ne zaman başım derde girse yanımda olan kurtarıcı meleğim. henüz 3 yada 4 yaşındaydım. ağrının doğubayazıt ilçesinde kerpiç ve topraktan yapılmış bir evde yaşıyorduk. annem o günlerden bahsederken ışıkları söndürdüğümüzde böceklerin ayak seslerini duyduğunu söylerdi. evin küçük avlusunda toprakla oyun oynarken annem bana yemeğimi yedirirdi. insanların hafızasındaki ilk anının kişinin psikolojik altyapısında büyük yeri olduğunu söylerler. benim hatırladığım ilk anı ise şöyle: çok fazla yağmur yağıyordu, evimizi sel basmıştı ve o sırada kerpiç evimiz her yerinden su alıyordu. annem evin içindeki suyu dışarı boşaltmaya çalışırken ben ağlıyordum. daha sonra beni sırtına alarak evin dışarısına çıkardı, yağmur dinmişti ama o çamur rengindeki suyun hızlı akışını asla unutamıyorum. avlunun kapısının dışına bakınca sürüklenen kasalar ve dondurma dolabı şemsiyesi gördüğümü hatırlıyorum. o günü gözlerimin önüne getirince içime dolan iki hissiyat var birisi annemin şefkati diğeri ise korku.
annemle ilgili hatırladığım diğer anım ise benzer hissiyatlar içeriyor. bu sefer hikaye afyonkarahisar ilinde bir köyde geçiyor. çok şirin bir köyde yaşıyorduk, o zamanlar tabi köylerde kalorifer gibi bir teknoloji yok. hatta hiç unutmam okulumuz bile sobalıydı ve yazı yazarken ellerimiz üşüdükçe öğretmenimizden izin alarak sobanın başına gidip parmaklarımızı ısıtırdık. ders başlamadan önce o sobanın etrafına doluşarak ellerimizi ısıtma yarışına girerdik. hikayemize geri dönecek olursak annem soba kovasını doldurmak için evin bahçesinde tahra ile odunları ikiye ayırıyordu. ben de onu izliyordum. daha sonra annem soba kovasını alarak eve doğru giderken hemen elime aldım tahrayı ve küçük odun parçaları kesmeye başladım. ardından aniden çığlık atmaya başladım. sol elimin işaret parmağını koparmıştım. ben yere yatmış ağlarken annem koşarak gelip beni sağlık ocağına götürdü. bir kaç dikiş atıldı ve sonraki hatırladığım sahnede evde annemin kucağında ağlıyordum o ise oğlum diyerek göz yaşlarımı siliyordu. bu anının izleri halen sol işaret parmağımın üzerinde.
annemin içindeki evlat sevgisini gördüğüm başka bir küçük anım daha var. lise yıllarında ağzımda çok değişik yaralar çıktığı için hiç bir yemeği yiyemiyordum. bir kaç doktora gitmemize rağmen pek işe yaramamıştı. ilaçlar kullanıyordum ama yemek yiyemiyordum bir türlü. annem benim yemek yiyemediğimi gördükçe sofrada hiçbir şeye dokunamıyordu. anne sen yesene derdim doydum ben derdi. hani derler ya yemedim yedirdim, giymedim giydirdim diye. ben bunu kanlı canlı gördüm. ne kendisine kıyafet alırdı ne önce kendi yemeğini düşünürdü. her zaman önce beni düşündü.
beni doğurmakla kalmayıp besleyip büyüttüğün için teşekkür ederim anne. başıma gelen her kötü şeyde gözümü açtığımda seni gördüğüm için teşekkür ederim anne. hastayken yanımda bekleyip yanağımı okşadığın için teşekkür ederim anne. her akşam ne yemek yediğimi merak edip sorduğun için teşekkür ederim anne. beni hüsrana uğratmayan tek kadın olduğun için teşekkür ederim anne.
her ne kadar yaşama şevkim düşük olsa da senin verdiğin emekler için yaşayacağım anne...
