bulamıyorum, yaklaşık yarım saat gezdim bulamadım labirent gibi süpermarkette. sonra kasiyere sorayım dedim, tea diyorum der tee diyorum anlamıyor. ne ingilizce, ne de almanca biliyor kasiyer kadın...
kafaları yiyorum, gidiyorum çekçe sözlük arıyorum, ararken bir kahve paketi çıkıyor önüme alıyorum koşarak kasaya gidiyorum.
aklımda kalan en eski anılardan biridir bu. kendi hatırladıklarımı, annemin anlattıklarıyla biraz destekleyeceğim.
babamın görevi nedeniyle londra’da yaşıyoruz, ben de kreşe gidiyorum. tv karşısında büyüyen çocuklardan biriydim. o zamanlar star trek, lost in space, batman, bilim kurgu ne bulursam izliyorum. bir gün annem beni kreşten almaya geldi. arabanın arkasında oturuyorum. “seni bugün sinemaya götüreceğim” dedi. “sinema ne?” dedim.* "hani evde tv seyrediyorsun ya, onun daha büyüğünü düşün, bir sürü insan gelip, kocaman bir ekranda bir film izliyorlar” dedi annem. ilginç geldi tabii. “tamam ama yerde oturucam” dedim çünkü o aralar, yerde oturup tv izleme inadı dönemimdeyim. annem “kızım sinemada yerde oturamazsın, öyle bir yer değil orası” dese de nafile.
neyse, akrep çocuğun inadıyla başa çıkamayacağını bildiği için uzatmaz. sinemaya varırız. yerimizi alırız. tabii ki yerde kenardaki basamakta oturuyorum.* salondaki ışıklar söner, perde açılır * ve karşıma şu çıkar
hemencecik bitmişti film. daha çok devam etsin istemiştim halbuki. sonra ne olduğunu merak ediyordum. hikaye öyle bitemezdi ya, daha çok maceralar olmalıydı.
anneme yalvar yakar, bir daha götürtmüştüm. üçüncü kez istediğimde anneme muhtemelen fenalık geldiği için babama paslamıştı beni. o gün bu gündür iflah olmaz bir bilim kurgucuyum. *
dipnot: sinemada yerde oturmaya devam etmedim. daha iyi görebilmek için yerime geçtim. zaten ekranda neler yazdığını okuyamadığım için annemin bana okuması gerekmişti.
Birkaç saat önce şehir içi otobüsüne binip eve geliyordum. arka koltuğa oturup öne eğik bir şekilde iki elimle yorgun yorgun yüzümü buruştururken önümde bana doğru oturan adamın avucu açık bir şekilde elini bana uzattığını gördüm. Adamın gözlerine bakıp bir şey demesini bekledim ama çıt yok. Yorgunluktan ses edecek halim olmadığı için konuşmak da istemiyorum. Neyse herif indirmiyor elini. Ben de aynı şekilde elimi uzattım ona. Sol elindeki yırtık gazete parçasını bırakıp cebinden çikolata çıkarıp elime koydu. Borçlu kalmamak için ben de cebimden para çıkarıp eline koydum, koyduğum gibi yere attı ve tekrar açtı elini. Daha büyük bir kağıt verdim, onu da attı. İçimden, "ne istiyor bu sevtiğimin kafası" diye düşünmeye başladım. Çikolata verdiğine göre öyle bir şeyler istiyor herhal diye düşündüm ama cepte tel, kart, anahtar ve su terazisi tüpü vardı sadece. Onları çıkarıp cepleri göstererek "bir şey yok" demek isterken uzanıp elimden su terazisi tüpü nü aldı, aldığı gibi cebine attı. "İyi ki tel ve kartı almadı" diye avuttum kendimi.
