1. hayat yolumun yarısına yaklaşırken, dini inancımı değiştirmem sebebiyle hem ailemin beni reddetmesi hem de girdiğim işlerden çoğunda bir şekilde inancım ifşa olduğu için ve türkiye'de yaşayanların çoğu da hristiyan olmuş bir türke iş vermek istememesi sebebiyle gidecek hiçbir yerim kalmamıştı. neyse ki hayat yolunun sonlarına doğru giden varlıklı bir ermeni hanımefendi tarafından uşak olarak işe alınmıştım da sokaklarda dilenecek duruma düşmemiştim. gerçi, sokaklarda nasıl dilenecektim? belki baba tanrı için ortak olarak kullandığımız isim olan "allah"ı kullanarak bana sadaka verenlere dua ederdim. ama "allah, muhammed aşkına!" diyebilir miydim? pek sanmıyorum.

    uşaklığını yaptığım konak ankara kalesi'nin civarındaki tek tük konaktan birisiydi. 19. yüzyılın tipik gayrimüslim mimarilerinden birisine sahipti ve beyaz renkliydi. çok büyük olmasa da kaldığım kulübenin ve bir kaç tane ağacın sığdığı güzel bir bahçesi vardı. işverenim tamar hanım, çok sık olmasa da arada sırada bahçeye iner ve ıhlamur içip kitap okurdu.

    kaldığım kulübe çok büyük olmasa da bana yetiyordu. zaten internette gezinmek, kitap okumak ve keman çalmak hairicinde çok da yaptığı bir şey yoktu. 21. yüzyılda hala sobalı olması, ilk başta kaloriferli bir evde büyümüş benim için birz zorluk çıkartsa da, zamanla alıştım. bir de camlı bir soba alıp geceleri soba ateşini aynı zamanda bir ışık kaynağı olarak da kullanmaya başladım. kim demişti hatırlamıyorum ama, ateş insanlara mağara dönemlerinden beri huzur veriyormuş. galiba benim de bu kulübede pek sıkılmamam ateşin bana eşlik edişi sebebiyle oldu.

    tamar hanım için çalışmaya başladığımda, ikimiz de birbirimize oldukça yabancı ve mesafeliydik. ama zaman içinde birbirimizi tanımaya başladıkça tamar hanımla aramızdaki buzlar da kırılmaya başladı. o, beni nasıl görüyordu bilmiyorum. ama benim için sanki yeni bir anne olmuştu.

    uşak olarak çok iş yapıyor muydum bilmiyorum. ama yorulduğumu hiç hatırlamıyorum. her gün bahçeyi temizliyor, çok detaylı olmasa da evi temizliyor, bahçedeki bitkilerle ilgileniyor, yemek yapıyor ve belirli aralıklarla da tamar hanıma ıhlamur götürüyordum. yine de müzikle ilgilenmeye, kitap okumaya, film seyretmeye zamanım kalıyordu. bazen de tamar hanım salondaki piyanoya oturur bir şeyler çalar, ben de ona kemanımla eşlik ederdim. pazar günleri de, her ne kadar çok uzak olmasa da, tamar hanımı arabayla kiliseye götürürdüm. benim için mesafe pek sorun olmasa da, onun için muhtemelen sorundu.

    günler bu şekilde birbirini izlerken konağın yanındaki iki katlı yığma taş eve yeni komşumuz taşındı. ne olduysa da bundan sonra oldu zaten. havalar henüz soğumamasına rağmen tamar hanım artık eskisi kadar bahçeye inmemeye, inse bile biraz bahçede dolaşıp tekrar eve girmeye başladı.

    bir hafta sonra yeni komşumuz bizi ziyarete elinde bir şişe şarapla çıkageldi. kısa siyah saçlı, mavi gözlü yaklaşık 1.70 boylarında, muhtemelen kırklarında veya kırklarına yaklaşan zarif bir hanımefendiydi.

    kendisini salona davet ettim. daha sonra tamar hanımın yanına çıkıp durumu bildirdim. hazırlanmasına yardım ettim ve birlikte aşağı indik.

    "merhaba hanımefendi. ben yanınızdaki evin yeni sahibiyim. ismim hande. trabzon'dan geldim. sizinle tanışmak için gelmiştim." dedi ve şarap şişesini bana uzattı.

    tamar hanım, "ah, ne kadar naziksiniz. evladım. benim ismim tamar. bu da taner. burada bana bakıyor ama evladım sayılır. ama gördüğünüz gibi yaşlıyım işte. taner bana bir ıhlamur hazırlasın, şarabı da siz gençler içersiniz." dedi. ben de mutfağa şarabı ve ıhlamuru hazırlamak için gittim.

    tamar hanım beni uşak sıfatıyla tanıştırmadığı için olsa gerek, hande bana pek mesafeli yaklaşmamıştı. muhtemelen beni tamar hanıın akrabası falan zannetmişti. bu da bana tamar hanımın yaptığı başka bir iyilik oldu. hatta tamar hanımla hande hanım için ufak bir düet çalınca "ben aslında bu evde uşak olarak çalışıyorum" desem de hande inanmazdı herhalde. hande'nin sohbette tamar hanımın etnik kimliğine dair pek soru sormaması tuhaf gelse de "tamar hanım da ermeni" deyip lafa girmek de saçma olurdu. o sebeple konu hakkında pek düşünmedim.

    yeni komuşumuz hande ile tanışmasına ve hatta muhtemelen onun hakkında iyi düşünüyor olmasına rağmen tamar hanım yine de artık bahçede fazla zaman geçirmiyordu. ben de sebebini soramıyordum elbette.

    bir gün çimleri biçerken hande tekrar elinde şarapla çıkageldi. ama hava sıcak olduğundan bahçedeki masada oturmayı teklif etti. tamar hanıma haber vermek için konağa girdim. ama tamar hanım sıcağı bahane ederek "siz konuşun evladım, ben içerdeyim." dedi. ben de mutfaktan iki kadeh alıp dışarı çıktım.

    "evin her şeyiyle siz mi ilgileniyorsunuz?" diye sordu hande. "evet" diye cevapladım, "ben bu evin uşağıyım."

    "yok daha neler, keman çalan uşaklar da mı var?"

    "belki inanmayacaksınız ama matematik doktorası olanlar da var."

    "ciddi olamazsınız."

    "hayır gayet ciddiyim" dedim. kulübeme gidip yazdığım makaleleri ve tez çalışmalarını getirdim. hande duruma oldukça şaşırdı ve bir gün hayat hikayemi öğrenmek istediğini söyledi. biraz müzik üzerine sohbet ettik ve sezon açıldığında cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası'nın konserlerine gitmek için sözleştik. sonra da ben işlerimin başına döndüm. o da evine gitti. sahi, bu kadın ne iş yapıyordu ki?
    0anket 


  2. Şüphesiz ki, Versailles’da, hem yetenek hem de bilgelik konusunda çok az kişi Antoine d’Ailly ile yarışabilirdi. Kendisi de bunun farkında olsa da, o, her zaman bu yeteneklerini Tanrı’yı onurlandırmak adına kullanmaya çalışıyordu.

    Yeteneklilik ve bilgelik konusunda diğer insanlardan üstün olsa da, yakışıklılık konusunda diğer erkeklerde çok fazla yarışabildiği söylenemezdi. Yine de, az da olsa kilolu olmasına rağmen, hareketlerine her zaman bir zariflik hakimdi ki, sanatçı yönünün bu zerafeti etkilediği konusunda şüpheye pek yer yoktu.

    Zarifliği ise, dönemindeki çoğu soylunun aksine, ona bir kadınsılık değil; tam aksine, tam bir şövalye duruşu katıyordu. Bale yapmak ile kılıç kullanmak arasında onun için hiçbir fark yoktu. Hatta kılıç kullanımındaki ustalığını baledeki ustalığına bağlardı çoğu zaman. Bu zarifliği ve atikliği çoğu zaman savaşlarda XIV. Louis’nin hayatını kurtarmış ve Antoine’ın daha yüzünde kırışıklıklar meydana gelmeden maréchal de camp rütbesini almasını sağlamıştı. Elbette bu durum diğer mareşalleri rahatsız ediyordu. Bu kadar genç bir adamın kendileriyle aynı yaldızlı üniformalar içinde görmek, çok da hoşlandıkları bir durum değildi.

    Bilge bir kral olan XIV. Louis, bu sorunu Antoine’a özel üniforma hazırlatmakta buldu. Antoine’ın hem dindarlığını hem de cesaretini, omzundan kırmızı bir kuşak inen mavi fularlı beyaz bir üniforma ile yansıttı.

    Omuzlarındaki apoletlere ve göğsündeki dev yıldıza rağmen, nedense mareşaller kendilerinden farklı bir üniforma giyen Antoine’ı kıskanmayı bırakmış ve onu sıradan bir general gibi görmeye başlamışlardı. Ayrıca kral da Antoine’ı mümkün olduğunca bir başka mareşalin görev yeri yakınlarına göndermiyor, böylece Antoine’ın diğer subaylar arasındaki üstünlüğünü de koruyordu. Bir mareşalin subayların gözü önünde Antoine’ın rütbesini tanımaması emir-komuta zincirine verilebilecek en büyük hasarı verirdi ve ucu krala kadar dokunurdu.

    Tek sıkıntı balo zamanları yaşanıyordu. Altın yaldızlı beyaz üniforması, balolarda sanki devletin en üst kademesinde o varmış gibi bir algı bırakıyor bu da zaman zaman kendisinden daha üst seviyeli aristokratların ve hatta kralın canını sıkıyordu.

    Neyse ki Antoine’ın balolara çok merakı yoktu. Sadece verilen davete icabet etmek amacıyla baloya uğruyor, iki kadeh şarap içip, kendisiyle dans etmek için can atan kadınlardan birisiyle dans edip köşküne geri dönüyordu.

    Çok da yakışıklı olmasa da, bu tür özelliklerinden dolayı, soylu olsun ya da olmasın kadınların hayallerini her zaman süslüyordu. Ama o, henüz kendi hayalini süsleyen bir kadına denk gelmemişti. Kadınlarla flörtü, onların çok da bilgili olmadığını ve manevi yönlerinin eksik olduğunu anlayana kadar devam ediyordu. Bu sebeple çoğu zaman kadınlar onu eşcinsel zannetse de, yine de diğer kadınlarla olan rekabetlerinde kendi konumlarını korumak için Antoine ile ilgili fantezilerini anlatmak için hayal güçlerini olabildiğine zorluyorlardı.

    İstanbul’daki padişahın sabah kahvaltıda ne yediğini bile bilmesini sağlayan geniş bir casus ağına sahip olan Louis’nin, elbette tüm bu dedikoduları duymaması imkansızdı. Bir defasında bir kadının her perşembe gecesi saat 10 sularında Versailles’daki mağaralarda Antoine ile vakit geçirdiğini öğrenen Louis, meraklı kişiliği sebebiyle bütün gece mağaraları çevreleyen ağaçların ardında gizlenip mağara girişini gözlemiş ama gelen giden olmayınca bu dedikoduların çoğunun asılsız olduğunu anlamıştı.


    Her ne kadar Antoine, dindar olmayan bir kadından etkilenmeyeceğinden kesinlikle emin olsa da, sonuçta o da herkes gibi bir insandı ve elbette o da gönlünü en sonunda bir kadına kaptırdı.

    Bir balo dönüşünde, klavseninin başkası tarafından çalındığını duyan Antoine, koşa koşa müzik odasına girmiş ve hizmetçi kızların birini klavsenin başında görmüştü.

    Kapının önünde Antoine’ı gören kız, hemen toparlanmış ve verilecek cezaya razı olduğunu belirtmek için de başını öne eğip ellerini önünde kavuşturmuş ve Antoine’ın kendisine kızgınlığını göstereceği tokatlarını veya kırbaç darbelerini beklemeye başlamıştı. En kötüsü ise kendisine tecavüz edilmesiydi elbette. O dönemde aristokratlar, hizmetçilerinin hatalarına karşı çok acımasızlardı. Ama yine de Antoine gibi onları mülklerinin bir parçası olarak görenler de vardı.

    Antoine, genç hizmetçinin yanına yürüdü. Elini kaldırınca hizmetçi kız büzüştü ve gözlerini sıkı sıkı yumdu. Ama tokat yerine, Antoine’ın çenesindeki parmaklarını hissetti. İşaret parmağı çenesinin altındayken baş parmağı ile çenesini ve dudaklarını okşuyordu. Hizmetçi içinden, “Keşke tokat atsaydı... Kedinin fareyle oynaması gibi oynuyor benimle.” dedi. Tecavüzün kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu.

    Antoine, genç hizmetçinin yüzünü kaldırdı ama hizmetçi kız tekrar başını eğdi. Bunun üzerine kızın saçlarını okşamaya başladı. Kızın titrediğini hissetti. Kızın elinden tuttu.

    Kızın elinden tutunca, kız neredeyse kalp krizinden ölecekti. “Şimdi beni yatak odasına götürecek.” dedi içinden. Korkudan ve heyecandan beti benzi atmış, gözleri faltaşı gibi açılmış ve zar zor nefes almaya başlamıştı. Antoine da kızın korktuğunu hissetmişti. Kalp atışlarını bile duyuyordu neredeyse. Yine de kızın elini bir süre tuttu ve onu çekerek bir koltuğun yanına getirdi. Dudaklarını kızın yanına yaklaştırdı. Kız, korkudan yere yığıldı. Antoine, tekrar kızın kulaklarına eğildi, sakin bir ses tonuyla “Otur lütfen.” dedi. Kız bir eliyle koltuktan destek alıp ayağa kalktı ve koltuğa oturdu.

    Klavsenin üzerindeki notalara baktı. Kız, bir klavsen metodunu çalışıyordu. “Bu kitabı nereden aldın?” diye sordu. Kız, “Kitaplıktan monsieur.” diye cevapladı.

    “Ne zamandır çalışıyorsun bu kitaba?”

    “3 aydır.”

    3 ayda bu kadar ilerleme göstermesine şaşırmıştı Antoine. Demek ki, her evden çıktığında, bu kız klavsenin başına oturuyordu.

    “İşlerini aksatıyorsun umarım.”

    “Hayır Monsieur, sadece siz akşamları yokken çalışabiliyorum.”

    Kızın kızıl saçları ve açık yeşil gözleri, Antoine’ı büyülemişti. Yine de “Ne saçmalıyorum ben? Alt tarafı sıradan bir hizmetçi. Bu insanlar da tıpkı aristokratlar gibi merkezinde Tanrı olmayan bir hayat yaşıyorlar.” dedi içinden.

    Düşüncelerini dağıtmak amacıyla klavsenin başına oturdu. Doğaçlama bir şeyler çalmaya başladı. Çalarken bir yandan da “Klavsen dersleri almak ister misin?” diye sordu kıza. Kız, Antoine’ın gözlerinin kendi gözlerine kilitlendiği halde hala tek bir yanlış notaya basmadan klavsen çalmasına epey şaşırsa da, efendisinin kendisine karşı olan yakın davranışlarından cesaret alarak “Monsieur, sizin de gördüğünü gibi, ben sizin hizmetkarınızım. Nasıl olur da ders alabilirim ki?” dedi.

    “Louis Marchand’ı hiç duydun mı?”

    “Ah, Monsieur, onu Paris’de kim duymaz ki?”

    “Yarın Versailles’da onunla konuşup sana ders vermesini sağlayacağım.”

    “Ama Monsieur, ben bir hizmetçiyim. Neden bana böylesine büyük bir iyilikte bulunuyorsunuz?”

    “Gözlerinin hatrı için...” dedi Antoine. “Şimdi git, işlerini hallet. Hala bana hizmet ediyorsun unutma. İşlerden kaytarırsan, ne sana ders aldırırım ne de burada barınabilirsin.” dedi. Antoine’ın o sevecen hali gitmiş, sanki karşısında bir askerle konuşmuyormuş gibi davranmaya başlamıştı. Hizmetçi kız da korkudan odadan hızlıca çıkıp gitmişti.

    Ertesi sabah, Antoine, Marchand’nın yanına gidip ona olanları anlattı. Marchand, Antoine’ın aşık olduğunu anlamıştı. Her ne kadar, Antoine, Marchand’ın dinsizliğinden ve davranışlarından çoğu zaman tiksinse de, bu iki zıt kutbu müzik bir araya getiriyordu. XIV. Louis’yi patavatsızlıklarıyla sinirlendiren Marchand’ı, çoğu zaman koruyan Antoine oluyordu. Marchand da her ne kadar narsizmin uçlarında gezse de, yaptıklarından ötürü Antoine’ı hiç kırmaz ve ona arkadaşlık ederdi. Elinden geldiğince de, bu soylu arkadaşını üzmemek için, Antoine’ın yanında ölçülü davranırdı.

    Ama bu sefer Marchand, Antoine’ı korumak zorundaydı. Antoine’ın hizmetçi bir kızla aşk yaşadığı dedikodusu eğer kralın kulağına giderse, Marchand, Antoine’ın himayesini kaybetmiş oalcaktı. Zira, bir hizmetçiyle bir soylunun aşk yaşaması olacak iş değildi.

    “Ateşle oynuyorsun Antoine. Ölümden korkmadığını, savaşta her zaman en önde olduğunu biliyorum ama bu kadar cesaret seni ölüme götürür.” dedi Marchand.

    “O halde seninle bir iddiaya girelim Marchand. Kumar oynamayı seviyorsun.”

    “Ne tür bir bahis bu?”

