max weber'e göre başarısında protestan din yaşamının ve protestan hayatının, başarılı oluşunda önemli bir yere sahip olduğu ekonomik sistem. tabii bu "protestan olmayan ülkeler kapitalist olamaz" anlamına gelmiyor.
yine de japonya, hristiyan olmadığı halde, "biz protestan hristiyan ahlakına sahibiz." diyen bir ülke. japonya başbakanlarından shinzo abe de japonya'nın ahlak temelinin meiji dönemi ile beraber protestan hristiyan ahlakını örnek aldığını açıklamıştı bir kaç yerde. en azından japonların hristiyan özentiliği, çakma kiliselerde nikah kıymalarından belli (evet, sadece nikah törenleri için yapılmış ve gerçek bir katolik/protestan kilisesi olmayan ve hatta nikahı din adamının bile kıymadığı şapeller var japonya'da. ama son yıllarda geleneksel şinto düğünü yapmak daha moda hale geldi.).
paul heelas ile kapitalizmin kendi içerisinde yeni dinler oluşturduğuna dikkat çekmiş. ama buna rağmen de kapitalizmin aslında dinleri sosyal hayattan çıkarıp bireyin kişisel alanına sıkıştırdığını savunmakta. yani weber'in dönemindeki kadar dinler aslında sosyal hayatta etkin değil. bu durum da sekülerleşmenin modernleşme ve gelişmeyi de beraberinde getirdiği düşüncesini beslemekte.
yine heelas'a göre, postmodern dönemde artık ahlak kavramı da bireyler için "hoşuma giden neyse onu benimserim" şeklinde bir yapı kazandığı için rastgeleleşmiş bir durumda. artık moda olan etik prensipler de var. haliyle aslında postmodern dünyada dinlerin toplum hayatında çok fazla yere sahip olmaması bekleniyor. yine de küreselleşme ve kültür çoğunluğu ile beraber dinlerin tekrar toplum hayatında yere sahip olduğu belirtiliyor.
dinlerin tekrar weber'in dönemindeki gibi toplum hayatında belirleyici bir konuma doğru ilerlemesi ise sovyet sonrası dönemde ülkelerin zamanla milliyetçileşmesine ve din=milliyet kavramının tekrar ülkelerde belirmesine bağlanıyor bazı kişiler tarafından. hatta bunu kültür çokluluğuna karşı bir refleks olarak görenler de var. bu sebeple de dünyanın kültür temelli yeni soğuk savaşlara gebe olduğu düşünülüyor.
scott m. thomas ise, sanayileşmiş kuzey ülkelerinin zaman içinde rasyonel bir inanç biçimi ve rasyonel bir ahlaka kavuşacağının düşünüldüğünü ve bunun da topluma büyük yararlar sağlayacağının düşünüldüğünü, ama aslında böyle bir şey gerçekleşmediği için de postmodern dünyada sekülerizme tepki olarak inançlara yönelindiğini savunmakta. gelişmemiş ülkelerde ise sekülerizme tepkinin "hani seküler olunca her şey güzel olacaktı?!" şeklindeki fikirlerden temel aldığını söylemekte. yani normalde postmodern dünyada aslında dünyanın çoktan seküler olmuş olması beklenirken, seküler devlet düzeni tehlike altına giriyor. üstelik sadece gelişmemiş ülkelerde de değil. bunun da suçlusu neo-liberal politikalar olarak görülüyor.
örneğin mısır ve endonezya gibi koloni dönemlerinden sonra bir dönem modernleşme hareketlerine girişen ülkelerin insanları, başlarındaki yöneticiler sıçıp sıvayınca bu sefer "demek ki modernleşme falan bize faydadan çok zarar getiriyor." diye düşünmeye başlamışlar.
jeff haynes, kapitalizmin getirdiği küreselleşmenin radikal dinciliği ortaya çıkardığını savunuyor. sebebi ise postmodernizmin getirdiği inançtaki bireyselliğin aslında inançlardaki standartlaşmış yorumların dışındaki yorumların inançlara eklenmesini kolaylaştırması. böyle olunca da aslında postmodern dünyada bireyin sınırlarının dışına çıkmaması gereken din kavramı politik silahlara çok kolay dönüştürülüp tekrar toplumu etkileyen güce sahip olmakta. bu sebeple de artık günümüzde din, bir ahlak sisteminden çok bir kimliği ifade etmeye başlamış.
haliyle günümüzde bazı akademisyenler "lan yoksa weber'in dönemine geri mi dönüyoruz?!" demeye başlamışlar.