-
bir metro yolculuğu sırasında yazdığım bir tanesi:
Uzun zamandır yalnızım... Babam, ben 5 yaşındayken, evi terk etti. O günlere dair tek
hatırladığım şey, ben dışarıda oynarken camdan aşağı düşen bir bavuldu. Eve döndüğümde,
annem yüzükoyun bir şekilde kanepede uyuyordu. Büyük ihtimalle ağlarken uyuyakalmıştı.
Yaşadığı travmadan olsa gerek, o günden itibaren aşırı dindar bir yaşam sürmeye başladı ve
beni de bu şekilde yetiştirdi. Tabii ben bu durumdan hiç memnun değildim. “Bir mucize olsa
da bu cehennemden kurtulabilsem” diyordum içimden hep...
Antika eşyalar satan bir dükkanımız vardı. Bu da bizim birilerine muhtaç olmamamızı
sağlıyordu. Sanırım yaşadığım hayatın tek güzel yanı da buydu. Kimsenin desteğine
ihtiyacım yoktu annemden başka. Benim durumumdaki çocukların büyük çoğunluğu
akrabalarının yanında kalmak zorunda kalıyor ve benimkinden daha beter bir hayata
katlanmak zorunda kalıyorlardı. Benim tek sıkıntım annemin aşırı dindar olmasıydı. Bunun
aslında o kadar da büyütülecek bir sıkıntı olmadığını benim gibi daha çok babasız çocuk
tanıyınca anlayacaktım. Ama çocukluk yıllarında bazı şeylerin pek farkında olmuyorsunuz.
18 yaşımdayken annem vefat etti. Artık tamamen tek başımaydım. Dükkanın sorumluluğu
tamamen bana kalmıştı. “Keşke annem biraz daha uzun yaşasaydı da üniversite
okuyabilseydim” diye düşünüyordum... Geçimimi sağlayabilmek amacıyla bütün günüm
dükkanda geçiyordu ve eleman çalıştıracak kadar da gelirim yoktu.
İşte o günlerde Sevinç Yayoğlu isimli bir iş kadını hayatıma girdi. Hayatıma girdi dediysem
elbette duygusal bir birliktelik değildi. Onunla tanışana kadar dükkanım bir eskici
dükkanından farksızdı. İnsanların genelde kullanmadıkları için sattıkları veya sadece
meraklıları tarafından alıcı bulan ürünler satıyordum. Ama onun sayesinde artık pahalı sanat
eserleri de satmaya başladım. Neler neler getirmiyordu ki bana... Dünyanın dört bir
yanından değerli eşyalar, hediyelik eşyalar, nadir bulunan eşyalar... Bu sayede müşteri
portföyüm de sıradan halkın ötesine geçmeye başladı. Elbette zaman zaman bu kadın
hakkında düşüncelere dalıyordum.
“Neden ben?”
“Neden beni seçti?”
“Bu eşyaları nereden buluyor?”
Yine de bir türlü bu soruları ona sormaya cesaret edemiyordum. Sanırım alacağım
yanıtlardan korkuyordum. Ayrıca işlerim iyi gidiyordu. Bu sorulara şimdilik cevap almasam da
olurdu.
19 yaşımdayken üniversite okumaya karar verdim. Artık eleman tutacak kadar gelirim vardı.
İşimle ilgili olduğundan dolayı sanat tarihi okumaya karar verdim. Üniversiteye başladıktan
sonra dükkana sadece derslerden sonra uğrardım ve genelde yaptığım iş de hesapları
kontrol etmek oluyordu. Elemanlarımı da Sevinç hanımdan aldığım için gözüm arkadakalmıyordu pek. Aslında bir nevi Sevinç hanımın antika eserler ofisi müdürü gibi bir şey
olmuştum. Ama dediğim gibi işler yolunda gittiği için pek de sorun etmiyordum bu tür şeyleri.