gece ve otobüste de az kişiyiz. Geriye yaslanıp tam gözlerimi kapatıyorken bu birden kahkaha atmaya başladı. (İlk defa ürktüm ondan) baktım elindeki gazete parçasına bakıp kahkaha atıyor. Sonra bana bakıp tekrar gazeteye bakıp kahkaha atıyor. Otobüste az kişi olduğu için sesi çok yüksek çıkıyor. adamın neye kahkaha attığını çözmeye çalışıyorum. Kişiler de bize dönüp bakıyor arada. Adam bana yanındaki koltuğu işaret ederek gel otur, bak şuna der gibi yaptı. Yerimden kımıldamadan elindeki gazeteyi aldım, cıbıldak bir manken resmi. İfadesiz bir yüzle tekrar verdim ona. Bakıp güldükten sonra bana bakıyor habire. Birkaç defa üst üste böyle yaptıktan sonra ben de gülmeye başladım. (Neden gülüyorum hiç fikrim yok ama içten gülüyorum) o gülüyor, ben gülüyorum. O gülüyor, ben gülüyorum.. Diğerlerine hafif göz ucuyla bakıyorum, onlar da sırıtıyor hafif. Durağıma varmıştım ve indim. Diyarbakır'ın delileriyle meşhur bir yer olduğunu söylemiş miydim?
Biraz kötü bir anımdır. Lisedeyken kızın biri gözüme çok hoş geliyordu bayağı beğeniyordum onu. Sürekli ne okuyor ne çiziyor ne yiyor diye bakıyordum ki konuştuğum zaman elimde bahaneler olsun konu açabileyim diye. Hayvanseverdi dergi falan satıyordu gidip o dergiyi alanlardan fotoğrafını çekip instagramdan ona “ sende mi bunlardan satıyorsun” diye yazıyordum ufak tefek konuşmalar geçiyordu. Yetmiyordu daha fazla bilgi lazımdı. Gel zaman git zaman Bir gün otobüse binerken bunun çantasında frida’nın küçük bir resmini gördüm hemen gidip frida hakkında ne var ne yok araştırdım ettim. Sabah tekrar aynı otobüse bindiğimizde bodozlama lafa girdim “aaa frida değil mi bu” dedim... birkaç saniye sessizlik Ve duymak istemeyeceğim bir şeyi duydum. “Tanımıyorum.” Dedi. Bütün planlarım suya düşmüştü... boynu bükük devam ettim yola. çoook sonradan başka konulardan tekrar bir konuşmamız geçti ama ortak yolu bulamadan ayırdık yolları. Ona o frida resmini sordum bir arkadaşı hediye etmiş o da almış yapıştırmış çantasına “hay şansıma!!”
Bundan yıllar önce bir arkadaşım dövme yaptırmaya karar verdi, ama sıkılır mıyım, ay o mu olsun, ay bu mu olsun diye bir türlü karar veremedi ve geçici dövme yaptırarak süreci biraz değerlendirmek istedi. zamanın en meşhur dövmecisi olan ankara ertuğ pasajındaki cemal'e gittik. arkadaşım dükkanın önüne yayılmış, çay kahve içerek sohbet eden gruba her nasıl olduysa şöyle dedi;
-affedersiniz geçici ağda yapıyor musunuz acaba? -evet, üzerine bir de bıttım sabunuyla kese atıyoruz.
göz doktoruna gidilmiştir. doktorun kapısındaki monitörde randevulu hastaların adı geçer.
11.20 - ardahan abcde
11.30 - laz ziya
11.20 randevusundaki hastanın adını görür görmez içten içe sessiz bir kahkaha patlatılır. zaten maskeden dolayı insanlar da güldüğümün farkında değildir. iç ses konuşmaya başlar ''ulan bir insan evladına neden ardahan diye isim koyar? çocuğun adını erzurum, diyarbakır falan koysaymış keşke, hiç değilse büyükşehir olurmuş keh keh keh''
bendeniz maske altında minimum 5 dk civarında bu olaya gülerken, 11.10 randevulu hasta doktorun yanından çıkar ve içeriden doktorun asistanının sesi duyulur ''11.20 arda-han abcde'' ...
