-
100 dilimlik bir pasta ve 100 kişi düşünün, adil olmak neyi gerektirir ? her kişiye 1'er dilim pasta verilmesi adil olandır.
kapitalist bir sistemde durum böyle değil işte ; 10 kişi 90 dilim pastaya gözünü diker, onu elde etmek için elinden geleni ardına koymaz, hırsla canla başla uğraşır, diğer insanların payına tebelleş olur.
90 kişi de kalan 10 dilimlik pastayla doymaya çalışır, yav arkadaş bu niye böyle pek demezler, hatta o 10 kişiden biri olmak için uğraşırlar, ömürleri boyunca didinirler vs.
ha arkadaş bu sistemde bir terslik var ***** koyayım, adaletsizlik var !! diyenleri de sistem bastırır, susturur, yok eder. -
max weber'e göre başarısında protestan din yaşamının ve protestan hayatının, başarılı oluşunda önemli bir yere sahip olduğu ekonomik sistem. tabii bu "protestan olmayan ülkeler kapitalist olamaz" anlamına gelmiyor.
yine de japonya, hristiyan olmadığı halde, "biz protestan hristiyan ahlakına sahibiz." diyen bir ülke. japonya başbakanlarından shinzo abe de japonya'nın ahlak temelinin meiji dönemi ile beraber protestan hristiyan ahlakını örnek aldığını açıklamıştı bir kaç yerde. en azından japonların hristiyan özentiliği, çakma kiliselerde nikah kıymalarından belli (evet, sadece nikah törenleri için yapılmış ve gerçek bir katolik/protestan kilisesi olmayan ve hatta nikahı din adamının bile kıymadığı şapeller var japonya'da. ama son yıllarda geleneksel şinto düğünü yapmak daha moda hale geldi.).
paul heelas ile kapitalizmin kendi içerisinde yeni dinler oluşturduğuna dikkat çekmiş. ama buna rağmen de kapitalizmin aslında dinleri sosyal hayattan çıkarıp bireyin kişisel alanına sıkıştırdığını savunmakta. yani weber'in dönemindeki kadar dinler aslında sosyal hayatta etkin değil. bu durum da sekülerleşmenin modernleşme ve gelişmeyi de beraberinde getirdiği düşüncesini beslemekte.
yine heelas'a göre, postmodern dönemde artık ahlak kavramı da bireyler için "hoşuma giden neyse onu benimserim" şeklinde bir yapı kazandığı için rastgeleleşmiş bir durumda. artık moda olan etik prensipler de var. haliyle aslında postmodern dünyada dinlerin toplum hayatında çok fazla yere sahip olmaması bekleniyor. yine de küreselleşme ve kültür çoğunluğu ile beraber dinlerin tekrar toplum hayatında yere sahip olduğu belirtiliyor.
dinlerin tekrar weber'in dönemindeki gibi toplum hayatında belirleyici bir konuma doğru ilerlemesi ise sovyet sonrası dönemde ülkelerin zamanla milliyetçileşmesine ve din=milliyet kavramının tekrar ülkelerde belirmesine bağlanıyor bazı kişiler tarafından. hatta bunu kültür çokluluğuna karşı bir refleks olarak görenler de var. bu sebeple de dünyanın kültür temelli yeni soğuk savaşlara gebe olduğu düşünülüyor.
scott m. thomas ise, sanayileşmiş kuzey ülkelerinin zaman içinde rasyonel bir inanç biçimi ve rasyonel bir ahlaka kavuşacağının düşünüldüğünü ve bunun da topluma büyük yararlar sağlayacağının düşünüldüğünü, ama aslında böyle bir şey gerçekleşmediği için de postmodern dünyada sekülerizme tepki olarak inançlara yönelindiğini savunmakta. gelişmemiş ülkelerde ise sekülerizme tepkinin "hani seküler olunca her şey güzel olacaktı?!" şeklindeki fikirlerden temel aldığını söylemekte. yani normalde postmodern dünyada aslında dünyanın çoktan seküler olmuş olması beklenirken, seküler devlet düzeni tehlike altına giriyor. üstelik sadece gelişmemiş ülkelerde de değil. bunun da suçlusu neo-liberal politikalar olarak görülüyor.
