Zaten, bu şehirde, kim farkedilmişti de o farkedilsindi... İdealler ve tanrılar bile çarpık sokaklarda kuruyup fısıltılara dönüşürken, insanları kim hatırlardı ki? Ferit değil. Hemen karşısında dikilen garsonda, yirmi metre ilerdeki meyhaneci Ayhan'da. Sokağın başını tutan Mustafa'da hatırlamazdı, lokanta işleten Fehmi'de. İçlerinden biri ölse yirmi güne tatlı bir anı haline gelir, bir yıla o anılar da solup giderdi. Geriye bir oturuşta bütün bir fıçı şarabı içebilen Ayhan'la ilgili bir hikaye, on kez vurulmasına rağmen hep ölümden kurtulmuş Mustafa'yla ilgili anlık bir şaşkınlık kalırdı. Fehmi'nin yaptığı fava özlenirdi belki. Bardağın dibindeki tortular misali... Yaşarken değerliydi insan. Ne o ne de şehir ölülerle ya da yanında olmayanlarla pek zaman kaybetmezdi.
Biri hariç. Ama onun da arkasından bütün İstanbul ağlamıştı, o yüzden yas sadece Ferit'in yas sayılmazdı. Kediler farelere sarılmıştı o gittiğinde. İlk ve son defa birilerine gitme diyecek kadar düşmüştü. Sözcüğün ne kadar anlamsız olduğunu da o gece, Haydarpaşa istasyonundayken öğrenmişti.
Ondan sonrası bulanık. Bir yıl oluyordu galiba onu kaybedeli, on yıl da olmuş olabilirdi. Zamanla iyi değildi arası. Bir haftadan uzun, bir asırdan kısa süredir sol tarafında ağır bir boşluk hissediyordu. Acının zamanla geçeceğini söylemişlerdi. Tuhaf, çünkü her geçen gün arttığını hissediyordu Ferit. Sızlamaya dönüşüp, sonra da yok olması gerekirken ilk gece batan bıçaklar, gün geçtikte ısınıyordu sanki.