    “Bahse varım ki, Marchand, o kadar yetenekli bir müzisyen ki adeta müziğin Sokrates’i. Bu sebeple yine bahse varım ki, tıpkı Sokrates’in bir köleye geometri problemi çözdürebilmesi gibi sen de bir köleye klavsen öğretebilirsin. Ne kaybedersin ki? Aksine yetenekli öğrencin senin ününe daha da çok ün katacak.”

    Egosu okşanan Marchand, her ne kadar arkadaşının aldığı bu riskten korksa da ününü arttırabileceği için öneriyi kabul etti.

    “O halde, Marchand, benim sevgili dostum, yarınki baloda detayları görüşürüz.” dedi Antoine ve Marchand’ın odasından ayrıldı.


    not: devam edecek.

    not 2: word'den yapıştıdığım için harf sorunları olabilir.
    0anket 
  3. bundan bir hayli uzun zaman önce, ekşi öyküler kitabında yer alması için yazmıştım. yer alacağı söylense de yer almadı. kitabı var elimde, açıkçası benim editör yüzü görmemiş bu hikayemden daha kötülerini de barındırıyor bana göre. ama tabi miş.

    "Ilık bir ağustos akşamıydı. Tatlı bir esinti, bu hoş akşama eşlik ediyordu. Uzun, çok uzun bir geceydi. O balkonda oturmuş, çatıların üstünden denizin tenini okşayan ay ışıklarını izliyordu. Sigarasının dumanı geceye karışırken manzara bir an bulanıklaşsa da, yine de çok güzeldi.

    Radyoda çalan eski şarkıların eşliğinde elindeki kadehten bir yudum aldı. Yükseklik korkusu aklında olsa asla oturamayacağı balkon duvarından sarkan ayaklarına baktı. Dört katlı bir binanın teras katında yaşıyor olsa da, karanlıklar içinde görülmez olmuş zemin kot farkı nedeniyle çok daha alçaktaydı. Şimdi başım dönmeli diye düşünerek sigarasından bir nefes daha aldı. Sonra izmariti boşluğa bıraktı. Düşerken parlaklığı artan izmarit hafifçe süzülerek karanlık vadide kayboldu.

    Şehir uyumuştu. Küçük bir şehrin uyumamış nadir sakinlerinden biriydi. Genelde her salı gecesi yaptığı gibi o da şehrin geleneklerine uygun bir şekilde uyuyor olmalıydı. Ancak bu gece, uyumak gereksizdi. Ne de olsa yarın işe gitmeyecekti. Yoksa yarın aslında bugün müydü? Omuzlarını silkerek bir yudum daha aldı elindeki kadehten. Bitmek üzereydi. Hemen solunda, sigara paketiyle çakmağın arkasında duran şişeye baktı, onun da sonu gelmişti. Elindeki bardağı yanına koyup paketten bir sigara daha aldı. Çakmağın aleviyle birkaç saniyeliğine aydınlanan yüzündeki keder, tek kelimeyle, ürkütücüydü.

    Uzaklardan bir vapur sesi geldi. Yada bir tren düdüğüydü o çalan. Bu şehirde tren yolu olsa belki tren olabilirdi dedi içinden bir ses. Evet o bir vapur olmalıydı. Vapurun sesi onun kalbi gibi yorgundu.

    Sabah erken kalkmıştı. aslında hiç yatmamış bir insan için erken kalktı demek doğru değildi. O gittiğinden beri uyumamıştı hiç. Sızdığı anlar olmuştu, ama uyumamıştı. İçmeyi unuttuğu bir sigara daha elinde kendi kendini tüketti. Biten izmariti daha önce yaptığı gibi sonsuzluğa bıraktı. Sonsuzluk. Gerçekten var mıydı? İnsanların ruhları gerçekten sonsuza kadar yaşayacak mıydı?

    Şişeye uzanıp dibinde kalanları kafasına dikti. Bir kısmı içten, bir kısmı dıştan akıp gittiler. Üzerinde hala cenazeye katılırken giydiği takım elbiseden kalan gömlek vardı. Cin lekesi çıkar mıydı acaba? Çıkmasa da ne önemi vardı. O gittikten sonra neyin önemi kalmıştı?

    Tam üç yıl. Dolu dolu geçen üç yıl. Onunla ilk tanıştığı zamanı hatırladı. Cep telefonuna kontur almaya gelmişti. Üzerinde lise üniforması vardı. Siyah gözlerinin içi gülüyordu. Henüz onbeş yaşındaydı o zaman. Onunla çıkmaya başladığında aralarında sadece beş yaş fark olsa bile bu arkadaşları arasında alay konusu olmasına sebep olmuştu. Ne de olsa o bir lise öğrencisiydi.

    Despot bir babası vardı. Ama cenazede hiç de öyle görünmüyordu. Yine de onun yarattığı gerilim yüzünden ilişkileri hep gizli kalmıştı. Kazandığı üniversiteyi bitirmeden de ilişkilerinin su yüzüne çıkması beklenemezdi. Küçük bir şehirde, paranoyak bir babaya yakalanmadan birlikte vakit geçirilebilecek çok fazla yer bulunması düşünülemezdi. O yüzden sık sık bu balkona gelir, birbirlerine sarılıp yıldızları izlerlerdi. İlk kez seviştikleri yer de yine bu balkon olmuştu. Çatıları mesken edinmiş güvercinler onların aşkına şahit olmuştu.

    Bu uzun gecede balkon sevgiden uzaklaşmış, sadece ölüm kokuyordu.

    Mezuniyet töreni ağustos ayına bırakılmıştı. Sonunda lise üniformasından kurtulmuş olacaktı. Yakışmadığından değil. Çok güzeldi onun içinde. Bu birlikte olmaları gereken bir geceydi ve önceden her şeyi planlamışlardı. Babasını hesaba katmamışlardı. Babası kızının mezuniyetini gece boyunca kutlamaya devam etmek istemişti. O gece ayrı kalmak zorundaydılar. Plansız ayrılık içini burkmuştu. Yada o bunun bir iç burkulması olduğunu sanmıştı. Çünkü henüz o defnedilirken uzaktan izlemek zorunda kalmanın ve güneş gözlüklerinin altından gözyaşlarını akıtmanın nasıl bir şey olacağını bilmiyordu.

    Gözyaşları aniden bastıran yağmur gibi boşalmaya başladı. “Allahım neden!” , “neden?” diye haykırdı. Elindeki şişeyi karşıdaki binanın çatısına doğru fırlatarak bir kez daha bağırdı. “Neden! Neden aldın onu benden?”

    Kimse cevap vermedi. Ölümün karanlığına doğru yanağından süzülen gözyaşları akıp gidiyordu. Titreyen elleriyle bir sigara daha yakmak için pakete uzandı. İlk denemesinde almaya çalıştığı sigara parçalandı. İkinci denemede pakette kalan son sigarayı parçalamadan ağzına götürmeyi başardı. Günlerdir döktüğü gözyaşlarına rağmen bir türlü kurumayan göz pınarlarına hayret ederek son sigarasını yaktı. Çakmağın aleviyle bir kez daha aydınlanan yüzünde kederin yerini acınası bir hüzün almıştı.

    Fırlattığı şişenin sesiyle açılıp kapanan komşu evlerinin ışıklarını izledi. İçindeki mutlu aileleri hayal etti. Onlar da bir aile kuracaklardı. Hatta çocuklarının isimlerini bile seçmişlerdi. Bunun için önlerinde çok uzun yıllar olsa da bunları planlamak onları mutlu ediyordu. Ama artık o gitmişti. Artık her şey anlamını yitirmişti.

    Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Son sigarasını rüzgara içirmeye niyeti yoktu. Gözünü yakan dumana aldırış etmeden ağlamayı sürdürdü.

    Onun yüzünü hayal etti. Siyah gözlerini, siyah saçlarını, uzun kirpiklerini, gülünce yanağında oluşan gamzeleri. Nasıl güzel kokuyordu teni. Nasıl sevgiyle bakıyordu gülen gözleri. Daha üç gün önce kollarında olan sevdiğinin yüzü şimdiden yavaş yavaş silinmeye başlamıştı bile hafızasından. Beyin nankör bir organdı. Keşke kalbi de o kadar nankör olabilseydi.

    Uyumak istiyordu. Günlerdir uyumamış bedeni artık iflas etmişti. Sigarası tükenmek üzereydi. Son bir nefes alıp, onun da izmaritini karanlığın kollarına bıraktı. Birkaç saniye önce hayal ettiği sevgilisinin yüzünü görür gibi oldu. Titrek bir sesle karanlığın koynundaki sevgilisine seslendi. Karanlık cevap vermedi.

    Ellerini balkonun beton duvarının iki yanına koydu. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. O ana kadar boşluğa akan gözyaşları ayın solgun ışığıyla parlayarak boynundan süzülüp içine aktı. Kısık sesle bir kez daha sordu gökyüzüne. “Neden?”

    Cevap yoktu. Çünkü bu sorunun bir cevabı yoktu. Adil değildi evren. Hiç bir zaman olmamıştı. Hiç bir zaman olmayacaktı. Yıllar önce kimsesiz kaldığı dünyada başına gelen en güzel şeyi hiç düşünmeden elinden almıştı. Zalimdi.

    Kendini karanlığın koynuna bıraktığında sarhoş değildi. Sarhoş olmak isterdi ama değildi. Yaşadığı gece kadar uzun gelen bir süzülmenin ardından, geriye kalan tek şey, boğuk bir çarpma sesiydi."
    #54558 larden loughness | 8 yıl önce
    0anket 
  4. törkiye 20 yıllık diktatör rejiminin ardından, büyük bir seçim gecesi, muhalefete muhalefet olan sinan samsa'nın %5 oy almasıyla kendini 2. turda bulmuştu. s.samsa ekranlarda boy gösterip; "beni bir böcek gibi hor gördünüz ne oldu şimdi" diyerek seçmenini yönlendireceği lider için şartlarını sundu, bakanlık talebini iletmişti.

    diktatör lider, öncesinde bu tarz senaryolara alışkındı, iyi biliyordu: zamanında kendisine demediğini bırakmayan her siyasetçiye yular takıp, kendi çıkarları uğrunda kullanarak, kimini bir köşeye atmış, kimini de herkese havlayan yaveri yapmıştı. milliyetçi geçinen püskevit bahçeci ve keloğlan soysuz havlayan yaverlerin emsalsiz örnekleriydi. bu nedenle diktatör, s.samsa'nın bakanlık teklifini kabul etti ve %50+ çoğunlukla seçimi kazandı.

    sinan samsa, bir sabah, bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini diktatörün yaveri olarak bulmuştu. konuşmaya çalıştı ama havlama sesi çıkıyordu, telaş ve korkuyla banyoya koştu, aynaya baktığında badem bıyığını gördü ve ütüsüz ekose ceketi kapı yanındaki portmantoda asılıydı...
    #286653 swot | 2 yıl önce
    0anket 
  5. Adı koyulamayan duygu

    Bazı duygular vardır, dünyanın hiçbir lisanında karşılığı olmadığı için kelimelere dökülemeyen, tarif etmek için hayal gücünün yetersiz kaldığı. Şarkılar ve hatta resimler ile anlatmak bile imkansızdır. Bir rivayete göre bu duyguları sadece hayatın anlamını bulmuş olanlar kelimelere dökebilir lakin bundan kimseye bahsetmezlermiş. Çünkü başkasına söylendiği anda bütün değerini kaybedeceğini düşünürlermiş. Klasik bir mantık biçimi, bir şeyden ne kadar fazla varsa değeri o kadar az olur. Belki de hayatın anlamını bulmak bu duyguları kelimelere dökmektir.

    Bu duygu hakkında ne biliyoruz peki? Mutluluk yahut aşk olmadığını biliyoruz. Üzüntü ya da kederin ise alakası bile olmadığını da biliyoruz. 1984 yılının, 12 Haziran gününde bir Türk Dil Kurumu çalışanı olan 37 yaşındaki dil bilimci Yrd. Doçent Cengiz Gültepe bu duyguyu tecrübe etmiş ve sözlükleri karıştırmış, onlarca makale okumuş ve hatta kendisini yetiştiren profesörlere danışmış fakat bir sonuca ulaşamamış. Araştırmalarından bir sonuç alamayan Cengiz Gültepe bu duyguyu anlatabilmek için kolları sıvamış. İlk önce TDK’ da ki üstlerine durumu anlatmış ve araştırma için izin ve kaynak istemiş fakat reddedilmiş. O zamanlar hem de Hacettepe edebiyat fakültesinde öğretim görevlisi olan Gültepe bir araştırma dosyası hazırlayarak bölümüne sunmuş, biraz ödenek ve stajyer öğrenci istemiş. Hacettepe Üniversitesi Dil Bilim Bölümü araştırmayı ilginç bularak bir miktar para ve 3 stajyer öğrenci tahsis etmiş. İlk olarak böyle bir duygu yaşayan ama tanımlayamayan kişileri araştırmışlar. Aradıkları duruma uygun tamı tamına 10 bin 968 kişi buluşlar Ankara da. Bu kadar fazla kişi ile mülakat yapamayacakları için sadece yüksek okul veya daha üst eğitim almış kişiler ile mülakat yapmaya karar vermişler ve bu da 202 kişiye tekabül etmiş. Bu kişiler ile yaklaşık yarım saat kadar bir mülakat yapılmış ve bu duygunun ne olduğuna dair bir sonuca ulaşılamamış. Bir sonuca ulaşamayan Gültepe ve “ekibi ne olmadığını bulursak eğer ne olduğunu bulabiliriz” diyerek bu kişiler ile bu duygunun ne olmadığı hakkında mülakat yapmış ve bu duygunun mutluluk , aşk , keder , üzüntü , heyecan , stres , korku , veyahut bu duyguların bir karışımı olmadığı sonucuna ulaşmışlar. Fakat bu sonuca ulaşmak yine de bir anlam ifade etmemiş. Bunun üzerine Gültepe , ülkenin ve dünyanın sayılı dil bilimcileri ile irtibata geçmiş ve durumu anlatmış ve tartışmış. Bütün bu önde gelen dil bilimciler Gültepe’ye yeni bir kelime türetmesini ve bu duyguya adını vermesini tavsiye etmiş. Gültepe bazı kelimeler türetmiş olmasına rağmen tatmin olmamış ve başka bir yola koyulmuş.

    Tıp biliminin yardımı olmadan bu işin içinden çıkamayacağı kanaatine varan Gültepe, yine Hacettepe Tıp fakültesi bölümü başkanı Prof. Dr. Ali Çetin ile görüşmüş ve durumunu anlatmış. Ali Çetin , Gültepe’ye seve seve yardımcı olacağını söylemiş ve birlikte çalışmaya koyulmuşlar. Prof. Çetin , insan vücudunda olan bütün hormonların ve bu hormonların bir biri olan reaksiyona girmesi sonucu oluşan bütün duyguların bir listesini Gültepe’ye vermiş ve insan vücudunda bu duyguların haricinde bir duygu olmasının bilimsel olarak imkansız olduğunu belirtmiş. Fakat bu listede olan bütün duyguların haliyle bir adının olması yüzünden, Gültepe yine aradığını bulamamış.

    Bilimsel yollar bir sonuç vermediğinden Gültepe bu sefer de Felsefe’nin kapsını çalmış. Babasının , kuzeninin bir arkadaşı olan İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümü başkanı ve aynı zamanda Türk Felsefeciler Birliği başkanı olan Ord. Prof. Dr. Ülkü Taşyürek ile görüşmüş. Gültepe’yi dinleyen Ord. Prof. Dr. Taşyürek bu arayışın hayatın anlamını aramak ile eş değer olduğunu anlatmış ve bu arayışın çözümünü bir tek hayatın anlamını bulan birilerinin bilebileceğini kesin olmamak ile birlikte söylemiştir. Bir ekleme yapmıştır Ord.Prof. Dr. Taşyürek “ hayatın anlamını bulan kişilerin bu buluşlarını kimse ile paylaşmadığını çünkü bu buluşlarının adeta cennetten düşen bir hazine olduğunu ve paylaşıldığı zaman değerini yitirmesinden korktuklarını “ söylemiştir. Bunun üzerine araştırmasını sonlandıran Cengiz Gültepe üniversite ve TDK’daki işinden istifa edip bir sahaf dükkanı açmış ve orada kitapların arasında hayatın ve adını koyamadığı duyguyu bulmaya çalışmıştır.

    Cengiz Gültepe ömrünün geri kalanında sadece sahaf ile geçimini sağlamış ve bir evlilik yapmıştır. 2004 yılının 12 haziran gününde , 57 yaşındayken kanser yüzünden hayata gözünü yummuştur. Giderken arkasında gözü yaşlı 1 eş ve 2 kız çocuğu bırakmıştır. Son sözleri ise “ En büyük hazinemi yanımda götürüyorum “ olmuştur.
    #62268 biri beni silksin | 7 yıl önce
    0anket 
  6. bir metro yolculuğu sırasında yazdığım bir tanesi:

    Uzun​ ​ zamandır​ ​ yalnızım...​ ​ Babam,​ ​ ben​ ​ 5 ​ ​ yaşındayken,​ ​ evi​ ​ terk​ ​ etti.​ ​ O ​ ​ günlere​ ​ dair​ ​ tek
    hatırladığım​ ​ şey,​ ​ ben​ ​ dışarıda​ ​ oynarken​ ​ camdan​ ​ aşağı​ ​ düşen​ ​ bir​ ​ bavuldu.​ ​ Eve​ ​ döndüğümde,
    annem​ ​ yüzükoyun​ ​ bir​ ​ şekilde​ ​ kanepede​ ​ uyuyordu.​ ​ Büyük​ ​ ihtimalle​ ​ ağlarken​ ​ uyuyakalmıştı.
    Yaşadığı​ ​ travmadan​ ​ olsa​ ​ gerek,​ ​ o ​ ​ günden​ ​ itibaren​ ​ aşırı​ ​ dindar​ ​ bir​ ​ yaşam​ ​ sürmeye​ ​ başladı​ ​ ve
    beni​ ​ de​ ​ bu​ ​ şekilde​ ​ yetiştirdi.​ ​ Tabii​ ​ ben​ ​ bu​ ​ durumdan​ ​ hiç​ ​ memnun​ ​ değildim.​ ​ “Bir​ ​ mucize​ ​ olsa
    da​ ​ bu​ ​ cehennemden​ ​ kurtulabilsem”​ ​ diyordum​ ​ içimden​ ​ hep...