örneğin mısır ve endonezya gibi koloni dönemlerinden sonra bir dönem modernleşme hareketlerine girişen ülkelerin insanları, başlarındaki yöneticiler sıçıp sıvayınca bu sefer "demek ki modernleşme falan bize faydadan çok zarar getiriyor." diye düşünmeye başlamışlar.
jeff haynes, kapitalizmin getirdiği küreselleşmenin radikal dinciliği ortaya çıkardığını savunuyor. sebebi ise postmodernizmin getirdiği inançtaki bireyselliğin aslında inançlardaki standartlaşmış yorumların dışındaki yorumların inançlara eklenmesini kolaylaştırması. böyle olunca da aslında postmodern dünyada bireyin sınırlarının dışına çıkmaması gereken din kavramı politik silahlara çok kolay dönüştürülüp tekrar toplumu etkileyen güce sahip olmakta. bu sebeple de artık günümüzde din, bir ahlak sisteminden çok bir kimliği ifade etmeye başlamış.
haliyle günümüzde bazı akademisyenler "lan yoksa weber'in dönemine geri mi dönüyoruz?!" demeye başlamışlar.
-
gölgesini satamadığı ağacı keser. -
kapital sermaye, sermaye ise kaynaklardır. bu durumda türkçeye sermayecilik olarak çevirmek " kaynakçılık" olarak çevirmekten anlam karşması olmaması için daha iyi olacaktır. yani sermaye dediğimiz zaman aklımıza para değil kaynak gelmeli.
kapitalizm'i iyice anlamak için muhakkak iyi bilmemiz iki şahıs var birisi karl marx bir diğeri ise max weber. bazı kişiler adam smith'i de dahil eder fakat, adam smith kapitalizm üzerine değil liberalizm üzerine konuşmuştur. adam smith'in meşhur " bırakınız yapsınlar bırakınız etsinler" sözünü kapitalizm üzerine söylendiğini sanıp ona yormuşlardır fakat işin aslı öyle değildir. bu başka bir yazının konusu, marx’tan da bahsetmeyeceğim.
max weber'e gelecek olursak, çok önemli bir eseri var " protestan ahlakı ve kapitalizm ruhu." weber bu kitabında genel olarak batı dünyasını tanımlıyor ve protestan mezhebinin çözümlemesini yapıyor. ve kitabının bir kısmında şöyle bir söz geçiyor " hıristiyanlar batıda katolik ve protestan diye ikiye ayrılır; katolikler için günahtan kaçınmak ve ahiret önemlidir, protestanlar ise hem günahtan sakınmak hem de başarıyı haketmek için bu dünyada çok çalışmak ister..." bu sözünün doğruluğunu ispatlarcasına da ingiltere, amerika gibi protestan ülkeler ve italya, ispanya gibi katolik ülkelerin ekonomik ve teknolojik açısından ne durumda olduğunun örneğini veriyor.
Yine kitabının ön sözünde çok haklı başka bir söz daha yazıyor " doğu ile batı arasındaki en keskin fark batıda hersey belli bir düzen ve disiplinde yapılır oysa doğu düzenden mahrumdur onun için reçete sunamazlar..."
sonuç olarak weber kapitalizm'in tanımını yaparken marx'a göre daha geniş bir temele oturtuyor. şunu da belirtmek isterim ki , marxist düşünürler weber'in bu eserinin marx'ın hayaletinin korkusunun maddeye bürünmüş bir tezahürü olarak kabul eder ve weber'i burjuva yanlısı bir düşünür olarak kabul ederler. -
İnsan var olduğu sürece, asla yok olmayacak bir çeşit siyasal ve ekonomik baskı ya da dayatma düzeni içerisindeki düzensizliktir. Tanımım size karışık gelmiş olabilir, okudukça kastettiğim şeyleri anlayacağınızı umuyorum. Derin bir kavram olarak gördüğüm için biraz uzun bir girdi olacağını düşünüyorum. Ancak aşırı uzun bir yazı da olmayacak.
