1. hastane bahçesinde oturuyorum. ılık ve rüzgarlı bir gün. yeşil yapraklar arada savruluyor, açık renkli gölgeler altındayım. elimde küçük bir kağıt, üzerinde birkaç harf ve rakam. pek bir şeyim yokmuş. strese bağlı bozukluklar. iyiyim görünüşte. fakat içimde bir endişe var. içimdeki endişe, kendini banklara zor atan yaşlıların, içeride bir sürü umut ve mutluluk bırakarak çıkmış yıkık orta yaşlıların haliyle de geçecek gibi değil. bir şeyden korkuyorum. aklıma babam ve dedem geliyor. dedem, ölene değin hastane ve hastalık yüzü görmedi. çöktüğünde, öyle hızlı yol aldı ki, sanki o güne dek hep içerden çürümüştü. babamı düşünüyorum, arada grip olması dışında, hastane yüzü görmedi o da. bir gün aynı sonun onu da beklemesinden korkuyorum. oysa dayılarım öyle değildirler. şekerle, tansiyonla boğuşan, sızlanan, yataklara düşen, fakat hayata babamın ve dedemin toplamından daha hırsla sarılı, doymaz insanlardılar. bir şey attıkları yoktu içlerine. ruhları doymasa bile, çalışkan olsalar bile, bir tarafları sürünürken dişleri yaşamın etine dibine kadar geçmiş halde oldular hep.

    bir korku, mavi gökyüzünü önce beyazla, sonra gri ve siyahla kapatan bulutlar gibi, uzaktan kendini belli ediyor. korkuyu getiren rüzgarı da, yönünü de biliyorum. babam ve dedem gibi olmaktan korkuyorum. hastalıklardan şikayet etmedim bunca zaman. ben onlardan önce, genç yaşımda, içimi çürüten ve adına stres dediğimiz sanki elimizi yıkasak geçecekmiş gibi kendimize yakıştırmadığım o eğreti yükün, endişenin altında omuzlarım yerinde ama içim çürüyerek ölüme erken varmaktan korkuyorum. tek bir hastalık, tek bir düşüş. ölüm veya, ölüden farksız bir hayat. gittikçe derine inen bir denizaltı gibi, basınca dayanamayan civataların ve vidaların patlak vereceği yeri düşünürken acaba ömrümün hangi erken zamanında olacak bu düşüncesi.

    simit ve çay alıyorum, gölgede bir masada tek başıma ziyafet çekiyorum böylece. aklıma o adam geliyor, " babam 52 yaşında kalp krizinden öldü, bir amcam 50 de kalp krizinden, diğeri 50 nin başında ve bir kriz geçirdi bile, biliyorum ne kadar yaşayacağımı, 50 den sonra hangi gün olduğuna bakar, nasıl öleceğim belli" yüzü gülüyordu bunları söylerken. dalga geçiyordu kaderle ve ölümle, bir trajediden ibaretti yaşamak, acelesi yoktu. ne zaman öleceğini bilmenin hayata verdiği anlamsız tat. 25 yıl sonrası için olsa bile. oysa üzülüyordu, korkuyordu. parıldayan ve gülen gözlerinin ardındaki hayal kırıklığını, kabul etmemişliği görebiliyordum. saklıyordu, başı dikti ve çözümlemişti işte her şeyi. acıyacak, yargılayacak gözlerden kaçmak için çekilmiş bir perde.

    bir saat sonra evimdeyim. arkadaşımdan haber alıyorum, çocuğu hastaymış bir haftadır, ateşler içinde yanmış yavrucak. başında beklemişler, şimdi iyiymiş. çocuk yetiştiren insanların, hayatın bütün gereksiz angaryasının arasında asıl meseleyi bulmuş ve kavramışlık mesudiyeti, aynı zamanda ciddiyeti içinde, her sözlerine ve hareketlerine sinmiş çocuk sevgisi. sanki o çocuk ve bebek kaldıkça onlar da ölümsüz kalacak gibi. ve çocuklar yetişip olgunlaştığında, anne babaların kendilerini ölüme daha rahat bırakması, sadece görevini yerine getirmişlikten mi yoksa o ölümsüzlük hissinin, o küçücük ve taze filiz gibi çocuğun hepi topu yüzü ölüme bakar kırışık bir genç sonrasına dönüşmesinden mi bilmiyorum.

    ertesi sabah, yapacak hiçbir şeyim yok ama yapılacak en güzel şey eyüp sultan kabristanına gitmek oluyor benim için. serviler altında oturuyorum. mezarlıklardan bile para kazanılabilen bir çağda, sanki ölmemiş gibi ölülerin temiz bakımlı ve mermer mezarlarının altında, fiziken yokluğa yakın bir şeylerin olduğunu düşünüyorum.huzur buluyorum, ne kadar da yoklar, benim varlığım karşısında. pierre loti ye gidip kahvaltı yapacağım, bütün haliç bir mezarlık sırtı gibi görünüyor gözüme. içimdeki mezarlıkları ziyaret etmeye korkan ben, başkalarının ölümüyle avunacak kadar çiğim daha.
    #101548 passageoflord | 7 yıl önce (  7 yıl önce)
    0anket