5 dk boyunca maske altından sırıtan laz ziya bir anda donakalmıştır. çocuğun asıl ismi arda'dır ve ismini koyanlar yanına bir de han eklemişlerdir. iç ses vasıtasıyla çocuğun ismini koyanlardan özür dilenir, randevu saati gelince doktorun yanına girilir.
bir gün izmir'e askere gitmeden önce girilen bi sınav için gitmiştim(yedek subaylık mı ne). ordan da hiç çanakkale'ye gitmedim ya diyip arabayla devam ettim. geceyi geçirmek için gelibolu öğretmenevi'ne vardım. daha ilk arabam, citroen xsara. geri geri park etmede biraz sorunum var. öğretmen evinin yanına parkederken tamponu yandaki apartmanın duvarına dokundurdum. çıktım, baktım tamponun bi tarafı yere düşmüş.
ilk defa arabama zarar vermişim, şaşkın ve kızgınım. derken birden kafama bi serinlik geldi. apartmanın 2. katındaki bi teyze elinde kovayla "a aayyy afedersiniz sizi görmediimm" dedi. teyze temizlik yaptıktan sonra suyu aşağı döküyor ama aşağı bakmıyor, kafama döküyor. daha cem yılmaz filminde demeden önce içimden "...bu klasik sahneyi bana yaşattığın için..." dedim
hiç bişey diyemedim, teyze arazi. arabanın tamponu geçmeli mi neymiş, kaldırıp itince tak diye oturdu. odama gidip duş alıp hayatıma devam ettim.
iş görüşmesinde fal bakmak gibi enteresan bir hadisenin aktörü oldum. bir başka ilginç hadise de yıllar evvel garsonluk yaptığım kafenin sahibinin sırt ağrısını geçirmek için bardak çekmekti.
Üniversite bitmiş, işe yeni girmişiz.. eskişehir’de ikamet eden arkadaşlarla görüşmeye devam ediyoruz ara sıra. Bi hafta sonu, sinemaya gidelim diye aradım bi arkadaşı, falancalara da haber edeyim dedim. Tamam dedi. Sonra sırayla aradım herkesi, ayarladım buluşmayı. Şu gün su saatteki matineye gidilecek, şu saatte sinemada buluşalım, biletleri ben alırım, sonra siz bana verirsiniz…. Bu arada, arkadaşlar birilerine daha söyledi falan, toplamda 9-10 kişilik bi grup olmuştuk.
Ben aldım biletleri, herkesle sinemanın önünde buluştuk, merabalaşma, sohbet muhabbet derken girdik filme. Filmden çıktıktan sonra aramızda geçen diyalog: (gerçek isimleri vermiycem tabi, Ahmet Mehmet, Mustafa diye anlatacağım)
ahmet: salona girince yanımdaki mehmet’e dönüp “abi biz hangi filme geldik şimdi” diye sordum, “filmin adı ne?” dedim. Mehmet durdu, bi bana baktı, bi perdeye baktı, yanındaki mustafa’ya dönüp “Mustafa, bu filmin adı neydi, hangi filme geldik biz?” diye sordu.
mehmet: ya ne bileyim abi, morgase bana sinemaya gidicez dedi, tamam dedim. Sorgulamadım yani hangi film diye. Hem sen de bilmeden gelmişsin işte.
ahmet: ya ben de öyle canım, haddime mi hangi filme gitcez diye sormak.
mehmet: ben de dönüp mustafa’ya sorunca o da cevap veremedi iyi mi?
mustafa: Mehmet bana filmin adı ne diye sorunca ben de bi durdum, perdeye baktım, öbür yanımdakine sorayım dedim, sonra dönüp bakınca yanımda morgase’i gördüm. Sonra tekrar mehmet’e dönüp bilmiyorum abi dedim. Nasıl sorayım abi morgase’e?