Gelirim, diğer öğrencilere göre hayli hayli fazla olduğu için öğrencilik yıllarımda bol bol
seyahat etme imkanım oldu. Avrupa’yı, Asya’yı, Amerika’yı karış karış gezmeye çalıştım.
Üstelik tek amacım gezmek de değildi, Türkiye’de karla satacağım ürünler de almaya
çalışıyordum gezmeye gittiğim yerlerde. Bu sayede epey partner edinme imkanım da oldu.
Zaman zaman “Elimizde şöyle bir şey var, belki almak istersiniz diye ilk olarak sizi
bilgilendirmek istedik.” tarzı cevaplar alıyordum. Zaman zaman gümrük problemleriyle
karşılaşsam da, onlar da Sevinç hanım sayesinde çözülüyordu. Sanırım her güçlü iş
adamının bir şekilde siyasilerle bağı oluyor. Elbette kendisinin mafyatik bağlantıları olduğunu
da düşünmüyor değildim. Ama huzurumu bozmamak adına pek meraklı davranmıyordum.
İlk zamanlarda gezilerimden pek kar elde edemiyordum. Hatta ilk gezim bir felaketti.
Nedense çocukken hep Japonya’ya gitmek istemiştim. Bu nedenle yurt dışına açılma imkanı
bulunca ilk olarak oraya seyahat etmek istedim. Osaka’da bir çay evinde dinlenirken, bir
kedinin çok değerli bir porselen tabaktan mama yediğini gördüm. “İhtiyar çaycı ya deli ya da
bu porselenin değerini bilmiyor herhalde. En az 20000 dolara satılır bu porselen” dedim
içimden. İhtiyar çaycı masamın yanından geçerken bileğini kavradım ve “Kedi ve mama kabı
için sadece 2000 dolar veririm.” dedim. İhtiyar teklifi kabul etti. Kediyi ve mama kabını bana
getirdi ama ortada bir sorun vardı. Porselen tabak yerine tahtadan adi bir kap getirmişti
ihtiyar. “Neden porselen tabağı değil de bunu verdin?” diye sorduğumda “Kedinin asıl yemek
tabağı bu tahta tabak ama kendini açıkgöz zanneden turistleri avlamak için b porseleni
kullanıyorum. Sen benden ‘kedinin tabağı”nı istedin, ‘kedinin yemek yediği porselen tabağı’
istemedin. Nereye şikayet edersen et, beni haklı bulacaklardır” dedi. “Peki bugün kaç tane
turist avladın?” diye sordum. “En az 10 kedi satmışımdır” dedi.
Bu durum ciddi anlamda moralimi bozdu. 2000 dolara sadece bir kedi almıştım. Kediyi
Türkiye’ye dönerken almak üzere bir kedi oteline yerleştirdim. Moral bozukluğumu gidermek
amacıyla bir bara gitmek istedim. Bir caz bar gözüme kestirip içeri girdim. İçeride turistlerin
sayısı, Japonların sayısından daha fazlaydı. Çiftler seyahatlerinin yorgunluğunu az da olsa
atabilmeye çalışıyor, bekar erkekler otantik bir sevgili edinme peşinde, sahnede çalan grup
ise “Umarım müziğimizi ciddiye alıyorlardır” diye düşünmekte... İnsanları incelerken iki tane
ela gözün beni incelediğini fark ettim. Gözlerin sahibinin davetkar olduğunu anlayınca da
masasına yöneldim ve “Merhaba! Oturabilir miyim?” dedim. Türkçe konuştuğumda şaşırdı ve
“Türk müsün? Peki benim Türk olduğumu nasıl anladın?” diye sordu. Ona ailemin Tatar
kökenli olduğunu ve bu nedenle herkesin beni uzakdoğulu zannettiğini anlattım. “Türk
olduğunu bilmiyordum, sadece şansımı denemek istedim” dedim. Güldü ve “Çok şanslısın o
zaman” dedi.