-
Hem ekonomik hem siyasi boyutu mevcuttur ancak siyaset dilinde kapitalizm, normal anlamıyla kapitalizmden çok farklıdır. Farklı amaçlar barındırır. Kapitalizm, yaşamın devam ettirilmesi için gerekli olan tek şeyin ''para'' olduğuna inandırılmış milyarlarca insanı içerisine alan otomatik, inandırıcı ve zorlayıcı -istemeseniz de içine alır sizi- sistemdir. İşte, söz konusu sistemin asıl sahipleri ise yunaytıd steyts oğvf amerika, ingiltere ve israil'dir. Zira, tüm dünya ülkelerinde kullanılan, insan ihtiyaçlarının birer ürünü olarak ortaya sürülmüş her ne var ise; yaklaşık %70'i ya da %80'i -kesin rakam verememekle birlikte- bahsedilen ülkelere aittir. Kapitalizmin devreye girdiği ilk nokta ''kaynakların tek elde üretilip satılması'' hususudur. Tek el diye bahsettiğim ülkeleri hatırlamak isteyenler 3 satır yukarıya bakabilirler.
Kapitalizm, sizi almaya zorlar. Almak için çalışmaya zorlar. Çalışmak için izne ihtiyaç duyarsınız. İzin alırsınız, çalışırsınız. Size çalışmanızın ve kapitalizmin geliştirilmesine katkıda bulunmanızın ödülü olarak biraz para verir, sonra yaşam döngüsü için gerekli olarak ''lanse edilen'' ürünleri size satar ve paranızı pardon parasını geri alır. Sonra ufak bir kriz çıkarır, enflasyonu artırır. E, ne oldu? Paranızın alım gücü azaldı. Daha çok çalışırsınız, ancak size daha çok çalışmanızın karşılığı olarak ''enflasyon ve kriz'' bahanesiyle nispeten az ücret öder. Kriz yüzünden, 1 çikolata 1 para birimi iken 4 para birimi olur. Enflasyon yüzünden, eskiden 10 kutu aldığınız şeyi -aynı tutarda parayla- yarım kutu alabildiğinizi görürsünüz. Alırsınız. Sonra der ki; dünyayı kirletmeyelim. Çöpleri getirin, kapakları getirin ve biz size 3 çikolata hediye edelim. Götürürsünüz. Sizi, size sattığı şeyi geri getirmeniz için ''bedava işçi'' olarak kullanır. Karşılığında hediye olarak sattığı şeyden 3 tane verir ve yine der ki; yedikten sonra ambalajı getirin, olur mu ? Götürürsünüz. Sizi bağımlı hale getirir. Sattığı ''o ürünü'' kullanmadan yapamazsınız. Bir gün gelir, bir bakarsınız ki enflasyon ve kriz süreci normale dönmüş ama fiyatlar yine artmış. Size verdiği ücret ise değişmemiş ve hatta alım gücünüz azalmış. Gider ve o ürünü cebinizdeki tüm paraya tekabül etse de alırsınız. Kapitalizm, size o şeyi -her ne ise- aldırır. Olay tam da şuna döner: kısır döngü. kısır döngü/#128169
Araba alırsınız. Yakıt der. Petrolü, gelir ve sizin ülkenizden çıkarır sonra size işlenmiş olarak satar. Ardından ülkenize gelip, bizzat sizin vatandaşlarınıza kapitalizme hizmet eden petrol istasyonlarını açtırır. Kapitalizmin parası ile kapitalizm arabasına, yine bir kapitalizm merkezinden, kapitalizmin yakıtını alırsınız. Yakıt için sizden para alır. Yakıtı alırsınız, yağ der. Onu da alırsınız, üzerinde hep ''made in X'' yazar ama altında da küçücük bir puntoyla ''şu şirketler grubuna aittir'' yazar. Sonra basarsınız gaza, bozulur. Tamir der, sadece serviste! Bakım der, sadece serviste! Nasıl olsa size para verdi kapitalizmin sahipleri. Ülkenizde petrol çıkar, kapitalizm gelir ve size petrol çıkarmamanız için para verir. Anlaşma imzalarsınız. Sonra canı sıkılır, falan ülkenin durumu iyiye gidiyor, en iyisi petrolün varil fiyatını yükseltelim der ve bir şekilde yükseltir. Nasıl olsa size petrol satıyor. Planları asla kısa vadede gerçekleşmez. Uzun sürer ama ellerini ovuştura ovuştura beklerler. Sürtünmeden yansa bile elleri, beklerler.