Yorumsuz
Bunun geyiğini baya bi çevirmiştik…
Ya morgase sinemaya gidilecek demiş, yok ben gelmem diyebilir miyim?
Ecelime susamadım ben
Hangi filme diye soracak insanın aklına şaşarım
Ben daha sormadan tamam gelirim dedim zaten
mubalağa yapıyorlar tabi ki, malzeme bulmuşlar egzajere ediyorlar olayı. armutlar, hepsi unutmuş filmin adını. Hangi film diye sormadan gidilir mi… unuttukları için de yememiş tabi dönüp bana sormak
aaa nisanda aynı ekip bir araya geleceğiz, dur hatırlatayım ben bu olayı. Aynı şeylere her seferinde 3 saat boyunca gülmekten sıkılmadık, yine aynı geyiği çevirir güleriz.
bütün gün ingilizce, fransızca vs konuşulan bir günün ardından türk arkadaşla dönüş yoluna koyuldum. arkadaşa "otobüsle mi gideceksin?" diye sorayım dedim ama ağzımdan çıkan şu cümle oldu:
Öğrenciyken 2 mahalle ilerime çöp atmıştım.
2 gün sonra mahalleden bir kadın beni arayıp mahallesine çöp atmamam konusunda benimle kavga etmişti.
Bundan ilgincini yaşamadım. be psikopat kadın numaramı çöpten çıkarıp da mı buldun ?
Üniversitede okurken ki zamanlarım elimde atayî'ye ait bir makale var ve fotokopisini çekitireceğim.
Bir kırtasiyeye girdim ve birden konu siyasete geldi neyse eleman adaletsizlik, toplumun sapkınlığından falan bahsediyor suçu çaktırmadan cumhuriyet'e laik düzene falan getiriyor.
Osmanlı öyle miymiş işte şeriat varmış hak varmış falan diyor.
Ben tabi o zaman bu kadar sert değilim siyasi olarak. Abi ne diyon sen, dedim.
Atayi'nin o dönem yazdığı hamselerinin konusundan bahseden kısmı okumaya başladım.
Yazı aynen şudur:
Gençlerin baştan çıkarılması, yaşlı başlı erkeklerin bile kadınlaşması, kadınlar arasında seviciliğin alıp yürümesi ( lezbiyenlik), kadın avcılığı, kendi kendini tatmin, teşhir ve benzeri normal dışılıklar nefhatü'l ezhâr ve sohbetü'l-ekbâr'ın nefha, sohbet ve destanlarında uzun uzun ele alınıp bunlara örnek olaylar sunulur ve toplumun bu tip olaylara karşı gösterdiği tepkiler verilir.
Atâyi bu sapmalardan söz ederken en çok küçük yaştaki ve gelişme cağındaki erkek çocuk ve gençlerin baştan çıkarılmasını ele alır. Ana baba yavrusu masumların ve onların ailelerinin bundan duyacağı utancı vurgular.
Gençleri ve onlara meyledenleri, çeşitli olaylar anlatarak uyarır. İçkinin gençleri baştan çıkarmak için bir vasıta olarak kullanıldığını anlatır.
"Şahid'" adı verilen küçük yaştaki erkeklerin güzelliğine duyulan hayranlık ve sevgi tasavvufun çok erken çağlardan itibaren zaman zaman, amaçtan uzaklaşıp cinselliğe sapmalara yol açmaktaydı. Ayrıca tamamiyle şehevî duygu ve ilişkiler de tasavvur maskesi altında saklanmıyor değildi. ( sübyancılık)
Atâyi, özellikle nefhatü'l-ezhar ve sohbetü'l-ekbâr'da ahlak çöküntüsüne, hem erkekler hem kadınlar arasındaki bozuk davranışlara ve toplumun bu konudaki çeşitli yaralarına açık açık değinir.
Hikâyelerinde homoseksüelller, sevici kadınlar, teşhir illetine müptelâ olanlar, gözetleyiciler, kadın avcıları ve benzerleri çok gerçekçi şekilde sergilenirler.