O gün sabaha kadar dışarıda dolaştık. O da benim gibi sanat tarihi okuduğu için konuşacak
konu bulmakta pek zorlanmadık. Hayallerimizden, gelecek planlarımızdan da bahsettik.
Daha sonra uzun bir sessizlik oldu. Bir saat hiç konuşmadan oturduk. Birdenbire dudaklarını
dudaklarımda hissettim ama pek uzun soluklu bir öpücük olmadı bu. Dizlerimin üstünde
uykuya daldı. Ben de oturduğumuz bankın üzerinde uyuyakalmıştım. Sanırım gün
doğumundan öğle saatlerine kadar uyumuşuz. O hala uyurken saçlarını okşadım veparmaklarımı yüzünün kıvrımlarında gezdirdim. Daha önce hoşlandığım çok kadın olsa da
sanırım ilk defa aşık oluyordum. Bu düşünceler aklımdan geçerken uyandı ve uyku
mahmurluğuyla “Neredeyiz biz? Saat kaç? Amma uyumuşum... Hadi bize gidelim.” dedi.
Ona bugün Japonya’daki son günüm olduğunu ve akşam kalkacak olan uçağım için
hazırlanmam gerektiğini, eğer isterse bana yardım etmek için gelebileceğini söyledim.
Dışarıda öğle yemeği yedikten sonra otele geçtik ve birlikte eşyalarımı düzenledik. Otelden
ayrıldık ve havaalanına gitmek için taksiye bindik. Giderken hiç konuşmadı ve başını
omzumdan hiç çekmedi. Havaalanında beklerken “Seni seviyorum” dedim “Bu ilişki burada
bitmesin”. Bana sıkıca sarıldı ve “Seni hep bekleyeceğim” dedi. İletişim adreslerimizi
birbirimize verdik ve son bir sarılma ve öpücükten sonra yollarımıza ayrıldık.
Artık 3 ayda bir Japonya’ya gidiyordum. İlişkimizin üçüncü yılında evlenme teklif ettim ve
kabul etti. Ama gelecek planlarımızla ilgili ufak bir sıkıntı vardı. O, staj yaptığı müzede
çalışmak istiyor; ben ise Türkiye’deki işimi devam ettirmek istiyordum. En sonunda mezun
olunca Türkiye’deki işimi tamamen Sevinç hanıma devretmeye karar verdim. Birikmiş
paramla da Japonya’da bir iş kuracaktım. Durumu Sevinç hanıma anlattım ve kabul etti.
“Seninle çalışmak güzeldi, bir daha nasıl bulacağım ki senin gibi birisini?” diyerek de
üzüntüsünü belirtti. Mezun olana kadar burada kalacağımı söyleyip içini ferahlattım.
Mezun olduktan sonra işleri toparlamak ve Japonya’daki yeni hayatımı finanse etmek için bir
süre daha Türkiye’de kaldım.
Bir gün Sevinç hanım beni deposuna çağırdı. Asya pazarında satmak istediği bir oda dolusu
antika eşya vardı. “Bunları sattıktan sonra geri dönmek zorunda değilsin. Ama arada sırada
aramayı unutma. Bir kalemde silip atma hemen eski ortağını.” dedi. O gün vedalaştıktan
sonra eşyaları götürecek olan gemiye bindim ve Japonya’ya doğru ilk gemi yolculuğuma
başladım.
Gemi, Osaka limanında yüklerini boşalttı. Limanda beni nişanlım ve eşyaları teslim almaya
gelen aracı kurum vardı. Bürokratik işlemleri ve ödeme işlemleri halledildikten sonra
tamamen özgür kaldım ve nişanlımın evine doğru yola çıktım. Eve girer girmez yorgunluktan
uyuyakaldım. Bu duruma nişanlım çok üzülmüş, çünkü bana yaptığı yemekleri yiyememişim.