-- spoiler --
Merak edenler araştırabilir. Son zamanlarda Venezuela'da meydana gelen olaylar kapitalizmi çok iyi açıklar. (bkz: venezuela )
-- spoiler --
Mesela ülkenizde bor çıkar, hatta öyle ki dünya bor rezervinin %70 küsürü sizdedir. Gelir, der ki kapitalizm ''bize satın, biz işleyip size geri satalım. Teknoloji bizde'' ve kabul ettirir. 1 para birimine kendi ülkenizin kaynağını satar, 100 para birimine işlenmiş olarak alırsınız. Kabul etmezseniz kriz çıkarır ha!
-
Bu bağlamda kapitalizm, asla ama asla, kısa bir tanımlama ile geçiştirilecek bir husus değildir. Yazdıkça yazabileceğiniz ve ucu bucağı olmayan nadir konulardan biridir. Kapitalizm, sizin gelişmenizi yine sizin kaynaklarınızı ve bizzat sizi kullanarak engeller. Yazımın da başında dediğim gibi, kapitalizm: insan var olduğu sürece, asla yok olmayacak bir çeşit siyasal ve ekonomik baskı ya da dayatma düzeni içerisindeki düzensizliktir. -
güçlüden(sermaye-para) yana olan, güçsüzü(iş-işçi-emek) sömüren ve doğuştan dayatılan bu dünyaya mal olmuş bir sistem. bu sistemi en iyi anlatan söz dizisinin de annelerimizin bizler daha körpecik bebecikler iken söylediği bir ninni olduğunu düşünürüm..
''dandini dandini dastana,
danalar girmiş bostana..
kov bostancı danayı,
yemesin lahanayı '' şair burda bostan derken dünyayı, dana derken hakim güçleri ve pisboğaz patronları, lahana derken de emek ve iş gücünü kastetmekte.
bu nedenle de anneler(birinci sınıf üretici ve emekçiler olarak) de yeni doğan bebeklerini uyarmak üzere,koruma iç güdüleriyle bu ninniyi söyleyip bir ritüel haline getiriyor olabilirler. kim bilir ? -
“kapitalizm; sosyalizmle karşılaştırıldığında cehennem, feodalizmle karşılaştırıldığında ise cennet gibidir.”
- lenin -
sosyalizmin tersi olarak insanın insanı sömürdüğü ideolojidir. -
Kapitalizm: "Vallahi sabun değil" diyerek "katı şampuan" satmak.
i.ibb.co/...
Pazarlama hatası: kel birine saç bakım ürünü reklamı göstermek.
Dünya: insanı olmasan eğlenceli gezegen. -
başlıkta daha önce belirtilmiş olduğu gibi insan doğasındaki güç ilişkilerine ait çekirdeğin ekonomik sistem şeklinde hayat bulmuş halidir. sosyalizmin kolektivist söylem ve yapısına karşı bireyselliği savunan hayat görüşünün kendini ortaya koyduğu başka bir alandır aynı zamanda.
kapitalizm insanın doğası itibariyle şeytani kötülükler yapabileceğini bilir, bunu baştan kabul eder. ve toplumunu, toplumsal kurallarını, yazılı yasalarını vb. buna göre düzenler. bunun en somut hali ise kuvvetler ayrılığı ilkesi 'dir ki en basit şekilde "takribi olarak eşit güçlerde olan farklı kurumların biribirilerinin faaliyet ve eylemlerini kontrol etmesi" şeklinde tanımlanabilir.