Birkaç hikaye ve biraz daha bu konu üzerine yazı okuyunca adam afalladı kaldı.
Fotokopiden kendine de çektirdi okudu mu bilmiyorum fakat yüzünü görmeliydiniz.
Bu da böyle bir anımdır.
-Sübyancılar ve kadın avcıları (zorla pezevenklik yapanlar) dışında gerisi istediğini yapabilir, benim umurumda değil mesele adamı göt etmek :).
Hayatımda yediğim ilk kazık bisiklet mevzusunda oldu.
4-5 yaşında falanım 3 tekerli bisikletim var. yanımda da o yaşlarımdaki en yakın arkadaşım, sürekli ortak kullanıyoruz benim bisikleti onun yoktu çünkü.
Neyse bu şerefsiz bisiklet aldı, aldığı ilk gece biz de misafirlikteydik onlarda, o zamanlar haftanın 3 günü misafirliğe gitmeyince başka bir eve; komşu sayılmıyordunuz herhalde. her gece misafirliğe ya gidiyorduk ya da bize geliyorlardı.
Neyse Bu şerefsiz bir kere bisikletine bindirmedi. Hatırladığım ilk Kazık buydu hayatımda.
Yalnız çok fena dövmüşüm o sinirle annem öyle diyor ben hatırlamıyorum ama öyle yapmışım.
İyi yapmışım aq aferim bana hırsımı aldıysam.
bilen bilir sabiha gökçen’de hint restoranı var. heh işte ben o hint restoranı’nı pideci sandım sırf vitrinde hamur işi gördüğüm için, tabelayı da okumadım tabii. pideci sandım ya, kasiyer hanıma “merhabalar, iki kıymalı alabilir miyim?” sorusunu sordum. akabinde; “beyefendi restoranımızda pide bulunmamaktadır” cevabını alıp, tabelaya baktıktan sonra dumur olup, samwell’in akgezenler’den kaçtığı gibi ayrıldım mekandan...
2-3 haftadır taşınma telaşındaydım. Bu sırada, aklımdaki tek şey, bir an önce taşınıp gitmekti. Eşyaların hepsi paketlendi, her şey tamam oldu ve nakliyat kamyonu geldi. Bundan 2-3 saat sonra da ev sahibi geldi ziyarete. Adı Hacı. “Hoş geldin.”ler “Beş geldin.”ler, ardından odamdaki Mustafa Kemal Atatürk tablosunu göstererek dedim ki; “Bu güzelim tablo yu arkamda bırakmak istemiyorum, bir yandan da duvara zarar verir diye korkuyorum.” İşte ben onu dediğimden sonra her şey koptu, kısa süreliğine durdu zaman. Tabloyu işaret ederek dedi ki; “Ha? Bu mu? Sen hiç merak etme. Bu tabloyu buradan sökmeye çalışan adamı direkt kovarım bu evden. Atatürkçüleri çok severim ben.”
Selam olsun sana Hacı abi. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir anı bıraktığın için minnettarım. Bir gün yine görüşeceğiz...
Lise yıllarım. Öğle arası yemeğinden hemen sonrası. Masumane bir şekilde lavaboya gitmiştim ellerimi yıkamak için. Lavabo duman altı... Artık ne kadar sigara içildiyse, nefes bile zor alıyorum. Şans bu ya, hoca baskın yaptı lavaboya. Ben dahil içerideki herkesi sıraya dizdi. Bağırış çağırış, azar filan derken sonunda sıra geldi kimin sigara içtiğini bulmaya. Alkolmetreye üfleyen sürücüler gibi tek tek üfletme gibi bir fikirle geldi kendileri. Üfleyen geçiyor... Sıra bana geldi tabi. Ben ve o yere batasıca gururum reddettik üflemeyi. “Ben üflemem hocam” dedim. Ardından ise yedim tokat üstüne tokat. Yine de üflemedim. Uzun lafın kısası içmediğim sigara yüzünden dayak yedim. Ve ilk defa dayak yediğim için ağlamıştım. Bu da böyle bir anımdır.
