Antoine, şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Kendini toparladı ve “Ben de kaçtığını düşünmüştüm.” dedi.
“Aranızda ne geçtiyse geçti. Artık önemli değil. Adamlarım halletti. Paris’te kimse dedikodusunu yapamayacak bu olayın merak etme.”
“Siz nasıl bildiniz?”
“Şimdilerde Konstantiniyye denilen şehirdeki padişahın sarayında bile casuslarım var.”
“Beni neden izletme gereği duydunuz?”
“Senin güvenliğin için elbette. Defalarca canımı kurtardın. Her ne kadar otoriter birisi olsam da ben de insanım. Hiç dostum olmasa da, arada sırada bazı insanları diğer insanlardan daha üstte tutuyorum. Elbette bana ihanet etmedikleri sürece.”
“Size asla ihanet etmem majesteleri.”
“Biliyorum, biliyorum.”
“Bu arada, lütfen yanlış anlamayın ama, adamlarınız Rosalie’yi intihar ederken gördüyse neden müdahale etmediler?”
“Onlar sadece izlerler. Sadece çok gerekliyse müdahale ederler. Şanslısın ki, dün gece uyku tutmamıştı beni. Bahçelerde gezinirken istihbarat subayı da olay hakkında beni bilgilendirdi. Ben de kızın cesedini gölden çıkarıp gömmelerine ve ailesine haber vermelerini istedim. Elbette ki tüm hizmetçilerinin bir listesi de istihbaratta olduğundan aile evini bulmak zor olmadı. Ama ailesi öleli 10 sene olmuş. Bu sebeple de kimsesizler mezarlığına gömdürdüm.”
“Keşke evimin bahçesine gömebilseydim.”
“Antoine, artık Rosalie’yi unut. Sen benim en iyi subaylarımdansın. Melankoliye kapılmamanı emrediyorum. Seni bir hizmetçi yüzünden kaybetmem acı olur.”
“Emredersiniz!” diye bağırdı Antoine.
“Güzel. Ama unutma ki ‘devlet benim’. Eğer olur da melankoliye kapıldığını hissedersem bir sonraki görüşmemiz daha sert bir havada geçer. Olan oldu. Artık bir şeyi değiştiremezsin. Güzel anılarınla Rosalie artık kalbinde yaşasın.”
“Emredersiniz!”
“Güzel. Çıkabilirsin, Antoine.”
Antoine, XIV. Louis’nin emrettiği gibi melankoliye kapılmadı. Zaten Rosalie’nin de soylu kadınlardan bir farkı olmadığını görmek, ona olan sevgisini bir anda silmişti kalbinden. Sadece bir gün için de olsa aşkı tadabilmesi güzeldi. Bu da yeterdi ona.
Antoine’ın günleri, eskisinden farksız geçiyordu. Arada sırada malikanesinin yakınlarındaki göle bakıp Rosalie’yi anması haricinde.
Bir tatil günü, malikanesinin yakınlarındaki ormanda avlanırken bağırma sesleri duydu. Atını hızlıca seslerin geldiği yere doğru sürdü.
Bir grup haydut, bir arabanın etrafını sarmıştı. Yerde de yaralanmış bir adam vardı. Adamın yanında bir kadın diz çökmüş ve ağlıyordu.
Antoine hiç tereddüt etmeden atını adamlara doğru sürdü. Atına yaptırdığı çevik hamleler sayesinde haydutları kovmayı başardı.
Kadın tuhaf aksanıyla “Monsieur! Bubamı vurdular! Lütfen iardım edin!” diye bağırdı. Adam omzundan vurulmuştu. Ama sıcak mermi, omzundan aşağı kayıp iç organlarını parçalayabilirdi. Bu sebeple sabit bir şekilde taşınıp arabaya yüklenmesi gerekiyordu.
“Sakin olun madame. Önce arabaya taşıyalım. Buralarda doktor bulmak güç ama Versailles’dan çok uzakta değiliz. Subay olduğum için oradaki doktorlar babanızı tedavi ederler.”
Endişeli olduğu için kadın söylenilen çoğu lafı anlamadıysa da babasını arabaya taşıası gerektiğini anlamıştı. Adamı dikkatlice arabaya taşıyıp hızlıca Versailles’a doğru yol almaya başladılar.
Neyse ki mermi adamın omzunda takılı kalmış ve adamın hayatını tehlikeye sokmamış. Doktorlar Antoine’a ve Sofia’ya cerrahi müdahale yapılırken dışarıda beklmeleri gerektiğini söylediler.
“Şanslısınız madame, kocanıza bir şey olmamış.”
Bu cümle üzerine, Sofia’nın yüzü kızardı ve “O benim kocam değil! O benim bubam!” dedi.
“Özür dilerim mademoiselle!" dedi. "Buba" kelimesini şimdi anlamıştı. "Babanız çok genç duruyordu.”
“Evet, belki sizden 10 yaş büyüktür. Ama Rusya’da insanlar buradakinden çok daha genç evleniyor. Neyse ki çarımız Pyotr sayesinde Rusya da Fransa gibi olmaya başladı.”
“Demek aksanınız ondan...”
“Özür dilerim. Çok çabalasam da arada sırada yanlış telaffuz ettiğim kelimeler oluyor.”
Antoine Sofia’nın yüzünü incelemeye başladı. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teniyle Fransa’daki herhangi kadından pek de bir farkı yoktu. Ama saçları adeta altından yapılmıştı. Daha önce bu kadar parlak sarı saçlı bir kadın görmemişti. Gözleri de daha önce hiç görmediği tonda bir maviydi. Bembeyaz teni, kadını sanki ölüymüş gibi gösteriyordu.
“Monsieur?”
“Özür dilerim. Daha önce hiç Rus görmemiştim. Avrupalılardan çok da farklı değilmişsiniz. Sizleri hep Moğollardan ve Türklerden farkınız yokmuş gibi bilirdim.”
“Evet monsieur haklsınız. Bizi de eskiden Tatarlardan ayıran pek bir şey yoktu. Ama çarımız Sankt-Peterburg’u kurduğundan bu yana biz de Fransızlar gibiyiz.”
Antoine “çar” kelimesinin ne olduğunu bilmese de kadının her “çar” dediğinde gözlerinin parlamasından “çar”ın onların kralı olduğunu anladı. Sofia, Pyotr’a büyük minnet duyuyor olmalıydı.