sosyalizm ise bu fikre pek yaklaşmaz. sosyalizme göre bir lider vardır ve herkes ve her şey ona bağlıdır. ama doğada her yerde görülen pareto dağılımı burada da kendini gösterir ve nihayetinde sistemdeki insanların %20'si, varlığın/gücün %80'ini kontrol eder. ama sosyalşist/komünist sistemin genlerinde ve altyapısında bu gerçeğe yer verilmediği için kendi kendisini içten çökertmeye başlar. bu sscb'de de böyle oldu, kongo'da da böyle oldu, mao'nun çin'inde de öyle oldu. çünkü fırsat eşitliğini değil sonuç eşitliğini savunmaya daha meyilli. bu da sosyalizm/komünizm'i bir miktar adaletsizliğe meyilli hale getiriyor.
hem bireysel psikoloji, hem toplumbilim, hem de doğa bilimleri açısından şu ana kadar geliştirilmiş en uygun sistem kapitalizmdir. liyakati kendiliğinden ödüllendiren, ifade ve eylemsel özgürlükleri sonuna kadar destekleyen bu sistem serbest bırakıldığında toplumu kendiliğinden adaletli bir devinime sokacaktır. tiran şirketler kendiliğinden çökecek, dandik mal/hizmet üretenler çok yaşamayacak, kimse istemediği bir şeye maruz kalmak zorunda kalmayacaktır. bu sistemde devlet iç meselelerde aşırılıkları dizginleyen, dış meselelerde ise ülkenin varlık ve gücünün arttırılmasına her şekilde yardımcı olan aracı bir ve fiziki güvenliği sağlamaya yarayan bir mekanizmadan başka bir şey olmamalıdır.
ha türkiye mi ?
biz ne onu olabilmiş ne de ötekini olabilmiş arada kalmış aptal saptal bi sistemsizliğin beşiğindeyiz. ne tam kapitalist olup üret/ihraç et/parasını ye yapabiliyoruz, ne de tam anlamıyla sosyal/komün yaşayıp her şeyi devlette tekelleştirip onun huzurunu sürebiliyoruz.
biri olmaya çalışınca öteki sorun çıkarıp balta vuruyor, diğerini yapmaya çalışınca da karşı taraf aynısını yapıyor.
ama şu bi gerçek ki, dünyada hakim sistem kapitalizmse ve bu konudaki savaş olabildiğince acımasızlaşmışsa, biz de bu oyunun kurallarını iyi öğrenip oyunu iyi oynamaya başlamak zorundayız. yoksa böyle yarı sosyal yarı pazar ülkesi olarak sallanıp durmaya devam edeceğiz.
klişe (ya da klasik) tabir olan globalleşmekte olan dünya artık yok olmuştur çünkü dünya zaten globalleşmiştir. bu sistem içerisinde var olmanın tek ve yegane yolu da bu global sistemde mevcudiyet kazanmaktır. belli pazarları olan ve özel şirketler aracılığyla diğer ülkelerden para/güç kazanan bir ülke haline gelmekten başka bir seçeneğimiz yoktur. -
Micheal Braud ‘’Kapitalizmin Tarihi 1500-2010’’ kitabında, Kapitalizme doğru uzun bir yürüyüşü şu satırlarla ortaya koymaktadır.
Feodal toplum olgunlaşmış biçimine XI. yüzyılda ulaştı. Üretim organizasyonu saha dahilinde gerçekleşiyordu (serflik, zorunlu çalışma, angarya) ve artık emeğe (çalışma biçimindeki rant olarak) toprağın yegane sahibi olan senyor tarafından el konuyordu. Senyör aynı zamanda, siyasal ve yargılamaya ilişkin ayrıcalıklara da sahipti.