Bana öyle söyledi. Çalan telefon beni uyandırdı. Arayan Sevinç hanımdı. “Merhaba Sevinç
hanım, nasılsınız? Bir sorun yoktur umarım?” diye cevapladım telefonu. “Ah yok, Giray bey.
Her şey yolunda. Ama eşyaların arasına benim pelesenk ağacından yapılmış bir kutum
vardı, o da karışmış. Kutu benim için önemli değil ama içinde benim günlüğüm vardı. Manevi
önemi olan bir şey sonuçta. Acaba rica etsem, günlüğümü bulabilme imkanınız var mı?”
dedi. “Merak etmeyin Sevinç hanım elimden geleni yapacağım.” deyip telefonu kapattım.
Nişanlım bana sarılıp “Artık sadece benim ol, lütfen...” dedi. Sarılıp uyuduk. Ertesi gün
nişanlım ve arkadaşları benim için bir parti düzenlediler. Ancak Sevinç hanımın telefon ettiği
günden bir hafta sonra kutu ile ilgilenme imkanım oldu. Ama ne yazık ki eşyaların hepsi
satılmıştı ve kutu da ortalarda yoktu. Sevinç hanıma durumu izah ettim ve kutunun izini
sürmemi isteyip istemediğini sordum. O da gerek olmadığını ama düğün günümde benimle
bir şey konuşmak istediğini, bu konunun da günlükle ilgili olduğunu söyledi. Ben de bunun
üzerine olayı unutmaya ve düğün planlarıma odaklanmaya karar verdim. Nişanlımın ısrarlarıüzerine hem Batı tarzı hem de Japon tarzı bir düğün yapmaya karar verdik. Sevinç hanımın
gelişi de çeşitli sebeplerden ötürü düğünümüzden bir hafta sonraya ertelendi. Ama biz de
balayı hazırlıklarına başladığımız için görüşmemiz çok daha sonraki bir tarihe ertelendi.
Balayımızı Okinawa’da geçirmeye karar vermiştik. Uçağa bineceğimiz gün Sevinç hanımdan
bir e-posta geldi.
“Sevgili Giray,
Senin bir aile kurduğunu görmek beni çok mutlu etti. Umarım bu mutluluğu bu mail ile sabote
etmiş olmam. Ama madem günlüğüm kayboldu ve sırrımın açığa çıkma tehlikesi var; ben de,
sen başkalarından öğrenmeden önce benden öğren diye sana yazmaya karar verdim.
Her ne kadar erkek olarak doğsam da, ben kendimi bir kadın gibi görüyordum ve erkek
bedenine hapsedilmiş gibiydim. Toplum beni erkek gibi yaşamaya zorladı. Sanırım yaptığım
en büyük hata evlenip çocuk yapmaktı. Ama bu gerçekten çok zordu benim için. Ne zorluklar
çektiğimi bir bilsen hayatta... Sen beni Sevinç hanım olarak tanısan da aslında ben senin
babandım. Sana destek çıkabilmek için annenin vefatını bekledim. Belki yanlış bir davranıştı
ama annenin karşısına çıkacak cesaretim yoktu...
Seni ve anneni terk ettikten sonra kendime yeni bir hayat kurdum ve cinsiyetimi değiştirdim.
Çok çalıştım kendimi insanlara kabul ettirebilmek için ve bu sayede d epey zengin oldum.
Neyse ki geç de olsa sana destek olabildim hayatta ve evlenip bir aile kurmuş olman beni
gerçekten mutlu etti. Seni ve eşini rahatsız etmek istemiyorum. Benden bağımsız bir şekilde
hayatınızı yaşayın. Çünkü ben hayatınızda olursam yaşanmış trajedilerin bir hayalet gibi sizi
takip etmesinden korkuyorum. Umarım mutlu bir aileniz olur ve ölünceye kadar mutlu bir çift
olursunuz.
Her şey için teşekkürker.” hepsini göster