    Antika​ ​ eşyalar​ ​ satan​ ​ bir​ ​ dükkanımız​ ​ vardı.​ ​ Bu​ ​ da​ ​ bizim​ ​ birilerine​ ​ muhtaç​ ​ olmamamızı
    sağlıyordu.​ ​ Sanırım​ ​ yaşadığım​ ​ hayatın​ ​ tek​ ​ güzel​ ​ yanı​ ​ da​ ​ buydu.​ ​ Kimsenin​ ​ desteğine
    ihtiyacım​ ​ yoktu​ ​ annemden​ ​ başka.​ ​ Benim​ ​ durumumdaki​ ​ çocukların​ ​ büyük​ ​ çoğunluğu
    akrabalarının​ ​ yanında​ ​ kalmak​ ​ zorunda​ ​ kalıyor​ ​ ve​ ​ benimkinden​ ​ daha​ ​ beter​ ​ bir​ ​ hayata
    katlanmak​ ​ zorunda​ ​ kalıyorlardı.​ ​ Benim​ ​ tek​ ​ sıkıntım​ ​ annemin​ ​ aşırı​ ​ dindar​ ​ olmasıydı.​ ​ Bunun
    aslında​ ​ o ​ ​ kadar​ ​ da​ ​ büyütülecek​ ​ bir​ ​ sıkıntı​ ​ olmadığını​ ​ benim​ ​ gibi​ ​ daha​ ​ çok​ ​ babasız​ ​ çocuk
    tanıyınca​ ​ anlayacaktım.​ ​ Ama​ ​ çocukluk​ ​ yıllarında​ ​ bazı​ ​ şeylerin​ ​ pek​ ​ farkında​ ​ olmuyorsunuz.
    18​ ​ yaşımdayken​ ​ annem​ ​ vefat​ ​ etti.​ ​ Artık​ ​ tamamen​ ​ tek​ ​ başımaydım.​ ​ Dükkanın​ ​ sorumluluğu
    tamamen​ ​ bana​ ​ kalmıştı.​ ​ “Keşke​ ​ annem​ ​ biraz​ ​ daha​ ​ uzun​ ​ yaşasaydı​ ​ da​ ​ üniversite
    okuyabilseydim”​ ​ diye​ ​ düşünüyordum...​ ​ Geçimimi​ ​ sağlayabilmek​ ​ amacıyla​ ​ bütün​ ​ günüm
    dükkanda​ ​ geçiyordu​ ​ ve​ ​ eleman​ ​ çalıştıracak​ ​ kadar​ ​ da​ ​ gelirim​ ​ yoktu.

    İşte​ ​ o ​ ​ günlerde​ ​ Sevinç​ ​ Yayoğlu​ ​ isimli​ ​ bir​ ​ iş​ ​ kadını​ ​ hayatıma​ ​ girdi.​ ​ Hayatıma​ ​ girdi​ ​ dediysem
    elbette​ ​ duygusal​ ​ bir​ ​ birliktelik​ ​ değildi.​ ​ Onunla​ ​ tanışana​ ​ kadar​ ​ dükkanım​ ​ bir​ ​ eskici
    dükkanından​ ​ farksızdı.​ ​ İnsanların​ ​ genelde​ ​ kullanmadıkları​ ​ için​ ​ sattıkları​ ​ veya​ ​ sadece
    meraklıları​ ​ tarafından​ ​ alıcı​ ​ bulan​ ​ ürünler​ ​ satıyordum.​ ​ Ama​ ​ onun​ ​ sayesinde​ ​ artık​ ​ pahalı​ ​ sanat
    eserleri​ ​ de​ ​ satmaya​ ​ başladım.​ ​ Neler​ ​ neler​ ​ getirmiyordu​ ​ ki​ ​ bana...​ ​ Dünyanın​ ​ dört​ ​ bir
    yanından​ ​ değerli​ ​ eşyalar,​ ​ hediyelik​ ​ eşyalar,​ ​ nadir​ ​ bulunan​ ​ eşyalar...​ ​ Bu​ ​ sayede​ ​ müşteri
    portföyüm​ ​ de​ ​ sıradan​ ​ halkın​ ​ ötesine​ ​ geçmeye​ ​ başladı.​ ​ Elbette​ ​ zaman​ ​ zaman​ ​ bu​ ​ kadın
    hakkında​ ​ düşüncelere​ ​ dalıyordum.

    “Neden​ ​ ben?”

    “Neden​ ​ beni​ ​ seçti?”

    “Bu​ ​ eşyaları​ ​ nereden​ ​ buluyor?”

    Yine​ ​ de​ ​ bir​ ​ türlü​ ​ bu​ ​ soruları​ ​ ona​ ​ sormaya​ ​ cesaret​ ​ edemiyordum.​ ​ Sanırım​ ​ alacağım
    yanıtlardan​ ​ korkuyordum.​ ​ Ayrıca​ ​ işlerim​ ​ iyi​ ​ gidiyordu.​ ​ Bu​ ​ sorulara​ ​ şimdilik​ ​ cevap​ ​ almasam​ ​ da
    olurdu.

    19​ ​ yaşımdayken​ ​ üniversite​ ​ okumaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Artık​ ​ eleman​ ​ tutacak​ ​ kadar​ ​ gelirim​ ​ vardı.
    İşimle​ ​ ilgili​ ​ olduğundan​ ​ dolayı​ ​ sanat​ ​ tarihi​ ​ okumaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Üniversiteye​ ​ başladıktan
    sonra​ ​ dükkana​ ​ sadece​ ​ derslerden​ ​ sonra​ ​ uğrardım​ ​ ve​ ​ genelde​ ​ yaptığım​ ​ iş​ ​ de​ ​ hesapları
    kontrol​ ​ etmek​ ​ oluyordu.​ ​ Elemanlarımı​ ​ da​ ​ Sevinç​ ​ hanımdan​ ​ aldığım​ ​ için​ ​ gözüm​ ​ arkadakalmıyordu​ ​ pek.​ ​ Aslında​ ​ bir​ ​ nevi​ ​ Sevinç​ ​ hanımın​ ​ antika​ ​ eserler​ ​ ofisi​ ​ müdürü​ ​ gibi​ ​ bir​ ​ şey
    olmuştum.​ ​ Ama​ ​ dediğim​ ​ gibi​ ​ işler​ ​ yolunda​ ​ gittiği​ ​ için​ ​ pek​ ​ de​ ​ sorun​ ​ etmiyordum​ ​ bu​ ​ tür​ ​ şeyleri.
    Gelirim,​ ​ diğer​ ​ öğrencilere​ ​ göre​ ​ hayli​ ​ hayli​ ​ fazla​ ​ olduğu​ ​ için​ ​ öğrencilik​ ​ yıllarımda​ ​ bol​ ​ bol
    seyahat​ ​ etme​ ​ imkanım​ ​ oldu.​ ​ Avrupa’yı,​ ​ Asya’yı,​ ​ Amerika’yı​ ​ karış​ ​ karış​ ​ gezmeye​ ​ çalıştım.
    Üstelik​ ​ tek​ ​ amacım​ ​ gezmek​ ​ de​ ​ değildi,​ ​ Türkiye’de​ ​ karla​ ​ satacağım​ ​ ürünler​ ​ de​ ​ almaya
    çalışıyordum​ ​ gezmeye​ ​ gittiğim​ ​ yerlerde.​ ​ Bu​ ​ sayede​ ​ epey​ ​ partner​ ​ edinme​ ​ imkanım​ ​ da​ ​ oldu.
    Zaman​ ​ zaman​ ​ “Elimizde​ ​ şöyle​ ​ bir​ ​ şey​ ​ var,​ ​ belki​ ​ almak​ ​ istersiniz​ ​ diye​ ​ ilk​ ​ olarak​ ​ sizi
    bilgilendirmek​ ​ istedik.”​ ​ tarzı​ ​ cevaplar​ ​ alıyordum.​ ​ Zaman​ ​ zaman​ ​ gümrük​ ​ problemleriyle
    karşılaşsam​ ​ da,​ ​ onlar​ ​ da​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ sayesinde​ ​ çözülüyordu.​ ​ Sanırım​ ​ her​ ​ güçlü​ ​ iş
    adamının​ ​ bir​ ​ şekilde​ ​ siyasilerle​ ​ bağı​ ​ oluyor.​ ​ Elbette​ ​ kendisinin​ ​ mafyatik​ ​ bağlantıları​ ​ olduğunu
    da​ ​ düşünmüyor​ ​ değildim.​ ​ Ama​ ​ huzurumu​ ​ bozmamak​ ​ adına​ ​ pek​ ​ meraklı​ ​ davranmıyordum.
    İlk​ ​ zamanlarda​ ​ gezilerimden​ ​ pek​ ​ kar​ ​ elde​ ​ edemiyordum.​ ​ Hatta​ ​ ilk​ ​ gezim​ ​ bir​ ​ felaketti.
    Nedense​ ​ çocukken​ ​ hep​ ​ Japonya’ya​ ​ gitmek​ ​ istemiştim.​ ​ Bu​ ​ nedenle​ ​ yurt​ ​ dışına​ ​ açılma​ ​ imkanı
    bulunca​ ​ ilk​ ​ olarak​ ​ oraya​ ​ seyahat​ ​ etmek​ ​ istedim.​ ​ Osaka’da​ ​ bir​ ​ çay​ ​ evinde​ ​ dinlenirken,​ ​ bir
    kedinin​ ​ çok​ ​ değerli​ ​ bir​ ​ porselen​ ​ tabaktan​ ​ mama​ ​ yediğini​ ​ gördüm.​ ​ “İhtiyar​ ​ çaycı​ ​ ya​ ​ deli​ ​ ya​ ​ da
    bu​ ​ porselenin​ ​ değerini​ ​ bilmiyor​ ​ herhalde.​ ​ En​ ​ az​ ​ 20000​ ​ dolara​ ​ satılır​ ​ bu​ ​ porselen”​ ​ dedim
    içimden.​ ​ İhtiyar​ ​ çaycı​ ​ masamın​ ​ yanından​ ​ geçerken​ ​ bileğini​ ​ kavradım​ ​ ve​ ​ “Kedi​ ​ ve​ ​ mama​ ​ kabı
    için​ ​ sadece​ ​ 2000​ ​ dolar​ ​ veririm.”​ ​ dedim.​ ​ İhtiyar​ ​ teklifi​ ​ kabul​ ​ etti.​ ​ Kediyi​ ​ ve​ ​ mama​ ​ kabını​ ​ bana
    getirdi​ ​ ama​ ​ ortada​ ​ bir​ ​ sorun​ ​ vardı.​ ​ Porselen​ ​ tabak​ ​ yerine​ ​ tahtadan​ ​ adi​ ​ bir​ ​ kap​ ​ getirmişti
    ihtiyar.​ ​ “Neden​ ​ porselen​ ​ tabağı​ ​ değil​ ​ de​ ​ bunu​ ​ verdin?”​ ​ diye​ ​ sorduğumda​ ​ “Kedinin​ ​ asıl​ ​ yemek
    tabağı​ ​ bu​ ​ tahta​ ​ tabak​ ​ ama​ ​ kendini​ ​ açıkgöz​ ​ zanneden​ ​ turistleri​ ​ avlamak​ ​ için​ ​ b ​ ​ porseleni
    kullanıyorum.​ ​ Sen​ ​ benden​ ​ ‘kedinin​ ​ tabağı”nı​ ​ istedin,​ ​ ‘kedinin​ ​ yemek​ ​ yediği​ ​ porselen​ ​ tabağı’
    istemedin.​ ​ Nereye​ ​ şikayet​ ​ edersen​ ​ et,​ ​ beni​ ​ haklı​ ​ bulacaklardır”​ ​ dedi.​ ​ “Peki​ ​ bugün​ ​ kaç​ ​ tane
    turist​ ​ avladın?”​ ​ diye​ ​ sordum.​ ​ “En​ ​ az​ ​ 10​ ​ kedi​ ​ satmışımdır”​ ​ dedi.

    Bu​ ​ durum​ ​ ciddi​ ​ anlamda​ ​ moralimi​ ​ bozdu.​ ​ 2000​ ​ dolara​ ​ sadece​ ​ bir​ ​ kedi​ ​ almıştım.​ ​ Kediyi
    Türkiye’ye​ ​ dönerken​ ​ almak​ ​ üzere​ ​ bir​ ​ kedi​ ​ oteline​ ​ yerleştirdim.​ ​ Moral​ ​ bozukluğumu​ ​ gidermek
    amacıyla​ ​ bir​ ​ bara​ ​ gitmek​ ​ istedim.​ ​ Bir​ ​ caz​ ​ bar​ ​ gözüme​ ​ kestirip​ ​ içeri​ ​ girdim.​ ​ İçeride​ ​ turistlerin
    sayısı,​ ​ Japonların​ ​ sayısından​ ​ daha​ ​ fazlaydı.​ ​ Çiftler​ ​ seyahatlerinin​ ​ yorgunluğunu​ ​ az​ ​ da​ ​ olsa
    atabilmeye​ ​ çalışıyor,​ ​ bekar​ ​ erkekler​ ​ otantik​ ​ bir​ ​ sevgili​ ​ edinme​ ​ peşinde,​ ​ sahnede​ ​ çalan​ ​ grup
    ise​ ​ “Umarım​ ​ müziğimizi​ ​ ciddiye​ ​ alıyorlardır”​ ​ diye​ ​ düşünmekte...​ ​ İnsanları​ ​ incelerken​ ​ iki​ ​ tane
    ela​ ​ gözün​ ​ beni​ ​ incelediğini​ ​ fark​ ​ ettim.​ ​ Gözlerin​ ​ sahibinin​ ​ davetkar​ ​ olduğunu​ ​ anlayınca​ ​ da
    masasına​ ​ yöneldim​ ​ ve​ ​ “Merhaba!​ ​ Oturabilir​ ​ miyim?”​ ​ dedim.​ ​ Türkçe​ ​ konuştuğumda​ ​ şaşırdı​ ​ ve
    “Türk​ ​ müsün?​ ​ Peki​ ​ benim​ ​ Türk​ ​ olduğumu​ ​ nasıl​ ​ anladın?”​ ​ diye​ ​ sordu.​ ​ Ona​ ​ ailemin​ ​ Tatar
    kökenli​ ​ olduğunu​ ​ ve​ ​ bu​ ​ nedenle​ ​ herkesin​ ​ beni​ ​ uzakdoğulu​ ​ zannettiğini​ ​ anlattım.​ ​ “Türk
    olduğunu​ ​ bilmiyordum,​ ​ sadece​ ​ şansımı​ ​ denemek​ ​ istedim”​ ​ dedim.​ ​ Güldü​ ​ ve​ ​ “Çok​ ​ şanslısın​ ​ o
    zaman”​ ​ dedi.