Fakat feodal toplum oluşumu henüz tamamlanmıştı ki çözülmesine neden olacak unsurlar da harekete geçmekteydi. bir kere çalışma olarak gerçekleşen rant, özgür çalışmanın ortaya çıkması, köylü mülkiyetinin gelişmesi ve ticaretin başlamasıyla ayni ranta ya da para biçimindeki ranta dönüşüyordu. süreci hızlandıran unsurlar da ticari fuarlar, zanaatların (yoncalar çevresinde) canlanması, Kent yaşamının yeniden doğması, bir ticaret burjuvazisinin oluşmasıydı. işte feodal düzen bir ortamda çözülürken ticari Kapitalizm kök salacaktı.. -
Kapitalizm İnsanın kendine yakışanı giyememesidir. -
insan doğasının kaçınılmaz ürünü olan ekonomik sistem.
Hayatındaki tek amacı mideyi doldurup belini boşaltmak olan capuchin maymunları ile bir deney yapılıyor.
Bilim adamları maymunları para kullanmaya alıştırıyorlar. Sonuç olarak para için yapılan kavgalar ve hırsızlık gibi olayların yanında maymunlar aynı insanlardakine benzer bir ekonomik sistem oluşturuyor.
Bazı maymunlara kumar da öğretiliyor, sonuç insanlar ile aynı çıkıyor.
Deneyin sürpriz bir sonucu da var, bazı maymunlar para karşılığı seks yapıyorlar.
Buyrun okuyun
www.zmescience.com/...
-
Özel mülkiyetin geçerli olduğu, karlılık, rekabet ve akılcılık olgularını dikkate alan ve bu sebeple bireyleri aşırı tüketime yönlendiren bir ekonomik sistemdir. -
türkçeye sermayecilik olarak çevirebileciğimiz ekonomik terim. -
sömürü sistemidir.
siz gecenizi gündüzünüze katıp çalışsanız bile, siz a birim para kazanırken patronunuz 10000a birim kazanır. siz de "vay be ne güzel iş yaptım" dersiniz.
biraz da köleliğin makyajlı halidir aslında. feodal düzenden tek farkı artık sizin de arabanızın olması, sizin de güzel kıyafetlerinizin olması, sizin de göreceli olarak güzel/yakışıklı eşlere sahip olmanızdır. böylece bir illüzyonda yaşarsınız bir ömür boyu. ama oyunun asıl kazananı lord'dur, prens'tir, kral'dır. -
50 kuruşa alınan suyu 1 liraya işetir.
klişe. -
yüksek ihtimalle yapay zekanın işçiliği tekeline alması sonrasında yerine başka bir sistemin geçeceği ekonomik sistem.
bana sanki hafif marksizm soslu bir sistem gelecekmiş gibi geliyor ama ben göremeyeceğim o günleri. belki çocuğum falan olursa onlar, torumlarım falan görür. -
tüketim sistemi. tükettiriyor.
içinde geçmeyen bir kelime vardır o da “yeter” dir.
yeter kelimesi kapitalizmde geçmez, geçiyorsa da bir yerde geçer bir daha da geçmez o da yeterin ne anlama geldiğini açıklamak içindir.
kapitalizmde “ yeter” yoktur. yetmez. -
Birkaç ülke hariç bütün ülkelerde kullanımda olan sistem. Kölesiyiz. -
vatandaşını müşteri olarak gören devletlerin benimsediği sistem. -
şimdi ben diyeceğim ki "sistemler kötü değildir, insanlar kötüdür" o zaman linç yer miyim diye merak ediyorum.
kapitalizm'in günümüzde oluşturduğu kötü olguların, düşüncelerin ve değerlerin suçunu yekten bu sistemin üstüne atmak şahsım için " sempatizanlık"tan başka bir şey değildir benim için.
her sistemin olduğu gibi kapitalizm'in de sosyazlizm'in de eksik ve yanlış tarafları vardır, önemli olan bu eksikleri ve yanlışları güç sahibi kişilerin nasıl kullandığıdır. dünya üzerinde egemen sistem olarak kapitalizm değilde sosyalizm var olsaydı dünya daha güzel bir yer olur muydu? evet, "nispeten" de olsa olurdu ama sosyalizm'in de beraberinde kendine has sorunlar getirmesi kaçınılmazdır.