4-5 yıl önce o dönemki sevgilimin zoruyla, ankara-batıkent'e uğrayan derya köroğlu'nun konserine gitmiştim. konsere gitmeden önce de gitarla ilgili bir iş için gitar dükkanına uğradığım için sırtımda gitarım var.
konseri dinlediğimiz pozisyon da kalabalıktan ötürü derya beyin sahnesinin hemen arkası.
bir ara derya bey arkasına döndü. adamla göz göze geldik. bana "klasik gitar mı o?" dedi. ben de gürültüden dolayı tam anlayamadım o kısmı, roadie'sine "klasik gitarımız yok mu?" diyor zannetmiştim. sonra sevgilim konserden sonra "adam sana soru sordu neden öyle bakıp durdun" deyince olayın farkına vardım.
bu da böyle bir anı işte. nedense ünlülerle yan yana gelince basiretim bağlanıyor. bazı aktör ve aktrislerde de bu tarz durumlar yaşadım.
çocukken hiç sevmediğim bir eylemdi köye gitmek. çünkü çocukken şimdikine nazaran daha çok kitap okurdum. şimdi hem kitap konusunda daha seçiciyim (ilgi alanlarım doğrultusunda, kurgusal olmayan kitaplar okuyorum daha çok) hem de vaktimin çoğunu müzik alıyor. evet, okuduğum kitapların da çoğu klasik müzik üzerine zaten. oysa ki benim japon edebiyatını hatmetmiş olmam gerekiyordu müzik yerine. neyse, konuyu çok dağıtmayayım.
işte yine bir yaz mevsiminde ailelerimiz bizleri yine köye şutlamış ve ben yine bana çok yabancı gelen kuzen topluluklarının içerisine girmiştim. zaten kırım tatarı olmamız sebebiyle, tatarların yaşadığı mahallenin hepsinin sarışın mavi gözlü olup ben olmamam epey ayırıcı bir etkenken bir de "akkadlar çok acayipmiş aslında" dediğimde karşımdaki kişinin "akkad ne ki?!" şeklindeki tavırları benim kuzenlerden ve diğer akrabaların çocuklarından uzaklaşmama sebep oluyordu.
nasıl olduysa bilmem, o mevsimde bir ara marangozluğa sardı bizim kuzenler. ben de en azından güzel bir uğraş diye daha fazla sokulmaya başladım yanlarına. o yaz sıkıntıdan ölmediysem sebebi bu marangozluk işleridir.
yine bir gün kendi çapımda bir takım marangozluk uğraşlarına girmişken, baltayla bir tahta parçasına vurup baltanın başparmağımın ucuna girmesi bir oldu. neyse ki çok derine inmedi de başparmağı kurtardık. 1-2 hafta kırık tırnak yüzünden acı çektim ama.
bu olayın izi hala duruyor parmak ucumda. arada bakar hatırlarım falan...
bas gitarist olarak ikinci sahnem. şu şarkıyı çalıyoruz. grupta da tek gitarist olduğu için bas gitar hafiften şarkının başlarında şarkıyı boğuyor gibi olunca şarkının belirli yerlerinde bas gitarın susmasına karar vermiştik.
karşımdaki seyirci terra cotta askerlerinden daha rijit durduğu için "lan o kadar çalıyoruz zerre tepki vermiyorlar" moduna girdim ben. hafiften de moralim bozuldu. aklıma şu konserde aimi'nin yaptığı hareket geldi.
bas gitar susunca ben başlıyorum eli havaya götürmeye falan. ama 1-2 kişi haricinde tepki yok. en sonunda müslüman uyuma videosundaki adam gibi elim havada kaldı. bir daha da yapmadım böyle şeyler.*