    O​ ​ gün​ ​ sabaha​ ​ kadar​ ​ dışarıda​ ​ dolaştık.​ ​ O ​ ​ da​ ​ benim​ ​ gibi​ ​ sanat​ ​ tarihi​ ​ okuduğu​ ​ için​ ​ konuşacak
    konu​ ​ bulmakta​ ​ pek​ ​ zorlanmadık.​ ​ Hayallerimizden,​ ​ gelecek​ ​ planlarımızdan​ ​ da​ ​ bahsettik.
    Daha​ ​ sonra​ ​ uzun​ ​ bir​ ​ sessizlik​ ​ oldu.​ ​ Bir​ ​ saat​ ​ hiç​ ​ konuşmadan​ ​ oturduk.​ ​ Birdenbire​ ​ dudaklarını
    dudaklarımda​ ​ hissettim​ ​ ama​ ​ pek​ ​ uzun​ ​ soluklu​ ​ bir​ ​ öpücük​ ​ olmadı​ ​ bu.​ ​ Dizlerimin​ ​ üstünde
    uykuya​ ​ daldı.​ ​ Ben​ ​ de​ ​ oturduğumuz​ ​ bankın​ ​ üzerinde​ ​ uyuyakalmıştım.​ ​ Sanırım​ ​ gün
    doğumundan​ ​ öğle​ ​ saatlerine​ ​ kadar​ ​ uyumuşuz.​ ​ O ​ ​ hala​ ​ uyurken​ ​ saçlarını​ ​ okşadım​ ​ veparmaklarımı​ ​ yüzünün​ ​ kıvrımlarında​ ​ gezdirdim.​ ​ Daha​ ​ önce​ ​ hoşlandığım​ ​ çok​ ​ kadın​ ​ olsa​ ​ da
    sanırım​ ​ ilk​ ​ defa​ ​ aşık​ ​ oluyordum.​ ​ Bu​ ​ düşünceler​ ​ aklımdan​ ​ geçerken​ ​ uyandı​ ​ ve​ ​ uyku
    mahmurluğuyla​ ​ “Neredeyiz​ ​ biz?​ ​ Saat​ ​ kaç?​ ​ Amma​ ​ uyumuşum...​ ​ Hadi​ ​ bize​ ​ gidelim.”​ ​ dedi.
    Ona​ ​ bugün​ ​ Japonya’daki​ ​ son​ ​ günüm​ ​ olduğunu​ ​ ve​ ​ akşam​ ​ kalkacak​ ​ olan​ ​ uçağım​ ​ için
    hazırlanmam​ ​ gerektiğini,​ ​ eğer​ ​ isterse​ ​ bana​ ​ yardım​ ​ etmek​ ​ için​ ​ gelebileceğini​ ​ söyledim.
    Dışarıda​ ​ öğle​ ​ yemeği​ ​ yedikten​ ​ sonra​ ​ otele​ ​ geçtik​ ​ ve​ ​ birlikte​ ​ eşyalarımı​ ​ düzenledik.​ ​ Otelden
    ayrıldık​ ​ ve​ ​ havaalanına​ ​ gitmek​ ​ için​ ​ taksiye​ ​ bindik.​ ​ Giderken​ ​ hiç​ ​ konuşmadı​ ​ ve​ ​ başını
    omzumdan​ ​ hiç​ ​ çekmedi.​ ​ Havaalanında​ ​ beklerken​ ​ “Seni​ ​ seviyorum”​ ​ dedim​ ​ “Bu​ ​ ilişki​ ​ burada
    bitmesin”.​ ​ Bana​ ​ sıkıca​ ​ sarıldı​ ​ ve​ ​ “Seni​ ​ hep​ ​ bekleyeceğim”​ ​ dedi.​ ​ İletişim​ ​ adreslerimizi
    birbirimize​ ​ verdik​ ​ ve​ ​ son​ ​ bir​ ​ sarılma​ ​ ve​ ​ öpücükten​ ​ sonra​ ​ yollarımıza​ ​ ayrıldık.
    Artık​ ​ 3 ​ ​ ayda​ ​ bir​ ​ Japonya’ya​ ​ gidiyordum.​ ​ İlişkimizin​ ​ üçüncü​ ​ yılında​ ​ evlenme​ ​ teklif​ ​ ettim​ ​ ve
    kabul​ ​ etti.​ ​ Ama​ ​ gelecek​ ​ planlarımızla​ ​ ilgili​ ​ ufak​ ​ bir​ ​ sıkıntı​ ​ vardı.​ ​ O,​ ​ staj​ ​ yaptığı​ ​ müzede
    çalışmak​ ​ istiyor;​ ​ ben​ ​ ise​ ​ Türkiye’deki​ ​ işimi​ ​ devam​ ​ ettirmek​ ​ istiyordum.​ ​ En​ ​ sonunda​ ​ mezun
    olunca​ ​ Türkiye’deki​ ​ işimi​ ​ tamamen​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ devretmeye​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Birikmiş
    paramla​ ​ da​ ​ Japonya’da​ ​ bir​ ​ iş​ ​ kuracaktım.​ ​ Durumu​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ anlattım​ ​ ve​ ​ kabul​ ​ etti.
    “Seninle​ ​ çalışmak​ ​ güzeldi,​ ​ bir​ ​ daha​ ​ nasıl​ ​ bulacağım​ ​ ki​ ​ senin​ ​ gibi​ ​ birisini?”​ ​ diyerek​ ​ de
    üzüntüsünü​ ​ belirtti.​ ​ Mezun​ ​ olana​ ​ kadar​ ​ burada​ ​ kalacağımı​ ​ söyleyip​ ​ içini​ ​ ferahlattım.
    Mezun​ ​ olduktan​ ​ sonra​ ​ işleri​ ​ toparlamak​ ​ ve​ ​ Japonya’daki​ ​ yeni​ ​ hayatımı​ ​ finanse​ ​ etmek​ ​ için​ ​ bir
    süre​ ​ daha​ ​ Türkiye’de​ ​ kaldım.

    Bir​ ​ gün​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ beni​ ​ deposuna​ ​ çağırdı.​ ​ Asya​ ​ pazarında​ ​ satmak​ ​ istediği​ ​ bir​ ​ oda​ ​ dolusu
    antika​ ​ eşya​ ​ vardı.​ ​ “Bunları​ ​ sattıktan​ ​ sonra​ ​ geri​ ​ dönmek​ ​ zorunda​ ​ değilsin.​ ​ Ama​ ​ arada​ ​ sırada
    aramayı​ ​ unutma.​ ​ Bir​ ​ kalemde​ ​ silip​ ​ atma​ ​ hemen​ ​ eski​ ​ ortağını.”​ ​ dedi.​ ​ O ​ ​ gün​ ​ vedalaştıktan
    sonra​ ​ eşyaları​ ​ götürecek​ ​ olan​ ​ gemiye​ ​ bindim​ ​ ve​ ​ Japonya’ya​ ​ doğru​ ​ ilk​ ​ gemi​ ​ yolculuğuma
    başladım.

    Gemi,​ ​ Osaka​ ​ limanında​ ​ yüklerini​ ​ boşalttı.​ ​ Limanda​ ​ beni​ ​ nişanlım​ ​ ve​ ​ eşyaları​ ​ teslim​ ​ almaya
    gelen​ ​ aracı​ ​ kurum​ ​ vardı.​ ​ Bürokratik​ ​ işlemleri​ ​ ve​ ​ ödeme​ ​ işlemleri​ ​ halledildikten​ ​ sonra
    tamamen​ ​ özgür​ ​ kaldım​ ​ ve​ ​ nişanlımın​ ​ evine​ ​ doğru​ ​ yola​ ​ çıktım.​ ​ Eve​ ​ girer​ ​ girmez​ ​ yorgunluktan
    uyuyakaldım.​ ​ Bu​ ​ duruma​ ​ nişanlım​ ​ çok​ ​ üzülmüş,​ ​ çünkü​ ​ bana​ ​ yaptığı​ ​ yemekleri​ ​ yiyememişim.
    Bana​ ​ öyle​ ​ söyledi.​ ​ Çalan​ ​ telefon​ ​ beni​ ​ uyandırdı.​ ​ Arayan​ ​ Sevinç​ ​ hanımdı.​ ​ “Merhaba​ ​ Sevinç
    hanım,​ ​ nasılsınız?​ ​ Bir​ ​ sorun​ ​ yoktur​ ​ umarım?”​ ​ diye​ ​ cevapladım​ ​ telefonu.​ ​ “Ah​ ​ yok,​ ​ Giray​ ​ bey.
    Her​ ​ şey​ ​ yolunda.​ ​ Ama​ ​ eşyaların​ ​ arasına​ ​ benim​ ​ pelesenk​ ​ ağacından​ ​ yapılmış​ ​ bir​ ​ kutum
    vardı,​ ​ o ​ ​ da​ ​ karışmış.​ ​ Kutu​ ​ benim​ ​ için​ ​ önemli​ ​ değil​ ​ ama​ ​ içinde​ ​ benim​ ​ günlüğüm​ ​ vardı.​ ​ Manevi
    önemi​ ​ olan​ ​ bir​ ​ şey​ ​ sonuçta.​ ​ Acaba​ ​ rica​ ​ etsem,​ ​ günlüğümü​ ​ bulabilme​ ​ imkanınız​ ​ var​ ​ mı?”
    dedi.​ ​ “Merak​ ​ etmeyin​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ elimden​ ​ geleni​ ​ yapacağım.”​ ​ deyip​ ​ telefonu​ ​ kapattım.
    Nişanlım​ ​ bana​ ​ sarılıp​ ​ “Artık​ ​ sadece​ ​ benim​ ​ ol,​ ​ lütfen...”​ ​ dedi.​ ​ Sarılıp​ ​ uyuduk.​ ​ Ertesi​ ​ gün
    nişanlım​ ​ ve​ ​ arkadaşları​ ​ benim​ ​ için​ ​ bir​ ​ parti​ ​ düzenlediler.​ ​ Ancak​ ​ Sevinç​ ​ hanımın​ ​ telefon​ ​ ettiği
    günden​ ​ bir​ ​ hafta​ ​ sonra​ ​ kutu​ ​ ile​ ​ ilgilenme​ ​ imkanım​ ​ oldu.​ ​ Ama​ ​ ne​ ​ yazık​ ​ ki​ ​ eşyaların​ ​ hepsi
    satılmıştı​ ​ ve​ ​ kutu​ ​ da​ ​ ortalarda​ ​ yoktu.​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ durumu​ ​ izah​ ​ ettim​ ​ ve​ ​ kutunun​ ​ izini
    sürmemi​ ​ isteyip​ ​ istemediğini​ ​ sordum.​ ​ O ​ ​ da​ ​ gerek​ ​ olmadığını​ ​ ama​ ​ düğün​ ​ günümde​ ​ benimle
    bir​ ​ şey​ ​ konuşmak​ ​ istediğini,​ ​ bu​ ​ konunun​ ​ da​ ​ günlükle​ ​ ilgili​ ​ olduğunu​ ​ söyledi.​ ​ Ben​ ​ de​ ​ bunun
    üzerine​ ​ olayı​ ​ unutmaya​ ​ ve​ ​ düğün​ ​ planlarıma​ ​ odaklanmaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Nişanlımın​ ​ ısrarlarıüzerine​ ​ hem​ ​ Batı​ ​ tarzı​ ​ hem​ ​ de​ ​ Japon​ ​ tarzı​ ​ bir​ ​ düğün​ ​ yapmaya​ ​ karar​ ​ verdik.​ ​ Sevinç​ ​ hanımın
    gelişi​ ​ de​ ​ çeşitli​ ​ sebeplerden​ ​ ötürü​ ​ düğünümüzden​ ​ bir​ ​ hafta​ ​ sonraya​ ​ ertelendi.​ ​ Ama​ ​ biz​ ​ de
    balayı​ ​ hazırlıklarına​ ​ başladığımız​ ​ için​ ​ görüşmemiz​ ​ çok​ ​ daha​ ​ sonraki​ ​ bir​ ​ tarihe​ ​ ertelendi.
    Balayımızı​ ​ Okinawa’da​ ​ geçirmeye​ ​ karar​ ​ vermiştik.​ ​ Uçağa​ ​ bineceğimiz​ ​ gün​ ​ Sevinç​ ​ hanımdan
    bir​ ​ e-posta​ ​ geldi.

    “Sevgili​ ​ Giray,

    Senin​ ​ bir​ ​ aile​ ​ kurduğunu​ ​ görmek​ ​ beni​ ​ çok​ ​ mutlu​ ​ etti.​ ​ Umarım​ ​ bu​ ​ mutluluğu​ ​ bu​ ​ mail​ ​ ile​ ​ sabote
    etmiş​ ​ olmam.​ ​ Ama​ ​ madem​ ​ günlüğüm​ ​ kayboldu​ ​ ve​ ​ sırrımın​ ​ açığa​ ​ çıkma​ ​ tehlikesi​ ​ var;​ ​ ben​ ​ de,
    sen​ ​ başkalarından​ ​ öğrenmeden​ ​ önce​ ​ benden​ ​ öğren​ ​ diye​ ​ sana​ ​ yazmaya​ ​ karar​ ​ verdim.
    Her​ ​ ne​ ​ kadar​ ​ erkek​ ​ olarak​ ​ doğsam​ ​ da,​ ​ ben​ ​ kendimi​ ​ bir​ ​ kadın​ ​ gibi​ ​ görüyordum​ ​ ve​ ​ erkek
    bedenine​ ​ hapsedilmiş​ ​ gibiydim.​ ​ Toplum​ ​ beni​ ​ erkek​ ​ gibi​ ​ yaşamaya​ ​ zorladı.​ ​ Sanırım​ ​ yaptığım
    en​ ​ büyük​ ​ hata​ ​ evlenip​ ​ çocuk​ ​ yapmaktı.​ ​ Ama​ ​ bu​ ​ gerçekten​ ​ çok​ ​ zordu​ ​ benim​ ​ için.​ ​ Ne​ ​ zorluklar
    çektiğimi​ ​ bir​ ​ bilsen​ ​ hayatta...​ ​ Sen​ ​ beni​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ olarak​ ​ tanısan​ ​ da​ ​ aslında​ ​ ben​ ​ senin
    babandım.​ ​ Sana​ ​ destek​ ​ çıkabilmek​ ​ için​ ​ annenin​ ​ vefatını​ ​ bekledim.​ ​ Belki​ ​ yanlış​ ​ bir​ ​ davranıştı
    ama​ ​ annenin​ ​ karşısına​ ​ çıkacak​ ​ cesaretim​ ​ yoktu...

    Seni​ ​ ve​ ​ anneni​ ​ terk​ ​ ettikten​ ​ sonra​ ​ kendime​ ​ yeni​ ​ bir​ ​ hayat​ ​ kurdum​ ​ ve​ ​ cinsiyetimi​ ​ değiştirdim.
    Çok​ ​ çalıştım​ ​ kendimi​ ​ insanlara​ ​ kabul​ ​ ettirebilmek​ ​ için​ ​ ve​ ​ bu​ ​ sayede​ ​ d ​ ​ epey​ ​ zengin​ ​ oldum.
    Neyse​ ​ ki​ ​ geç​ ​ de​ ​ olsa​ ​ sana​ ​ destek​ ​ olabildim​ ​ hayatta​ ​ ve​ ​ evlenip​ ​ bir​ ​ aile​ ​ kurmuş​ ​ olman​ ​ beni
    gerçekten​ ​ mutlu​ ​ etti.​ ​ Seni​ ​ ve​ ​ eşini​ ​ rahatsız​ ​ etmek​ ​ istemiyorum.​ ​ Benden​ ​ bağımsız​ ​ bir​ ​ şekilde
    hayatınızı​ ​ yaşayın.​ ​ Çünkü​ ​ ben​ ​ hayatınızda​ ​ olursam​ ​ yaşanmış​ ​ trajedilerin​ ​ bir​ ​ hayalet​ ​ gibi​ ​ sizi
    takip​ ​ etmesinden​ ​ korkuyorum.​ ​ Umarım​ ​ mutlu​ ​ bir​ ​ aileniz​ ​ olur​ ​ ve​ ​ ölünceye​ ​ kadar​ ​ mutlu​ ​ bir​ ​ çift
    olursunuz.

    Her​ ​ şey​ ​ için​ ​ teşekkürker.”
    #74440 touma seguchi | 7 yıl önce
    0anket 
  7. kısa bir öykü

    uyandım.
    öyle ani ve sarsılarak uyandım ki kalbime ağrı saplandı.sağ elimi kalbime bastırıp yatağın içinde kıvrıldım. kalbim yavaş yavaş kendine gelirken tekrar uyumaya çalıştım ama saat kaç acaba diye düşünmemle merakıma yenik düştüm ve uykumu kaçıracağını bilmeme rağmen elimi yatağın yanındaki komodinde rast gele oynatarak telefonumu bulmaya çalıştım. telefonu bulmaya çalışırken elim başka bir şeye çarptı, normalde orada olmaması gereken bir şeye.o an gözlerim fal taşı gibi açıldı, kalp atışlarım korku ile hızlanır ve vücudum deli gibi adrenalin salgılarken o bileğimi tuttu. o kadar sıkı tuttu ki kangren olabilirdim. karanlıkta boğazdan gelen hırıltı gibi bir kahkaha sesi duydum ardından o kahkahanın sahibi şöyle söyledi : "üzülme, bir daha hiçbir şey uykunu kaçıramayacak ."
    #145000 imnilaying | 6 yıl önce
    0anket 
  8. okuduğunda, kim olduğunu hatırladığı cümleler onun elinden çıkmıştı. hep elinin altındaydı anlamlı, duygu yüklü notu.

    her biri ince ince düşünülmüş, yürekten dökülmüş, hangi hislerle yazıldığını okuyana hissettiren kelimeler dizisiydi.

    en son okuduğunda, duygusuyla akan göz yaşlarının kurumuş izlerini gördü kağıdın kenarında... ve hüzünle karışık tebessüm etti.