misal, sosyalizm'e yöneltilen eleştirilerden birisi, sovyetler kurulduğunda teorik ve pratik farkların olduğu, beklenen sosyalizm'in bu olmadığı yönündedir. şahsım adına doğru bir eleştiridir. lakin bunun sebebi ne sosyalizm'dir ne de sosyalist teorisyenlerdir. sebebi insanlardır. aynı durum kapitalizm için de geçerlidir.
diyeceğim o ki; bu sistem içerisinde daha insani şartlar altında yaşamak istiyorsak ya da bu sistemi hepten değiştirmek istiyorsak, değişime önce insan üzerinden başlamak gerekiyor. çünkü günümüzde yaşadığımız bütün olumsuz, kötü tecrübelerin sebebi, insanların binlerce yıldır süre gelen ahlaki ve vicdani düşünceleridir. kötü olan güç sahibi kişilerin ahlaki ve vicdani düşünceleridir ve bu düşüncelerin ortaya çıkmasını yine insan sağlamıştır.
özetle: kötü olan kapitalizm değil, güç sahibi kişilerdir. başka bir sistem içerisinde güç sahibi kişiler yine kötü olabilir ama bu o sistemi de kötü yapmaz. kötü olanı değiştirmek için önce insanı değiştirmek gerekir. -
kapitale sahip olmak değildir. bir ekonomik sistemdir.
yoksa anti-kapitalist ülkelerin de kapitalleri mevcuttur.
şurada mesela yanlış anlayan birisi mevcut:
#232015
kilise eğer kapitalist sisteme onay verse papa ii. ioannes paulus'un kendisi "bizde kapital var aga, kapitalizme karşı çıkamayız" derdi. yine ioannes paulus'un halefi olan papa xvi. benedictus da kapitalist sisteme olan eleştirilerini yayınlamıştır.
(bkz: caritas in veritate)
www.vatican.va/...
(bkz: centesimus annus)
www.vatican.va/... -
marx'ın das kapital'de belirttiği üzere apres moi le deluge, tek tek her kapitalistin ve her kapitalist ulusun parolasıdır. artı değeri katlayarak kendini büyütmek zorunda olan sermaye; bunu ancak, endüstriyel kentlerdeki işçi yığınlarının sadece emeğini değil ek olarak zamanını, sağlığını, kanını, enerjisini, psikolojisini kısaca bütün beşeri fakültelerini iline kemiğine kadar sömürüp işi bittikten sonra da bir kenara atmak yoluyla başarabilir: çünkü ne de olsa her dönem alttan gelen yeni kuşaklar, kırdan kente göçen yığınlar, sermaye için gereken yeni ve taze toplumsal emek arzını tahkim edecektir. bu çelişkinin kaynağı ise kapitalistin (sermayedârın) kişisel olarak ''ahlaksız'' ve ''açgözlü'' olmasında değil sermayenin günbegün, anbean kendini büyüterek merkezileşmesini zorunlu kılan serbest rekabet yasalarının kalbinde yatmaktadır. -
kapitalizm ile ekonomide değişen gelişmeler sadece içinde yaşadığımız toplumu değil kişiliğimizi de büyük ölçüde değiştirdiğini düşünüyorum. herkesin alabildiğine bireyselleştiği, farklı olmak için çabaladığı buna karşın kendisi dışında hep başkasına benzediği nevrotik bir düzen oluştu.