    "bekle! geliyorum" dedi ve koyuldu yola. artık zamanı gelmişti.
    #132244 esinti | 6 yıl önce
    0anket 
  9. hastane bahçesinde oturuyorum. ılık ve rüzgarlı bir gün. yeşil yapraklar arada savruluyor, açık renkli gölgeler altındayım. elimde küçük bir kağıt, üzerinde birkaç harf ve rakam. pek bir şeyim yokmuş. strese bağlı bozukluklar. iyiyim görünüşte. fakat içimde bir endişe var. içimdeki endişe, kendini banklara zor atan yaşlıların, içeride bir sürü umut ve mutluluk bırakarak çıkmış yıkık orta yaşlıların haliyle de geçecek gibi değil. bir şeyden korkuyorum. aklıma babam ve dedem geliyor. dedem, ölene değin hastane ve hastalık yüzü görmedi. çöktüğünde, öyle hızlı yol aldı ki, sanki o güne dek hep içerden çürümüştü. babamı düşünüyorum, arada grip olması dışında, hastane yüzü görmedi o da. bir gün aynı sonun onu da beklemesinden korkuyorum. oysa dayılarım öyle değildirler. şekerle, tansiyonla boğuşan, sızlanan, yataklara düşen, fakat hayata babamın ve dedemin toplamından daha hırsla sarılı, doymaz insanlardılar. bir şey attıkları yoktu içlerine. ruhları doymasa bile, çalışkan olsalar bile, bir tarafları sürünürken dişleri yaşamın etine dibine kadar geçmiş halde oldular hep.

    bir korku, mavi gökyüzünü önce beyazla, sonra gri ve siyahla kapatan bulutlar gibi, uzaktan kendini belli ediyor. korkuyu getiren rüzgarı da, yönünü de biliyorum. babam ve dedem gibi olmaktan korkuyorum. hastalıklardan şikayet etmedim bunca zaman. ben onlardan önce, genç yaşımda, içimi çürüten ve adına stres dediğimiz sanki elimizi yıkasak geçecekmiş gibi kendimize yakıştırmadığım o eğreti yükün, endişenin altında omuzlarım yerinde ama içim çürüyerek ölüme erken varmaktan korkuyorum. tek bir hastalık, tek bir düşüş. ölüm veya, ölüden farksız bir hayat. gittikçe derine inen bir denizaltı gibi, basınca dayanamayan civataların ve vidaların patlak vereceği yeri düşünürken acaba ömrümün hangi erken zamanında olacak bu düşüncesi.

    simit ve çay alıyorum, gölgede bir masada tek başıma ziyafet çekiyorum böylece. aklıma o adam geliyor, " babam 52 yaşında kalp krizinden öldü, bir amcam 50 de kalp krizinden, diğeri 50 nin başında ve bir kriz geçirdi bile, biliyorum ne kadar yaşayacağımı, 50 den sonra hangi gün olduğuna bakar, nasıl öleceğim belli" yüzü gülüyordu bunları söylerken. dalga geçiyordu kaderle ve ölümle, bir trajediden ibaretti yaşamak, acelesi yoktu. ne zaman öleceğini bilmenin hayata verdiği anlamsız tat. 25 yıl sonrası için olsa bile. oysa üzülüyordu, korkuyordu. parıldayan ve gülen gözlerinin ardındaki hayal kırıklığını, kabul etmemişliği görebiliyordum. saklıyordu, başı dikti ve çözümlemişti işte her şeyi. acıyacak, yargılayacak gözlerden kaçmak için çekilmiş bir perde.

    bir saat sonra evimdeyim. arkadaşımdan haber alıyorum, çocuğu hastaymış bir haftadır, ateşler içinde yanmış yavrucak. başında beklemişler, şimdi iyiymiş. çocuk yetiştiren insanların, hayatın bütün gereksiz angaryasının arasında asıl meseleyi bulmuş ve kavramışlık mesudiyeti, aynı zamanda ciddiyeti içinde, her sözlerine ve hareketlerine sinmiş çocuk sevgisi. sanki o çocuk ve bebek kaldıkça onlar da ölümsüz kalacak gibi. ve çocuklar yetişip olgunlaştığında, anne babaların kendilerini ölüme daha rahat bırakması, sadece görevini yerine getirmişlikten mi yoksa o ölümsüzlük hissinin, o küçücük ve taze filiz gibi çocuğun hepi topu yüzü ölüme bakar kırışık bir genç sonrasına dönüşmesinden mi bilmiyorum.

    ertesi sabah, yapacak hiçbir şeyim yok ama yapılacak en güzel şey eyüp sultan kabristanına gitmek oluyor benim için. serviler altında oturuyorum. mezarlıklardan bile para kazanılabilen bir çağda, sanki ölmemiş gibi ölülerin temiz bakımlı ve mermer mezarlarının altında, fiziken yokluğa yakın bir şeylerin olduğunu düşünüyorum.huzur buluyorum, ne kadar da yoklar, benim varlığım karşısında. pierre loti ye gidip kahvaltı yapacağım, bütün haliç bir mezarlık sırtı gibi görünüyor gözüme. içimdeki mezarlıkları ziyaret etmeye korkan ben, başkalarının ölümüyle avunacak kadar çiğim daha.
    #101548 passageoflord | 7 yıl önce
    0anket 
  10. Zaten, bu şehirde, kim farkedilmişti de o farkedilsindi... İdealler ve tanrılar bile çarpık sokaklarda kuruyup fısıltılara dönüşürken, insanları kim hatırlardı ki? Ferit değil. Hemen karşısında dikilen garsonda, yirmi metre ilerdeki meyhaneci Ayhan'da. Sokağın başını tutan Mustafa'da hatırlamazdı, lokanta işleten Fehmi'de. İçlerinden biri ölse yirmi güne tatlı bir anı haline gelir, bir yıla o anılar da solup giderdi. Geriye bir oturuşta bütün bir fıçı şarabı içebilen Ayhan'la ilgili bir hikaye, on kez vurulmasına rağmen hep ölümden kurtulmuş Mustafa'yla ilgili anlık bir şaşkınlık kalırdı. Fehmi'nin yaptığı fava özlenirdi belki. Bardağın dibindeki tortular misali... Yaşarken değerliydi insan. Ne o ne de şehir ölülerle ya da yanında olmayanlarla pek zaman kaybetmezdi.

    Biri hariç. Ama onun da arkasından bütün İstanbul ağlamıştı, o yüzden yas sadece Ferit'in yas sayılmazdı. Kediler farelere sarılmıştı o gittiğinde. İlk ve son defa birilerine gitme diyecek kadar düşmüştü. Sözcüğün ne kadar anlamsız olduğunu da o gece, Haydarpaşa istasyonundayken öğrenmişti.

    Ondan sonrası bulanık. Bir yıl oluyordu galiba onu kaybedeli, on yıl da olmuş olabilirdi. Zamanla iyi değildi arası. Bir haftadan uzun, bir asırdan kısa süredir sol tarafında ağır bir boşluk hissediyordu. Acının zamanla geçeceğini söylemişlerdi. Tuhaf, çünkü her geçen gün arttığını hissediyordu Ferit. Sızlamaya dönüşüp, sonra da yok olması gerekirken ilk gece batan bıçaklar, gün geçtikte ısınıyordu sanki.

    #132249 raistlin | 6 yıl önce
    0anket 
  11. öncesi:



    Rosalie, bütün gün sabırsızlıkla Antoine’ın dönüşünü bekledi. Antoine sayesinde hem ilk defa aşk denen gizemli ülkeye adımını atmış, hem de bir hanımefendi olmaya ilk adımını atmıştı. Antoine’ın kendisine olan sevgisinin azalmaması için de işlerini aksatmamak için çaba harcamıştı. İlk başta sadece hizmet etmek zorunda olduğu için evin işlerine bakıyorken, şimdi sevdiği adam döndüğünde ona düzenli ve güzel görünen bir ev göstermek için çalışıyordu. Bu durum baş hizmetçi Carmen’in de dikkatini çekmiş ama efendisi gelene kadar sessiz kalmasının iyi olacağını düşündüğünden Rosalie’ye pek bir şey belli etmemişti.

    Nihayet akşam olduğunda tüm hizmetçi kadrosu arabasından inen Antoine’ı karşılamak için kapıya dizildi. Antoine içeri girerken Rosalie’nin önlüğünü gizlice çekti ve bıraktı. Rosalie mesajı almıştı. Akşam yemeğinden sonra müzik odasında buluşacaklardı. İçi içine sığmıyordu.

    Antoine akşam yemeği yerken, Rosalie, odasında dört dönüyordu. Nihayet hizmetçilerin masayı toplaması gerektiği anlamına gelen zili çaldı Antoine ve müzik odasına gitti. Rosalie de odasından çıkıp müzik odasına gitti.

    Rosalie, kapıyı açtığında Antoine yine doğaçlama bir şeyler çalıyordu. Antoine, Rosalie’nin geldiğini görünce “Güzel haberlerim var. Marchand, sana ders vermeyi kabul etti. Ama sırrımızı saklamak için epey bir oyun oynamam gerekecek.” dedi, klavseni çalmaya devam ederken. Rosalie sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. Efendisinin yanına çömelip klavseni dinlemeye başladı.

    “Bu arada adın ne senin?”

    “Rosalie...”

    “Rosalie demek... Ne güzel bir isim...”

    Antoine klavseni çalmayı bıraktı ve odadaki kanepeye uzandı. Rosalie de yanına gidip yanına çömeldi ve kollarıyla Antoine’ı sardı. Uzun bir süre öyle kaldılar.

    Sonra, nedense, Rosalie içinde tuhaf bir şey hissetti. İlk defa böyle bir hisse kapılmıştı. Ayağa kalktı ve eğilerek dudaklarını Antoine’ın dudaklarına yapıştırdı. Uzun bir süre birbirlerini öpüp koklaştılar. Ta ki Rosalie’nin eli Antoine’ın vücudunun alt bölgelerine gidene kadar...

    “Ne yapıyorsun?!”

    “Yapmayacak mıyız?”

    “Hayır! Sen delirdin mi? Evli değiliz henüz.”

    “Ama evlenmeyecek miyiz?”

    “Bilmiyorum...”

    “Olsun... Yine de seninle bir olmak istiyorum.”

    “Olmaz! Evlenmediğim kişiyle tek vücut olmam ben! Hem sen Tanrı’ya inanmıyor musun? Böyle bir şey yapmamızın günah olduğunu bilmiyor musun?”

    “Ama soylular çok kafaya takmıyorlar böyle şeyleri.”

    “Ben Tanrı’yı seven ve Tanrı’dan korkan biriyim Rosalie. Keşke sen de öyle olsaydın. Şu an tiksindiğim Versailles kadınlarından çok da farkın kalmadı. Onlar da senin gibi evliliğe önem vermiyor. Zevklerinin ve arzularının peşinde koşuyorlar. Bugüne kadar neden evlenmedim zannediyorsun?”

    “Özür dilerim... Ben seni mutlu etmek istemiştim...”

    “Özür dilemesi gereken benim. Sadece güzel yüzünden ötürü seni aradığım aşk zannetmiştim. Ama soylu ya da serf arasında çok da fark yokmuş. Senin sayende anladım. Anlaşılan o ki, en başından beri ikimizi de bir hataya sürüklemişim.”

    Rosalie, ağlamaya başladı. Koşarak müzik odasından çıktı ve odasına gitti. Antoine da Tanrı’dan merhamet dilenmek için dua odasının yolunu tuttu.

    İkisi için de zor bir gece olacaktı. Antoine “Bir dahaki sefer aynı hatayı yapmam umarım” diye yatağının üzerinde düşünürken uyuyakaldı. Ama Rosalie’yi uyku tutmuyordu. Gündüz, belki de dünyadaki en mutlu insandı. Ama bu mutluluğu saman alevinden bile kısa sürmüştü. Artık bu evde kalamazdı. Ama başka hangi efendi ona Antoine kadar iyi davranacaktı ki? Buradaki herkes Antoine’ın aile üyesi gibiydi. Hizmetçiler Antoine’ı gerçekten sevdikleri için saygıda kusur etmiyorlardı. Ama diğer efendilerin hizmetçileri türlü işkenceler sebebiyle saygı duymak zorunda kalıyorlardı.

    Rosalie, bir yol bulamayacağına emin oldu. Geceliğini değiştirmeden ormana gitti ve kendisini gölün sularına bıraktı.

    Sabah olduğunda, hizmetçiler uyanan efendilerini karşılamak için sıraya girdiler. Ama Rosalie ne odasındaydı, ne de hizmetçilerin yanına gelmişti. Antoine odasından çıktı ve aşağı indi. Hizmetçilere bakarken Rosalie’nin aralarında olmadığını gördü.

    “Carmen, bir kaçağımız var galiba?”

    “Evet Monsieur... Rosalie’yi bu sabah bulamadık.”

    “Peki...”

    “Kaçıp gitti demek...” diye düşündü içinden. Kimse onun intihar ettiğinden şüphelenmediğinden onu aramak da kimsenin aklına gelmedi.



    _____________________________

    devam edecek.
    7anket 
  12. öncesi:



    Antoine, Versailles’a ulaştığında onu bir serf karşıladı.

    “Majesteleri kral hazretleri sizi bekliyor, mareşal.”

    Serfin öncülüğünde Versailles’ın koridorlarını dolanarak kralın odasına ulaştılar. Antoine, kralın karşısında diz çöküp onu selamladı.

    “Hoş geldin Antoine. Seninle konuşmak istediğim şeyler var.”

    “Dinliyorum majesteleri.”

    “Serflerinden Rosalie geçen gece intihar etti.”

    Antoine, şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Kendini toparladı ve “Ben de kaçtığını düşünmüştüm.” dedi.

    “Aranızda ne geçtiyse geçti. Artık önemli değil. Adamlarım halletti. Paris’te kimse dedikodusunu yapamayacak bu olayın merak etme.”

    “Siz nasıl bildiniz?”

    “Şimdilerde Konstantiniyye denilen şehirdeki padişahın sarayında bile casuslarım var.”

    “Beni neden izletme gereği duydunuz?”

    “Senin güvenliğin için elbette. Defalarca canımı kurtardın. Her ne kadar otoriter birisi olsam da ben de insanım. Hiç dostum olmasa da, arada sırada bazı insanları diğer insanlardan daha üstte tutuyorum. Elbette bana ihanet etmedikleri sürece.”

    “Size asla ihanet etmem majesteleri.”

    “Biliyorum, biliyorum.”

    “Bu arada, lütfen yanlış anlamayın ama, adamlarınız Rosalie’yi intihar ederken gördüyse neden müdahale etmediler?”

    “Onlar sadece izlerler. Sadece çok gerekliyse müdahale ederler. Şanslısın ki, dün gece uyku tutmamıştı beni. Bahçelerde gezinirken istihbarat subayı da olay hakkında beni bilgilendirdi. Ben de kızın cesedini gölden çıkarıp gömmelerine ve ailesine haber vermelerini istedim. Elbette ki tüm hizmetçilerinin bir listesi de istihbaratta olduğundan aile evini bulmak zor olmadı. Ama ailesi öleli 10 sene olmuş. Bu sebeple de kimsesizler mezarlığına gömdürdüm.”

    “Keşke evimin bahçesine gömebilseydim.”

    “Antoine, artık Rosalie’yi unut. Sen benim en iyi subaylarımdansın. Melankoliye kapılmamanı emrediyorum. Seni bir hizmetçi yüzünden kaybetmem acı olur.”

    “Emredersiniz!” diye bağırdı Antoine.

    “Güzel. Ama unutma ki ‘devlet benim’. Eğer olur da melankoliye kapıldığını hissedersem bir sonraki görüşmemiz daha sert bir havada geçer. Olan oldu. Artık bir şeyi değiştiremezsin. Güzel anılarınla Rosalie artık kalbinde yaşasın.”

    “Emredersiniz!”

    “Güzel. Çıkabilirsin, Antoine.”

    Antoine, XIV. Louis’nin emrettiği gibi melankoliye kapılmadı. Zaten Rosalie’nin de soylu kadınlardan bir farkı olmadığını görmek, ona olan sevgisini bir anda silmişti kalbinden. Sadece bir gün için de olsa aşkı tadabilmesi güzeldi. Bu da yeterdi ona.

    Antoine’ın günleri, eskisinden farksız geçiyordu. Arada sırada malikanesinin yakınlarındaki göle bakıp Rosalie’yi anması haricinde.



    Bir tatil günü, malikanesinin yakınlarındaki ormanda avlanırken bağırma sesleri duydu. Atını hızlıca seslerin geldiği yere doğru sürdü.

    Bir grup haydut, bir arabanın etrafını sarmıştı. Yerde de yaralanmış bir adam vardı. Adamın yanında bir kadın diz çökmüş ve ağlıyordu.

    Antoine hiç tereddüt etmeden atını adamlara doğru sürdü. Atına yaptırdığı çevik hamleler sayesinde haydutları kovmayı başardı.

    Kadın tuhaf aksanıyla “Monsieur! Bubamı vurdular! Lütfen iardım edin!” diye bağırdı. Adam omzundan vurulmuştu. Ama sıcak mermi, omzundan aşağı kayıp iç organlarını parçalayabilirdi. Bu sebeple sabit bir şekilde taşınıp arabaya yüklenmesi gerekiyordu.

    “Sakin olun madame. Önce arabaya taşıyalım. Buralarda doktor bulmak güç ama Versailles’dan çok uzakta değiliz. Subay olduğum için oradaki doktorlar babanızı tedavi ederler.”

    Endişeli olduğu için kadın söylenilen çoğu lafı anlamadıysa da babasını arabaya taşıası gerektiğini anlamıştı. Adamı dikkatlice arabaya taşıyıp hızlıca Versailles’a doğru yol almaya başladılar.

    Neyse ki mermi adamın omzunda takılı kalmış ve adamın hayatını tehlikeye sokmamış. Doktorlar Antoine’a ve Sofia’ya cerrahi müdahale yapılırken dışarıda beklmeleri gerektiğini söylediler.

    “Şanslısınız madame, kocanıza bir şey olmamış.”

    Bu cümle üzerine, Sofia’nın yüzü kızardı ve “O benim kocam değil! O benim bubam!” dedi.

    “Özür dilerim mademoiselle!" dedi. "Buba" kelimesini şimdi anlamıştı. "Babanız çok genç duruyordu.”

    “Evet, belki sizden 10 yaş büyüktür. Ama Rusya’da insanlar buradakinden çok daha genç evleniyor. Neyse ki çarımız Pyotr sayesinde Rusya da Fransa gibi olmaya başladı.”

    “Demek aksanınız ondan...”

    “Özür dilerim. Çok çabalasam da arada sırada yanlış telaffuz ettiğim kelimeler oluyor.”

    Antoine Sofia’nın yüzünü incelemeye başladı. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teniyle Fransa’daki herhangi kadından pek de bir farkı yoktu. Ama saçları adeta altından yapılmıştı. Daha önce bu kadar parlak sarı saçlı bir kadın görmemişti. Gözleri de daha önce hiç görmediği tonda bir maviydi. Bembeyaz teni, kadını sanki ölüymüş gibi gösteriyordu.

    “Monsieur?”

    “Özür dilerim. Daha önce hiç Rus görmemiştim. Avrupalılardan çok da farklı değilmişsiniz. Sizleri hep Moğollardan ve Türklerden farkınız yokmuş gibi bilirdim.”

    “Evet monsieur haklsınız. Bizi de eskiden Tatarlardan ayıran pek bir şey yoktu. Ama çarımız Sankt-Peterburg’u kurduğundan bu yana biz de Fransızlar gibiyiz.”

    Antoine “çar” kelimesinin ne olduğunu bilmese de kadının her “çar” dediğinde gözlerinin parlamasından “çar”ın onların kralı olduğunu anladı. Sofia, Pyotr’a büyük minnet duyuyor olmalıydı.

    --------

    devam edecek.
    2anket 
  13. ertuğ gediz, bir hayli geç yaşta müziğe başlamasına rağmen geç yaşta da olsa juilliard'a kabul edilmesinin heyacanıyla gitmişti abd'ye. diğer müzik okullarının aksine juilliard'ın yaş sınırı olmaması onun için büyük bir fırsattı.

    her ne kadar büyük bir heyecanla abd'ye gelse de, burada aradığını pek bulamamıştı. amerikalıların klasik müziğe pek ilgisinin olmadığını önceden bildiği için bu konuda çok da hayal kırıklığına uğramış sayılmazdı. onun derdi, türkiye'dekinin aksine kendisiyle aynı düşüncelere sahip insanlarla bir arada olabilmekti. ama aynı fikirde olduğunu zannettiği insanlarla tanışınca, o kişilerle de aslında aynı fikirde olmadığının farkına vardı. bu durum onu biraz hayal kırıklığına uğratmıştı.

    türkiye'deyken sürekli yazıştığı kişiler, aklındakinden çok farklıydı.

    zamanla onların çoğuyla da iletişimini kesti. yine türkiye'de olduğu gibi keman çalışmaktan yorulduğunda tek başına içmeye gidiyor ya da kitaplara sığınıyordu.

    aile mirasını abd'de müzik öğrenimine ayırması, çoğu kişi için aptalca bir fikirdi. ama bu miras sayesinde new jersey-patterson'da bir ev alabilmişti. bu çevrede ise sadece komşusu olan sipos ailesi ile yakınlık kurmuştu. sipos ailesinin annesi manny, zaman zaman ertuğ'dan türk yemekleri için tarif alır ve akşam yemekleri bazen ertuğ'un evinde bazen de sipos ailesinin evinde yenirdi.

    yine de bu durum çok uzun sürmedi. iki yıl süren dostluğun ardından sipos ailesi, vergi avantajlarından ötürü florida'ya göç etme kararı aldılar. ertuğ yine yalnız kalmıştı.

    not: devam edecek.
    2anket 
  14. “Ekin bey... Ekin bey...”

    Hostesin omzumu defalarca dürtmesi üzerine irkildim.

    “Özür dilerim Ekin bey ama birazdan inişe geçeceğiz, lütfen kemerinizi bağlayın”

    “Teşekkür ederim” dedim kemerimi bağladım.

    Uçak Narita Havaalanına indi ve girişte yine o tanıdık ifadeyi gördüm:

    おかえりなさい (Hoşgeldiniz)

    Kelimedeki “かえる” (geri dönmek) ifadesi bana hep “geri döndüm ve umarım ayrılmam” dedirtiyordu. Ama her seferinde kendimi farklı bir yerde buluyordum. Zaten Sibel’in beni reddetmesi de uzun süre Japonya’da kalıcı bir düzenim olmayacağına işaret ediyordu.

    Sibel’le seneler önce okuduğum üniversitenin düzenlediği bir panel sayesinde tanışmıştık. O zamanlar ben mezun olmayı dört gözle bekleyen bir Japonoloji öğrencisi, o ise çoktan akademik dünyanın kapılarını aralamış bir araştırmacıydı. Alanı ise sanat tarihiydi. Panele ara verildiğinde kimse yanından ayrılmadı; herkes ona sürekli sorular soruyor, ya ondan bir şeyler öğrenmeye çalışıyor ya da bir şekilde onu etkilemeye çalışıyorlardı. Ben de uzaktan şamatayı tüm eğlencesiyle izliyordum. Yalnız bir şekilde onu izlemiş olmam dikkatini çekmiş olmalı ki tuvalete gitme bahanesiyle yanıma geldi.

    “Senin bana soracak soruların yok mu?” dedi.

    Aslında böyle bir şeyi beklemiyordum, bu nedenle ne cevap vereceğimi bilemedim.

    “Japonya’daki Kripto-Hristiyanların sanat eserlerini hiç araştırdınız mı?” diye o an aklımdan uydurduğum bir soruyla karşılık verdim kendisine.

    “Cevabını gelecek hafta alacaksın” dedi ve kartını verip panele devam etmek üzere salona girdi. Ardından da ben girdim.

    Aslında Sibel’in bana döneceğini hiç zannetmiyordum ama yazdığı bir makaleyi bana ithaf edince çok şaşırdım. Tabii dedikoduyu çok seven insanlar arasında hemen yayıldı bu durum. Bana düşmanlık edenler de, beni şanslı sayanlar da vardı. Ben ise bir an önce okulu bitirip yazarlık kariyerime başlamanın derdindeydim.

    İngilizce yazdığım bir kaç kitap ABD’de epey başarılı olunca akademik kariyerime ABD’de devam etme kararı aldım. Bir yandan çeşitli gazetelerde muhabirlik yapıyor, bir yandan da Japonoloji araştırmalarına devam ediyordum. Sibel ise Tokyo’da bir müzede çalışmaya başlamıştı. California’da yaşadığım için sık sık Japonya’ya gidip gelme imkanım oluyordu.

    Sibel’in bana yakınlaştığını hissediyordum çoğu zaman. Ama sanki kendini gerçide tutuyor gibiydi. Nihayet alkolü fazla kaçırdığı bir gün bana olan aşkını itiraf etmişti ama daha sonra ettiğim evlenme teklifini geri çevirdi. “Kendimi senin için yaşlı hissediyorum” diyordu.

    Ben de Japonya’yı ve Sibel’i daha az ziyaret etmeye başladım. Kendimi araştırmalarıma ve romanlarıma odaklamış bir şekilde yarı-münzevi bir hayat sürdürüyordum.

    Ama bir gün ummadığım bir şekilde Japonya Elçiliği’nden çağırıldım. Bir açıklama beklerken sadece bir tane mektup verip gönderdiler.

    Tokyo Metropolitan Polisi bir hırsızlık olayı hakkında beni bilirkişi olarak Japonya’ya çağırıyordu. Hırsızlık, Sibel’in çalıştığı müzede yapılmıştı. En kısa sürede Japonya’da olmam bekleniyordu.

    Ben de bulabildiğim ilk uçağa atladım ve şimdi Japonya’daydım.

    Pasaport kontrolü için görevli memura pasaportumu uzattım. Sanırım ABD’den gelmem ama Türk pasaportu göstermem, üstüne bir de soyadımın “Hanazawa” olması kendisinin kafasını karıştırmıştı. “Ne için buradasınız Hanazawa-san?” dedi Japonca olarak. Metropolitan Polisi’nden gelen mektubu uzattım. Telsizden bir anons geçti ve “Lütfen biraz bekleyin” dedi. Bir köşeye geçip bekledim.

    Beş dakika sonra birisi geldi.

    “Hanazawa-san? Ben Tokyo Metropolitan Polisi’nden Dedektif Nakatsu. Sizi buradan almaya gelmiştim.”

    “Bu güzel oldu, ben de terör zanlısı olarak alıkonulduğumu düşünmeye başalyacaktım.” dedim. Klasik Japon davranışı olarak başını eğdi ve gülümseyerek “Özür dileriz böyle bir durum başınıza geldiği için” dedi.

    “Siz Japon musunuz?” diye sordu sonradan da.

    “Kısmen. Babam Türkiye’ye yerleşmiş bir matematikçi.”

    “Olağanüstü” dedi.

    Müzeye geldiğimizde her tarafta polis kaynıyordu. “Sizi Sibel hanım önerdi. Belki bize yardım edersiniz diye düşündük. Müze bir süre ziyaretçilere kapalı olacak. Bu sebeple çok hızlı bir biçimde çözülmesi gerekiyor bu işin. Sonuçta müzeler ziyaretçiler sayesinde ayakta kalıyor” dedi. Ben de “Umarım öyle olur.” dedim. Benim de niyetim en kısa sürede yarım bıraktığım işlerime geri dönmekti.

    Olay yerinde Sibel de vardı. “Ekin!” diye bağırdı. Ama sonra içinde bulunduğu ortamın farkına varınca hafif utangaç bir edayla “Hoşgeldin!” dedi.

    “Ne oldu burada?” diye sordum.

    “Tuhaf bir hırsızlık vakası. Ama hırsızlık olduğundan bile emin değiliz. Vandalizm daha çok ama sadece belirli eserlerde. Belki sen anlarsın diye müze müdürünü seni getirtme konusunda ikna ettim.”

    “Hangi eserler?” diye sordum.

    “Japonya’daki Kripto Hristiyanların dini eserleri” dedi. “Ama aralarında dokunulmamış olanlar da var.”

    İşaret parmağını bir heykel yıkıntısına uzatıp “Bak” dedi, “Bu heykelin ne olduğunu biliyorsun değil mi?”

    Heykel Buda heykeli biçiminde bir İsa Mesih heykeliydi.
    “Sadece kırmışlar” dedi “Oysa çalsalar çok zengin olurlardı.”

    “Demek ki amaçları zengin olmak değil. Ayrıca buraya bir şey çalmak için değil, bir şey bulmak için gelmişler. Yoksa buradaki hazineleri yanlarında götürürlerdi hazır gelmişlerken.” dedim.

    Dedektif Nakatsu “Aslında ilk olarak Hristiyanları kışkırtma amaçlı bir eylem yapıldığını düşünmüştüm” dedi. “Ama sadece belirli eserlere zarar vermişler. Bence kışkırtma amaçlı olsa buraya daha fazla zarar verirlerdi”

    “Haklısınız” dedim.

    Peki ne arıyorlardı buraya girenler? Heykeli kırdıklarına göre içinden bir şey alıp kaçmış olmalılardı. Yoksa heykeli de yanlarına götürürlerdi. Kırık parçalar bile eminim ki epey para ederdi piyasada.

    “Herhangi bir iz bırakmışlar mı?” diye sordum Nakatsu’ya.

    “Hayır” dedi. “Biz de belki siz bir iz bulursunuz diye düşünmüştük.”

    Elimle heykeli gösterip “İz orada” dedim. Ama bundan başka hiçbir şey yoktu elimde.

    “Sibel, bu heykel nereye ait?” diye sordum.

    “Kayıtlara göre Nagasaki ama başka bir yerden Nagasaki’ye getirilmiş olabilir” dedi.

    “O halde aradıkları şey de Nagasaki’de” dedi Nakatsu.

    “Kesin değil” dedim. “Ama Nagasaki her zaman Kripto-Hristiyanların toplanma noktası olmuştur. Bence bu hırsızlar çok daha büyük bir şeyin peşinde. Muhtemelen o heykelin içinde bir yerlerde de gizli bir doküman vardı.”

    “Fakat bu imkansız” dedi Sibel. “O heykellerin çoğunun röntgen görüntüsü var, içine bir şey gizlendiyse mutlaka belli olurdu” dedi.

    “Eğer harç malzemesinin içine gizlendiyse röntgende çıkmamış olabilir” dedim. “Haklısın” dedi.

    Nakatsu’ya dönüp “Sanırım benim işim burada bitiyor değil mi dedektif?” dedim. O da “Evet, sanırım artık olayı biz devralabiliriz, yardımınız için teşekkür ederiz” dedi.

    Yorgun olduğumdan 1-2 günü Japonya’da geçirmeye karar verdim. Dedektife bir sorun olduğunda tekrar ulaşabileceğini, bir süre Japonya’da olacağımı söyledim.
    #75414 touma seguchi | 7 yıl önce
    0anket 
  15. karşılıklı konuşurken birden kafasını hafif sola çevirerek altın saçlarını hafifçe kulağının arkasına atarak derya gibi gözleriyle tatlı bir bakış attı kız oğlana ve bir anlık nefesi kesilmişti oğlanın; birkaç saniye iç geçirerek baka kaldı kıza...
    #236952 gurthang | 4 yıl önce
    0anket 
  16. “ Bir ömre sığmayacak hayallerimiz vardı, asırlara meydan okuyan sevdalarımız. Karnımız aç, gözümüz toktu. İhtiyacımız olan sadece sevgi ve mutluluktu. Dağları deldik, çölleri ve denizleri aştık hatta ve hatta ölümü bile alt ettik. Arkadaşımıza sırtımızı dayadık mı dünyaya meydan okurduk. Kendi kendimize yenileceğimizi nereden bilebilirdik “ yaşlı adam sustu derin bir iç çekti ve gün batımına dikti gözlerini. Gün batımına daha dikkatli baktıkça gözünün önüne yitip giden hayalleri cesaret edipte yapamadığı pişmanlıkları geliyordu. Yaptığı şeylerden ise pişmanlık duymuyordu yine olsa yine yapardı. 68 yıllık hayatında tek bir amacı vardı o da sadece iyi bir insan olmaktı. Şimdiye kadar yaptıklarını yine olsa yine yapardı çünkü iyi bir insan olmak bunu gerektiriyordu. Aşık olduğu kadına bir arkadaşı aşık olunca onu sevdiğini söyleyememişti mesela. Ne zaman dış hep beraber dışarı çıksalar onlar el ele gezerken yaşlı adam 2 adım gerilerinden onları takip ediyordu. Her kavgalarına her mutluluklarına şahit oluyordu. Her kavga ettiklerinde kendine “ acaba benimle birlikte olsaydı bu kavgayı edermiydik “ diye soruyordu. Her mutlu anlarında “ acaba benimle daha mutlu olur muydu“ diye soruyordu. Yaşlı adam seçimini yapmıştı bir kere iyi bir insan olmak istiyordu ve kendi mutsuzluğunun üzerine başkalarının mutluluğunu inşa ediyordu. İyi bir insan olmak bunu gerektirirdi çünkü. İnsanlara yardım etmeyi severdi gönüllü olarak çalışmadığı başvuru yapmadığı sosyal yardım kuruluşu kalmamıştı. Lakin istisnasız her kurumda yozlaşmışlık görmüştü ve bu yüzden hiçbir kurumda uzun süre çalışmamıştı. Kendi imkanları ile sokak hayvanlarına yardıma muhtaç kim varsa genç, yaşlı, kadın, erkek demeden yardım etmişti. Kocasından dayak yiyen bir kadını kurtarmıştı mesela daha sonra kadının kocası onu bıçaklamıştı. Bir ay hastahane de yatmak zorunda kalmıştı ve hastahane de yatarken aklına gelen şey sokağında yaşayan köpekler aç kalıp kalmadığıydı. Komşunun oğlunun okul için bir şeye ihtiyacı olup olmadığıydı.

    Hastahanede yatarken bir gece oda arkadaşı hayatını kaybetmişti. Bir insanın hayatının nasıl da sönüp gittiğine ilk elden şahit olmuştu. O olayın etkisiyle melankolik bir havaya girmişti. O zamana kadar yapmış olduğu iyilikleri düşündü. Ansızın bir şey fark etti. Çoğunlukla, birisine yardım ettiği zaman o yardımın acısı bir şekilde kendisinden çıkıyordu. Mesela bir sokak çocuğunu kurtarmaya çalışıyordu o çocuğu yağmurlu bir gecede evine almıştı ona sıcak bir yemek ve yatak vermişti. Sabah olduğunda ise çocuk evde yoktu bir okula kitap almak için biriktirdiği para da ortada yoktu. Bunun gibi birçok şey yaşamıştı ama adamın hala umudu vardı ve insanlara yardım etmekten vazgeçmemişti. Bu gecenin üstünden yıllar sonra canından çok sevdiği bir arkadaşının intiharına engel olamadıktan sonra adam tükenmişti artık. Bir arpa tanesi kadar yol alabilmiş olsa tükenmeyecekti. Dahası insanlığa karşı umudunu kaybetmemiş olacaktı.