kapitalizm belli kişilik tiplerini onaylar.iyi bir tüketici olman ve süreci sekteye uğratmadan çalışman için başarılı olman gerekir. başarılı olma baskısı her an girilen her ortamda hissedilir. kendi yeteneklerinizi övmek ya da gerçekte “tırt” olsan bile en iyi şekilde kendini “pazarlaman” önemsenir. neoliberal yapıda introvert kişilikler görmezden gelinir örneğin. ilk intibayı oluşturan prezentabl görüntü ise çok önemlidir. güzel/yakışıklı olman istenir. yeterince güzel/yakışıklı değilsen sunulan “güzellik” anlayışı doğrultusunda müdahale etmen beklenir. geçmişte “güzel” ya da “çirkin” genelde doğuştan gelen şans ve kader meselesi olarak kabul edilirken bugün bedenin yapılandırabileceğine ait modern inanç hakim. hınca hınç dolu spor salonları, sağlık besinlerin uçuk fiyatları, estetik ameliyatların sayısının gün geçtikçe artması bunun sonuçları. “mükemmeleştirilebilen birey” algısı içten içe yoruyor bizi. bir süre önce izlediğim medianeres filminde bu durumu eleştiren bir replik vardı. “kimse yüzmekten keyif almıyor, herkes sadece kulaç sayıyor.” evet yapıp ettiklerimizin çoğunda “kulaç” sayıyoruz. yediğimiz yemeği yerken keyif almayı düşünmekten çok kalori sayıyoruz. yürüyüş yaptığımız parkurda yürüdüğümüz yoldaki ayrıntıları fark etmekten çok adım sayıyoruz. yaptığımız işten keyif almaktan çok dakikaları sayıyoruz. her şeyin ölçülebilir olmasını çok önemsiyoruz.
sürekli bir baskı altında ve kaygıyla yaşıyoruz. her an gergin ve telaşlıyız. her gün yenisi çıkan uyarıcıların peşinde sürükleniyoruz. gerçekten isteyip istemediğimizi sorgulamadan bizi yoran ve yıpratan bir yarışmacı bir kültürün içinde soluk soluğa kalıyoruz. günümüzün en verimli saatlerini bizi mutlu etmeyen işler yaparak geçiriyoruz.
cogito dergisinin eski sayılarından birinin başlığı şuydu:" çalışmak yorar.”geçen zamanla birlikte bu cümle nazarımda daha fazla anlam kazanmaya başladı. çalışmak diyince bir ürün ortaya çıkarmak için gösterilen emek olarak anlaşılmamalı sadece. çalışmak sosyolog arlie russell hochhild’in ortaya attığı “duygusal emek” kavramını kapsıyor. nedir duygusal emek? hochhild: “kişiler arası iş ilişkilerinde piyasanın arzu ettiği duyguları(davranış kuralları) yansıtmada gerekli olan çaba, planlama ve kontrol” olarak tanımlıyor. yani seçme hakkı verseler aynı havayı solumayacağın insanları idare etmen gerektiğini ifade ediyor. evet çalışmanın insanı yoran kısmı özellikle beyaz yakalılar için bu.
"başarıya" odaklı aşırı bireyciliğin yüceltildiği, bireyin tamamıyla tek başına bırakıldığı ve her ne kadar sen özelsin mesajı verilse de aslında asıl değerli olanın tüketim-üretimin sürdürülmesinin olduğu bu sistem sosyolog richard sennett’e göre bu durum “çalışanların çocuklaşması”na yol açıyor. yetişkinler çocukça öfke patlamaları yaşıyor ve küçük sebeplerden kıskançlık duyuyorlar, beyaz yalanlar söylüyorlar, hilekarlığa başvuruyorlar, başkalarının düşüşüyle neşeleniyor ve küçük intikam duygularıyla besleniyorlar. bireyin değerinin iş piyasasında yapıp ettikleriyle belirlendiği, maddeciliğin ön planda tutulduğu bu sistem bireyin özsaygısına da zarar veriyor. çember dışına itilme korkusuyla kendi doğasına uygun olmayan mücadelelere giriyor.
kapitalizm, bireyciliği savunuyor çünkü tüm enerjisini ve zamanını sahip olduğu işe ayırarak sistemin sürdürebilirliğini korumak istiyor. yaşam motivasyonunu, kimliğini salt “başarı”ya odaklayan modern insan ise her gün bir yenisi kavramsallaşan hastalıklar, semptomlar, sendromlar, fobilerle var olma kaygısını sürdürüyor.