    O an yaşlı adamın yanında genç bir kız vardı. Genç kız da yaşlı adam gibi sadece iyi bir insan olmak istiyordu. Bir şekilde yaşlı adam ile yolları kesişmişti ve kız yaşlı adama hayran kalmıştı. Hayran kaldığı adamın ağzından böyle sözleri duymak kızı üzmüştü. O an yaşlı adamın hayatında neler yaşamış olabileceğini hayal etmeye çalışmıştı ama başaramamıştı. Yaşlı adamın hemen yanında o da oturuyordu. adamın bembeyaz saçlarına baktı saçlarının yaşlılıktan mı yoksa yaşadıkları yüzünden mi beyazladığını sordu kendine. Adamın yüzüne daha önce hiç olmadığı kadar dikkat emişti. Yaşlı adamın yüzü kırış kırıştı. Sigara içmekten bıyıkları sararmıştı. Gözlerinde sanki yaşamak istemiyormuş gibi bir bakış vardı. Yaşlı adamı biraz da olsa yüreklendirmek için “ benim hala umudum var, inanıyorum ki hep beraber bu gemiyi kurtarıp doğru limana demir atacağız “ dedi. Bu söylediğine gerçekten inanıyordu. Yaşlı adam genç kıza döndü gözlerinin büyüdüğünü fark etti. Yüzünde inancı gördü, büyümüş gözlerinde parıldayan bir şeyler vardı sanki. Yaşlı adam kızın bu sözlerinden etkilenmemişti onu etkileyen şey kızın inancıydı. Lakin hiçbir şey belli etmedi. Tekrar derin bir iç çekti genç kızın büyümüş gözlerine bakarak “ zaten bir umuttu insanı yaşatan, insan ekmek olmadan on gün, su olmadan 3 gün yaşayabilir ama umut olmadan 1 dakika yaşayamaz. Lakin gel gör ki içinde yaşadığımız gemi çoktan dibi görmüş. Bu gemide öyle büyük bir delik var ki Nuh’un gemisi olsa yine de batardı. “ dedi. Sustuktan sonra tekrar gün batımını izlemeye başladı yaşlı adam. Genç kız yaşlı adamın bu sözleri karşısında ne diyeceğini bilemedi. Sanki bildiği bütün kelimeleri unutmuştu. Kelimeler ile anlamlı bir söz kuramıyordu. İç güdüsel olarak soru sordu “ nedir o delik? “ adam cevap verdi “ aç gözlülük “ yaşlı adamın bu cevabından sonra kız da gün batımını izlemeye başladı. Beraber sessizce gün batımının tadını çıkardılar.
    #94430 biri beni silksin | 7 yıl önce
    0anket 
  17. Ulusal Muhalefet Partisi

    Saygı değer vatandaşlarımız! Güzel ülkemiz tarihi boyunca çeşitli zorluklardan geçmiş ve bu günlere gelmiştir hala daha da zorlu günler geçirmekteyiz. Ne yazık ki ilerleyen zamanlarda da böyle günlerimiz olacaktır.

    Ülke olarak çektiğimiz zorluklar, bu topraklar üzerinde yüz yıllardır emelleri olan büyük devletler, herşeyin en iyisini ben bilirim diyen ama hiçbir işten anlamayan devlet adamları, satılmış devlet adamları ve sürekli kendimize mazeret uydurup “ alın yazımız böyle imiş “ diyerek pes eden bizlerin eseridir.

    Unutulmamalıdır ki güzel ülkemiz ve ulusumuzun bugüne kadar gelmesinin nedeni karşısına çıkan bütün olumsuzluklara rağmen mazeret üretmeden çalışan şanlı tarihimizdeki büyük kahramanlarımız sayesindedir! Lakin ne yazık ki bu coğrafya insanı mazeret üretmeye, kendisini ezik görmeye ve umutsuzluğa itilmiş ve kendisine dayatılan, istemedikleri hayatları yaşamak zorunda bırakılmıştır.

    İşte partimizin kuruluş amacı bütün bunlara karşı dur demek içindir! Biz Ulusal muhalefet partisi olarak bütün bunlarla savaşmanın en iyi yolunun ülkeyi yönetenleri denetlemek, yönettikleri halka karşı hesap vermeleri ve ülkede yolunda gitmeyen, bütün yozlaşmışlıkları halka anlatmaktan geçtiğine can-ı yürekten inanıyoruz.

    İlk olarak amacımız 81 ilde örgütlenip kendimizi ve amaçlarımızı tanıtmak olacaktır. Bunun için de siz değerli vatandaşlarımızın desteğini bekliyoruz. Bu amacımızı gerçekleştirmek için bu toprakları gerçekten seven, mülkiyette ve makamda gözü olmayan tek istekleri mutlu ve huzurlu yaşamak olan, gencinden yaşlısına kadar kadın - erkek ayırt etmeden dinamik aynı sizler gibi olan yol arkadaşlarımız ile başaracağız.

    Bir diğer amacımız Türkiye büyük millet meclisinde koltuğu olan bütün partileri göz hapsinde tutup resmi olarak attıkları her adımdan haberdar olup o adımlarda gördüğümüz yanlışlara karşı muhalefet etmek ve siz değerli vatandaşlarımıza aktarmaktır. Bizleri temsil edenler bizlere hesap vermek zorundadır ve bunun aksi kabul edilemez!

    Son olarak adımızdan da anlışacağı gibi partimizin amacı iktadara gelmek değildir, en azından bu günlerde böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü iktidara gelecek olan partinin ülkemizi nasıl yöneteceğini bilmek zorundadır ve bunu kusursuza yakın bir biçimde yapmalıdır. Bizlerin şimdilik böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Ülkeyi en iyi şekilde nasıl yöneteceğimizi bilmesek dahi nasıl yönetilmeyeceğine karşı fikirlerimiz elbette var ve bu yüzden şimdilik sadece muhalefet olarak kalmak istiyoruz.

    Şimdilik diyoruz çünkü ilerleyen zamanlarda siz değerli vatandaşlarımızın takdiri ve isteği olursa ve bizleri iktidara getirmeniz söz konusu olabilir lakin bizler bu göreve gelmeden önce bütün vatandaşlarımızı daha iyi tanıyıp, sorunlarını dinlemiş ve güvenlerini kazanmış olmak isteriz ancak bu sayede güzel ülkemizi en iyi nasıl yönetileceğine karşı bir fikrin ve becerinin oluşabileceğini düşünmekteyiz. Gün gelirde bizleri iktadara getirir iseniz parti üyelerimizin kendi içerisinde ve sizlerin de bizlere karşı muhalefet edeceğine inancımız tamdır bu nedenden ötürü eğer iktidara gelirsek adımız “ ulusal muhalefet partisi “ olarak kalmaya devam edecektir.

    Siz değerli vatandaşlarımızın huzurunda, ülkemizin ve vatandaşlarımızın haklarını ve çıkarlarını daima koruyacağımıza, herkesimden vatandaşlarımızı kucaklayacağımıza ve en önemlisi çocuklarımıza, geleceğimize en iyi şartları oluşturmak için canla başla çalışacağımıza, ulusal muhalefet paritisi olarak namusumuz ve şerefimiz üzerine and içeriz!



    12/10/2018
    Türkiye Cumhuriyeti
    Ulusal muhalefet partisi


    Edit : imla
    #113050 biri beni silksin | 6 yıl önce
    1anket 
  18. öncesi:



    Hem Sofia, hem de Antoine düşünce okyanusunun uçsuz bucaksız denizlerinde yol almaya başladılar. Hem yaşanan olaylar, hem de yolculuk Sofia’yı yormuş olmalıydı ki, koltuğun üzerinde derin bir uykuya daldı. Antoine, pelerinini çıkarıp Sofia’nın üzerine örttü.

    İki saatlik bir bekleyişin ardından nihayet doktorlar odadan çıktı.

    Antoine Sofia’yı uyandırdı ve birlikte odaya girdiler. Sofia, koşarak yatakta yatan babasına sarıldı. Koşarken Antoine’ın pelerinini yere düşürmüştü ama farkında değildi. Antoine yere eğilip pelerini aldı.

    “Şanslısınız Monsieur” dedi Antoine. “Neyse ki haydutlar beceriksizmiş.”

    “Teşekkür ederim Monsieur. Ufak bir yara olsa da doktorlar uzun süre başımda durdu. Burada önemli birisi olmalısınız.”

    “Majesteleri Louis kadar değil.”

    “Ah, evet. Kendimi tanıtmalıydım. Kızımla birlikte Sankt-Peterburg’dan Paris’e gelmiştik. Kızım dışından da olsa Versailles’ı görmeyi çok isityordu. Bu sebeple bir arabacıyla anlaşmıştım. Ama anlaşılan arabacı da hırsızlarla beraber çalışıyormuş.

    “Baba, gerçekten çok özür dilerim. Keşke bu kadar ısrar etmeseydim...” dedi Sofia ağlayarak.

    “Önemli değil, kızım. Bak, işte Versailles’ın içindeyiz.”

    “Senin sağlığından önemli değil.”

    O sırada kapı açıldı. İçeri giren XIV. Louis’ydi. Antoine telaşla kralı selamladı. Sofia da heyecandan ne yapacağını bilemeyince yere kapaklandı ve kral bunun üzerine bir kahkaha patlattı.

    “Mareşalimin misafirlerini merak etmiştim.” dedi Louis.

    “Özür dilerim majesteleri. Size daha erken bildirmem gerekirdi ama benim de telaştan ötürü aklım başımdan gitmiş.”

    “Önemli değil, Antoine. Nasıl olsa bir şekilde haberim olurdu. Haydutlardan kaç tanesini yere serebildin?”

    “Özür dilerim, majesteleri. Ama saymak aklıma gelmedi.”

    Louis, güldü ve “Tam dört tane, ama hepsi de yaralı.” dedi.

    Antoine, Rosalie öldüğünden beri bu casusluk meselesi yüzünden rahatsızdı. Her yerde izlenildiği düşüncesi zaman zaman sinirlerini bozuyordu. Ama ne kadar dikkatli olsa da casusların yerini bir türlü belirleyemiyordu.

    “Majesteleri casus ağınıza hayranım. Ama bir yandan da korkuyorum.”

    “Havada uçan mermilerden, kılıçlardan korkmayan Mareşal Antoine d’Ailly, eğer kralına ihanet etmiyorsa benim casuslarımdan neden korksun?” dedi Louis, gözlerini Louis’nin gözleri üzerinde sabitleyerek.

    “Ben size asla ihanet etmedim majesteleri. Etmeyi de düşünmüyorum. Ama ya içlerinden birisi size ihanet ederse?” dedi Antoine, kendinden emin bir biçimde.

    Merak etme, bunun da önlemleri alındı.” dedi Louis. Ardından yatakta yatan yaralı adama baktı ve “Neden General Kotchoubeï’yi evinizde misafir etmiyorsunuz? Elbette ki askeri sırlarımızı açıklamamanız kaydıyla, siz iki askerin iyi vakit geçireceğini düşünüyorum.” dedi.

    İsminin geçtiğini öğrenince General Semion Kotchoubeï korktu. Gerçekten de, dedikodularda anlatıldığı gibi, XIV. Louis her şeyi biliyordu.

    Semion Kotchoubeï, Tatar kökenli bir Rus generaldi. Çar Pyotr’un başlattığı modernleşme hareketi sonrasında çoğu Rus asil gibi Fransa’ya gelmişti. Ama eşi yolculukta başına bir şey geleceğinden korktuğundan Sankt-Peterburg’u terk etmek istemedi. Kızı Sophia ise evdeki herkesten daha hevesliydi bu seyahate. Kitaplarda gördüğü her şeyi görmek istiyordu. Ama özellikle de Versailles’ı. Ne yazık ki, Rus general Versailles’a herhangi bir şekilde davet edilmemişti. Bu sebeple kızıyla sadece Versailles’ın çevresini dolaşmak istemişti. Ama başına gelenlerden sonra da pişman olmuştu.

    “Mareşal ekselansları, biz size yük oluruz. Zaten Paris’teki otel odamız bize yetiyor.” dedi Semion. Ama Louis onunla aynı fikirde değildi. Rusya, onun gözünde Fransa’ya taklit etmeye başlayan küçük bir çocuktu. Ağaç yaşken eğildiğinden, Louis de bu taklitçi minik çocuğu erkenden kafese almak istiyordu.

    Louis, sert bir üslupla,“Hayır general! Mareşalime çoktan emri verdim. Onun konuğu olacaksınız. Merak etmeyin, sizi öldürmek niyetinde değiliz.” dedi. Kapana giren kuşu kaçırmak istemiyordu.

    Louis, Antoine’a döndü ve “Konuğumuzu iyi ağırla, Rusya’ya güzel anılarla dönsün.” dedi ve odadan çıktı.

    Antoine, generale gülümseyerek “Artık benim esirimsiziniz general” dedi. Neyse ki general Antoine’ın şaka yaptığını anlamıştı da ortamdaki gergin hava yumuşamıştı.

    Semion, “Anlaşılan bu ülkede beni Paris’ten çok daha ötesi bekliyormuş. Bu kadar macera yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi.” dedi. Babasının mutlu olduğunu gören Sofia da mutlu olmuştu.

    Antoine, “Ben gerekli emirleri vereceğim. En kısa sürede bu küçük odadan çıkacaksınız.” dedi ve odadan ayrıldı.

    “Bana, inanabiliyor musun? O adam senden daha genç ama bir mareşal!” dedi şaşkınlıkla. Semion da şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Gerçekten de ilginç, daha neler göreceğiz bakalım. Bu arada baban bu kadar hızlı mı gözünden düştü?” dedi Semion. Sofia, Semion’un sorusuna, sarılarak yanıt verdi:

    “Benim emirlerini dinlediğim tek bir general var.”


    yazarın notu: yaz yaz bitmiyor, ne hikayeymiş böyle. ama güzel bir deneyin içindeyim.
    0anket 
  19. ilk gün
    "hoop müdür ne yapıoon?''
    hiç unutmuyorum, uzun yıllar evvel bana tanıştıktan sonra attığın ilk mesajdı. dünya başıma yıkılmıştı oradan hatırlıyorum çünkü. çok hoşlanmıştım o gece daha önce hiç gelmediğim o şehirde senden. bir kankanı öylesine merak etmiş gibi ''hoop müdür ne yapıoon'' mesajı dünyamı karartmıştı. bu kadar güzel ve dişi bir şeyin parmaklarından böyle bir hitap çıkması da şaşırtmıştı beni orası ayrı konu. açıklamasını, aşkın bize bir elbise hırsızı olduğunu ilk ispat ettiğinde yapmıştın. ''sen de benden hoşlanmış, ama sana o gözle bakmayacağımdan korkmuş aşkın da verdiği el ayak dolanmasıyla bunu yazmışsın'' içimden ve dışımdan sormuştum da laf kaynamış, dudaklar da diller konuşmuştu cevap verememiştin; ''hangi göz'' çünkü seni ilk gördüğümde o kadar çok gözle bakmıştım ki, gözlerim güzelleşmişti. gözlerim güzelleşmişti kızıl kıvırcık saçlarına bakmaktan. ürkek heyecanlı gözlerine bakmaktan. asi ve asil teninden, teslimiyetçi gözlerinden reformcu ve devrimci güzel kalbine kadar görmüştüm ben o ilk gün.

    vedamız
    vedalar elbette ki her bünyede ömürlük tahribatlar bırakır. fakat benim bünyem kadar duygusal bir metabolizmaya sahipseniz daha gerçek üstü hallerde tahribatlara hazırlıklı olmalısınız. hem vedaların hem de daha sonrasının.
    barış manço'nun arkadaşım eşek şarkısını dinleyip hüzünlenecek, hatta bazen ağlayacak kadar duygusal bir maddeden meydana gelen bünyenin tekinden bahsediyorum.
    yıllar yıllar evveli, rüyaların yapıldığı maddeden yapılmış bir insanla olan, yıllarca süren bir ikili yaşamın sonundaydım. şairin dediği gibi bir tel kopmuş bütün ahenk bozulmuştu. bitmesi gerekiyordu artık. benim bünye baya eşeksel bir metabolizma. sadece sevdiğim kadını değil, bütün şehri de terk ediyorum aşkların sonunda.
    o şehir ki nam-ı diğer ankara'dır. ankara'yı bilenler bilir, çiftlik kavşağında otururduk. dinozor manzaralı küçücük bir evimiz vardı yıllar boyu. vedadan sonra binlerce kez uzakta olacaktı binlerce kez dokunduğum ten.

    o erciyes'in en güzel kızını, her gün doğum günü kızı ilan ettiğime dair şahit gösterebileceğim dinozorun da söküleceği konuşuluyordu yakın zamanlarda.
    o dinozor ki, içerken efkarlanacak bir şey bulamaz, onun üşüdüğüne efkarlanırdık. hatta onun yalnızlığına üzülüp kar topu oynamışlığımız bile olmuştu.
    artık nam-ı diğer ankara'da onu dayanılmaz sinüs ağrılarına tek iyi gelen ilaç baş masajı ve kitap okuyarak uyuttuğum geceler olmayacaktı. gece yan yana uyuyan biz değilmişiz gibi sabah hasretle birbirini öpen biz olmayacaktı.
    arabayı kocatepe'ye park edip, selanik caddesine de yürüyemeyecektik. ben kesin gün içinde bir eşeklik etmiş olurdum. ama yolda surat asarsan, yolun ortasında barış manço taklidi yapmakla tehdit ederdim onu. veya ben ona kahirliysemve hemen barışmazsam, müjde ar filmindeki ayı kız dansı yapmakla tehdit ederdi beni. işte onlar bir daha hiç olmayacaktı nam-ı diğer ankara'da.
    selanik'ten kızılay, maltepe üzerinden, tandoğan'a el ele yürümelerimiz olmayacaktı.
    bahçeli'nin uzun çınarlı sokaklarının hafızasında bile eskiyecektik artık. o çınarlar ki, sohbet etmek isteyene hem deniz olur hem martı ankara'da. eğer gerçekten iyi bir aşıksanız, yakamoza bile dokunabilirsiniz kulaklarınıza yapraklarının hışırtılarında.
    sarhoş olunca diline dolanan ankara havaları olmayacaktı. ''ali dayı ali dayı, bi gecede yidin tarlayı dayı''

    akşamları odtü'de ki bitmek bilmeyen seminerleri kırıp, kah ormanda, kah çimenlerde, hazırlık bebeleri gibi, kırmızı şarap eşliğinde sevişmelerimiz olamayacaktı.
    yine şairin dediği gibi,
    içinde biriken zehir
    sadece kendini öldürecektir,
    bir hançer gibi çekersin sevgini,
    onu ancak öldürmeye yarar
    uçarı kuşu sevdanın, alıp başını gitmiştir
    düşlerinde bir çocuk hıçkırır
    gece camlara sürtünürken


    veda gününün öncesinde haftalarca konuşmadan neden bitmesi gerektiğini anlatmıştım. sonunda o da anladı. vedalar benim bünyemde nüklüeer patlama gibi bir tahribat yaratıyor. genelde vedalaşmamayı tercih ederim bu yüzden. lakin o aşk bir veda anısı ve bedelini hakketmekteydi.
    aşti'ye geldik. o gün ben mi aşti'nin üzerindeydim, yoksa, tonlarca demiri, betonu, insanıyla aşti'mi benim üzerimdeydi bilmiyorum. bendeki hiçbir izi sonsuza dek silinmeyecek güzel insan bir sürü şey söylüyordu. bense içimden bir attila ilhan ayeti okuyordum üst üste.

    açılmış sarmaşık gülleri
    kokularıyla baygın
    en görkemli saatinde yıldız alacasının
    gizli bir yılan gibi yuvalanmış
    içimde keder
    uzak bir telefonda ağlayan
    yağmurlu genç kadın

    rüzgâr
    uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
    mor kıvılcımlar geçiyor
    dağınık yalnızlığımdan
    onu çok arıyorum onu çok arıyorum
    heryerinde vücudumun
    ağır yanık sızıları
    bir yerlere yıldırım düşüyorum
    ayrılığımızı hissettiğim an
    demirler eriyor hırsımdan

    ay ışığına batmış
    karabiber ağaçları
    gümüş tozu
    gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
    yaseminler unutulmuş
    tedirgin gülümser
    çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
    çünkü ayrılık da sevdâya dahil
    çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
    hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
    her an ötekisiyle birlikte
    herşey onunla ilgili

    sanmıştık ki ikimiz
    yeryüzünde ancak
    birbirimiz için varız
    ikimiz sanmıştık ki
    tek kişilik bir yalnızlığa bile
    rahatça sığarız
    hiç yanılmamışız
    her an düşüp düşüp
    kristal bir bardak gibi
    tuz parça kırılsak da
    hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
    hâlâ kıpkızıl gülümseyen
    -sanki ateşten bir tebessüm-
    zehir zemberek aşkımız

    en güzel birliktelikler bile yozlaşabilir. fakat hiçbir ayrılık ve de veda yozlaşıp dejenere olmamalıdır.

    bahar'a azıcık girilen günlerdeydik. güney'de bir kumsalda buldum kendimi. suriye'li çocuklar su satıyorlardı. onlarca israrlarına direndim almadım. aralarından bir tanesi ''allah seni sevdiğin ablaya kavuştursun'' demez mi? bütün sularını aldım. bir tanesi daha aynı taktiği kullandı yine direndim. en son cebimdeki bütün parayı verdim onlara. su da istemediğimi söyledim. sığdıracak yerim yoktu o suları. sığdıracak bir gezegenim yoktu kendimi. aralarından yağız bir erkek çocuğu, parayı suratıma fırlattı ağlayarak gitmeye başladı. bu bir film sahnesi değildi. bizzat yaşadım. koşa koşa gittim sarıldım ona. bir daha vatanını göremeyecek olanların öksüzlüğü, hiç bir öksüzlük ya da yetimliğe benzemez. fakat her vedadab, her göz yaşından, hatta her savaştan yaşam yeniden bir hakikatle patlar. yaşam inadına fışkırmaya devam edecek.
    #162069 memosh usta | 5 yıl önce
    5anket 
  20. Bir varmış bir yokmuş... İnsanlardan çok çok uzaktaki bir adada huzur içinde yaşayan bir maymun topluluğu bulunurmuş. Bu maymunlar hayatlarından, düzenlerinden çok memnunmuş. Maymunlar günlük hayatlarında iş birliği için kendilerini üç gruba ayırmışlar ; a, b ve c demişler bu gruplara. A grubundaki maymunların görevi daha küçük topluluklar içerisinde refahı sağlamakmış. Nitekim yemekleri onlar hazırlar, ormanı onlar temizler, onların yerini dolduracak olan c gruplarının eğitimini sağlamakta b grubu maymunlarla iş birliği yaparlarmış . B grubu da hazırlanacak yemekleri topluluğa kazandırırlarmış, kış için odun keser ve yine c grubunun eğitiminde a grubuna destek olurlarmış.
    Hayat tıkır tıkır işliyor, her şey harika gidiyormuş. A grubu da b grubu da c grubu da hallerinden memnunmuş.
    Yalnız bir gün bir maymun meydana gelmiş; ne a grubu ne b grubu ne de c grubunun kabul göreceği gibi değilmiş. Bu maymunun hiçbir becerisi yokmuş bu düzene uyum sağlayabileceği ve bunun dışında farklı bir özelliği daha varmış; sabahtan akşama kadar boş boş oturup mavi gökyüzünü izleyebiliyormuş.
    Diğer maymunlar çok şaşırmışlar, bununla birlikte hiç anlamamışlar... Anlamak için hiç vakitleri de olmamış üzerine düşen vazifeleri yapmaktan. Bu maymuna "hasta" demişler arada da acıdıkları için önüne muz atmışlar, hayatlarına devam etmişler,. E hasta maymun da öyle yapmış. Diğer maymunlar sadece işi olanı yaparken o adada özgürce dolaşmış...
    Günlerden bir gün ,c grubundaki maymunlar oyun oynarken hasta maymuna laf atmışlar, onunla alay edip onu aşağılamışlar. Hasta maymunun da canının çok sıkıldığı bir günmüş o gün. Yapmaması gerektiğini bildiği halde onlara karşılık vermiş, onların düzeniyle alay etmiş.
    C grubu maymunlar aynı öğrendikleri gibi hemen gitmiş b grubuna şikayet etmiş hasta maymunu.
    Düzeni bozmaya yönelik laflar etti yargılansın, demişler.
    B grubu maymunlar haklı bulmuş c grubunu , demişler, " Tamam ama ona kendini savunma hakkı tanıyalım. " ve gururlu bir şekilde eklemişler "Medeniyetimiz bunu gerektirir. "

    Haftanın son günü toplanmış tüm maymunlar. Hasta maymunu önce yargılayacak sonra gereğini yapacaklarmış.
    B grubundan bir maymun demiş " Anlat bakalım hasta maymun, neden böyle yaptın?"
    Hasta maymun düşünmüş, taşınmış, kimsenin onu anlamayacağını biliyormuş ama son kez denemek istemiş şansını ve en etkili şekilde yapabilmek için bu işi, bir masala dönüştürmeye karar vermiş derdini.
    " Size anlatayım . Bir göl varmış. Bu gölde beyaz, bembeyaz kuğular yaşarmış. Bir gün aralarından beyaz bir kuğu siyaha dönüşmüş. Tüm beyaz kuğular korkmuş, anlamamışlar , anlamadıkları için de suçlamışlar onu. Sen günahkarsın demişler, sen yanlış bir şeyler yaptın. Siyah kuğu çok üzgünmüş. Ben günahkarım demiş, ben yanlış bir şeyler yaptım. Kendini üzmüş siyah kuğu, nefret etmiş kendinden. Göldeki beyaz kuğuları çok seviyormuş ve de onlar gibi olmadığından onların sevgisini kaybettiğini düşünüp bir kez daha üzülüyormuş . Siyah kuğu neyi yanlış yaptığını anlamak için gölde yüzmek yerine bir kere de kıyıda yürümeye karar vermiş . Başta adım atmakta zorlanmış ama yılmamış. Biraz yürüdükten sonra ileride bir şeylerin hareket ettiğini görmüş. Bir de gitmiş bakmış ki bir sürü kuğu ama nasıl? Hepsi farklı farklı. Bazılarının siyah, bazılarının beyaz olduğunu görmüş. Bazılarını ise kendini siyah ve beyaz dışında renklere boyarken görmüş. Çok şaşırmış siyah kuğu, aralarına katılmış. Kimse onu suçlamamış, kimse ona kızmamış. Kendini sevmemesi için neden kalmamış onların arasındayken. Kendini affetmeye başlamış o kuğuların arasındayken. Siyah kuğu nereye ait şimdi? Kendini bildi bileli içinde bulunduğu beyaz kuğulara mı ? Yoksa onun rengindeki kuğuların da bulunduğu topluluğa mı? Kendini sevmekten mi vaz geçmeli? Yoksa sevdiklerinden mi? "
    Hasta maymun masalı bitirince bir umutla etrafındaki maymunlara bakmış. Tüm maymunların uykuya daldığını görmüş. Adanın ufuklarına bakmış, masmavi engin denizden başka hiçbir şey yokmuş. Bir nefes almış, sonra adada serbestçe dolaşırken bulduğu silahla kendini vurmuş. Hasta maymun sonsuz bir uykuya dalmış, adadaki diğer tüm maymunlar uyanmış.
    #176083 imnilaying | 5 yıl önce
    0anket 

  21. Dikkat! Öykü denemesi değil direkt olarak bir denemedir.


    Yıl olmuş 2021 bilim ve teknoloji dünyasında hala daha duygu ve hisleri anlık olarak karşıdakiinsana aktaracak bir gelişme olmadı. Bir "duygu sayar" ya da "his matik" cihazı yok mesela.

    Gündelik hayattaki zorlukları aşmak ve dolayısıyla hayatı kolaylaştırmak amaç edinen bilim dünyası böylesi önemli bir sorunu nasıl es geçer, görmezlikten gelir aklım almıyor.

    Hismatik cihazının gerçekten var olduğunu düşünelim. Bu cihaz bir saat gibi giyilebilir olsun ve başka bir his matik kullanıcısı ile konuşulduğu zaman ya da bir metre geçtiğimiz zaman bu cihaz devreye girsin ve dinleyicinin o an ki hislerini karşı tarafa ya da karşılaşılan insana aktarsa! İddia ediyorum ne kalp kırılır, ne sinir harbi yaşanır ne de yalan söylenir. İnsanlığa bundan daha faydalı bir buluş olabilir mi? Bence olamaz. Kalp kırmaya, vicdan azabı çekmeye son! Savaşlar biter savaşlar. Bir düşünün kıtalararası bir Hismatik cihazı olduğunu, bomba düşmesi sonucu evinin enkazını altında kalan çocuğun acısını, babasının kederini, annesinin feryadını hisseden asker o bombayı atabilir mi? O komutan o emri verebilir mi? Eğer az biraz vicdanı varsa veremez diyelim ki verdi, anında intihar eder. Nobel barış ödülünün de tedavülden kaldırılmasına neden olur bu cihaz. Gereksiz bir ödül olur çünkü

    Diyelim ki bilim adamları bu sorunu hiç fark etmedi, iç işleri bakanlığı bu sorunu nasıl görmezlikten gelir? Hadi iç işleri bakanlığının görev tanımının bu sorunlarla ilgilenmek yok (bence saçma bir durum) neden "dert ve çile bakanlığı " kurulmuyor? Yüksek mevki ve makam sahiplerinin ve bilim adamlarının hepsi mi dertsiz, tasasız. Aşk acısı çekmezler, kendilerini çok iyi ifade eder, ruhsal buhran düşmez ve utangaç değil mi hiç birisi? Bu sıkıntılar ile ilgilenmediklerine göre değillermiş demek. Belki ben bu durumu çok abartıyorum, bir yandan da merak ediyorum, hem postaları daha hızlı
    Ve güvenli ulaşmasını sağlamak için hem de o canım atlar dört nala koşarak helak olmasın diye telgrafı icat eden bilim neden aşk acısı çekenleri ve platonikleri, düşünmez? Aşk acısı yüzünden içip içip sarhoş olup bir kaldırımda sızıp kalan, garson kenan'ın bir at kadar değeri yok mu?

    Şimdi bir düşününce bilim adamlarına ve namuslu makam sahiplerine fazla yüklendiğimi fark ettim. Onların bu sorunlara çözüm üretmenin engel olanlar, ülkemizin de bir çok alanda geri kalmasına neden olan dış mihraklar olabilir. Zaten bütün ülkeler bir diğeri için dış mihrak olduğu için, bütün ülkeler birbirinin kuyusunu kalmakta. Bir başka ülkenin mutluluk ve refah içerisinde yaşamasını istememekte ve böylece bütün ülkelerde mutsuz insanların sayısı mutlu insanların sayısına göre ezici bir çoğunluk sağlamakta. Sadece aptallar, ilaç şirketleri, alkol şirketleri, sigara şirketleri, uyuşturucu tacirleri ve anı yaşamayı becerebilen üstşn insanlar mutlu bir şekilde yaşamaktadır. Mutlu insanların dünya nüfusuna oranı ise%29.6'dır.

    Görünen tek kurtuluş yolu, mustafa Kemal Atatürk gibi bir liderin ortaya çıkıp bütün mutsuzlar bir araya toplayıp bu düzene karşı toplumun her kademesinde pasif bir savaş verilmesi ve bu savaştan geri dönülmesi. Ben buna inanıyorum bir gün birisi çıkıp " ey bütün dünyanın mutsuzlar, birleşin" diyecek. Kahrolsun kötülük, kahrolsun düşmanlar, Kahrolsun bazı şeyler.

    Bende kahrolayım, kendime de kızıyorum. Aklım başıma geldi geleli bir köşede insanların beni fark etmesini bekledim, bekliyorum. Ne vardı sanki bedava dondurma çubuğunun karşılığını vermeyen bakkal Nusret'in kendini beğenmiş ve aynı zamanda vasıfsız oğlu Selçuk gibi olsaydım. Kendimi abartarak anlasaydım, insanların arasına kolayca karışabilseydim, kendimi insanlara gerçekten sevdirebilseydim de benden bıkmasalardı benden. İnsanlar bana işi düştüğü için değilde merak ettikleri için mesaj alsalardı, sevdim kıza açılabilseydim... Selçuk gibi olsaydım, mutlu olurdum, insanlara kızgın ve kırgın olmazdım hele hele bilim adamlarına hiç olmazdım. Bir uyuşturucu bağımlısı gibi ilgi ve alaka bağımlısı olmazdım. Aptal olmak, kendini beğenmiş olmak, hiçbir işi tam bilmemek ve sahte de olsa arkadaşlık kurmak bu kadar zor olmamalıydı. Sorarım size sırf yaşamak için böyle saçma ve anlamsız, gerçeklikle bağı bu kadar kopmuş şeyler yazan birisi mutlu olabilir mi?
    #249387 biri beni silksin | 4 yıl önce
    0anket 
  22. bernadette ile ilk tanıştığım günü, daha dünmüş gibi hatırlıyorum.

    her pazar günü yaptığım gibi, kiliseye yaklaşık otuz dakika kadar erken gitmiştim. kilisenin bahçesinde oturup kahve içmek, ardından da ayinden önce ufak bir dua etmek pazar ayini öncesi rutinimdi. kahve içerken de acaba olur da türkiye'de bir katolik kadın beni sever miydi diye düşüncelere dalardım.

    bu günlerden birinde yine elimde kahveyle düşüncelere dalmışken birden bire karşımda belirdi. siyah bir tunik giyiyordu. tuniğinin eteği ne çok uzun ne de çok kısaydı. altına giydiği siyah renkli çorabı seçebiliyordum bu nedenle. gözlerimi hafifçe siyah ayakkabılardan yukarı doğru kaldırdım. bana gülümseyen kahverengi saçlı, ela gözlü bir kadın vardı karşımda. kırık bir türkçeyle bana selam verdi ve oturup oturamayacağını sordu.

    "nerelisiniz?" diye sordum. kuzeylilere has aksanı türkçesine de işlemişti:

    -bven faansaa'dan yeeni ğeldim. tüükçe ööğğeniyoorum. lüütfen bvenmimle tüükçe konuuşun.

    aksanını komik bulsam da çok tatlı gelmişti bana.

    -peki. kahve ister misiniz?

    -efeet lütfenn.

    birlikte kahve içip konuşmaya çalıştıktan sonra kiliseye girdik. kiliseye girerken siyah başörtüsünü de giymişti. "yoksa aradığım muhafazakar kadını buldum mu en sonunda?" diye düşündüm içimden.

    ayinden sonra, bana bir sanat galerisine gitmek istediğini ve onunla gelip gelemeyeceğimi sordu. ne benim fransızcam çok iyi ne de onun türkçesi çok iyi olduğundan yol boyu ingilizce sohbet ettik. çok fazla ortak yanımız varmış gibiydi.

    onunla harika bir gün geçirmiştim. sanat galerisinden sonra bir öğle yemeği, sonra ufak bir ankara turu derken gün bitmişti. evine bırakıp ben de kendi evime döndüm.

    onunla geçirdiğim tek gün o gündü. daha sonra onu ne kilisede gördüm, ne de telefonla ulaşabildim. adeta buhar olup uçmuştu. kiliseye de ilk gelişi o gün olduğundan benim dışımda kimse onu tanımıyordu.

    onunla tanışmamdan bir yıl sonra telefonuma ondan bir mesaj geldi:

    "merhaba! bir süredir fransa'daydım. türkiye'ye yeni geldim. müsait olduğunda görüşelim mi?"

    bunca zamandır neredeydi? neden fransa'ya gidip tekrar geri döndü? sadece bu soruların cevabı için bile buluşmak istedim...

    not: devamını getirmeyi düşünüyorum. şimdilik kalsın böyle.
    0anket