üst edit: şu videoyu seyretmeniz önerilir öncesinde: link
karşılığında bir şey istemeden veya ödeme almadan, bir canı kendisinden daha çok sevebilme kapasitesine sahip olma ve ne pahasına olursa olsun koruma içgüdüsüyle sahiplenme ve çocuk yetişkin olsa da hala aynı şekilde hissedebilmeyi 7/24 yapabilmektir ki bunların çoğu ayrı mesleklerdir.
kısaca anne olmak, her şeyden biraz olmak demek. herkes anne olamaz. herkes baba da olamaz. ebeveyn olmak ehliyetle olmalı. eğitimle olmalı. eğitim şart.
1. isim Çocuğu olan kadın, ana, valide, kocakarı, mader, nene, aba.
2. isim Yavrusu olan dişi hayvan.
Olsa da hepimiz için ayrı anlamlara gelen kâh yaşamımızı iyileştiren kâh alt üst edip kahreden hiçbir sınıra dâhil olmayandır. Annenin tanımları çocukta gizlidir. Şayet saklı olanı dışa vurma hâlidir aradaki köprü. Bense inişli çıkışlı yolculukta ilk kez başbaşa kaldığımız şu günlerde bambaşka bir dil öğrendiğim kimsedir anne. Yeni bir dil olduğunu keşfettikçe öğrenme merakımı artıran zamanlarda hiç ayrılmadan birlikte geçirdiğimiz 27 gün, yepyeni bir yeryüzü ile tanıştım, tanıştık, tanıştırdı, tanıştırdım. Biraz daha çıplağız birbirimize karşı. Biraz daha acımasız. Biraz daha sevişgen. Belki eve döneceğiz belki hiç çıkamayacağız şu kapıdan dünyaya. Bunun içindir ki ona yazdığım bir mektubu iliştiriyorum şuraya.
Anneme mektup,
Bir pazar günü sonsuza kadar kafese sıkıştırılmış yüreğimin ağrısına kabuk bağlarken sana bir soru sormuştum. Verdiğin yanıt beni öyle büyütüyordu ki, kirletilmiş tüm hisleri yıkıyor, yoksullaşmış manaları yeniden zenginleştiriyordu. "Buna değmem." demiştim. Sevilmeye değmem.
"Bir gün söylediklerime inanacaksın." deyip koltuğa uzanmıştın. Kumandan yanı başında, gözlüklerin boynunda asılıydı. Ne zaman için yorulsa gözlerin kırışırdı TV karşısında. Anlardım. Bir şeyler düşündüğünü.
Söylediklerine inanmak için hep iyi ve güzel şeylerin peşinde sürükledim kendimi. Kurduğum cümlelerimin karnında büyüttüğüm umutlar, gelecek makasının ağzında kesildiler. Hesapsız zamanlarda. Uykuya çökmüştü ikimizin de bildiği manalar.
Yine de sana inanmak için tüm yeryüzü uğursuzluklarına direndim. Dilim şişti. Gözüm küstü. Kulağım sustu. Yüzüm artık bir oyuğun boşluğuna yuvaydı. Yine de sana inanmak için bir sabah heyecanımı bölüşmüştüm seninle.
Bir yanım ormanlaşırken bir yanım kuruyordu.
Gözlerindeki kırışıklık nasıl da canlanmıştı. Bedenin yatağına çukur olurken dudaklarının kenarındaki gülümsemeni salmıştın. Toprağında aradığın can, senden biraz daha uzaklaştığı zamanlarda bile gönlümü sıvazlayıp "Git, kızım." demiştin. "Öncekileri unut, ardından gelecek olanlara inan. İnanmalarını büyüt ki kendini kaybetmeyesin."
Gideceğim yol, tenhaydı. Bozkırdı. Geceydi. Hafif kızarmış göğdü. Aç karnına çekilmiş küldü. Ağızda tohumlanmış korkuydu. Bütün bunlara rağmen avucunu yüreğime tuttun. "Sen sevilmeye değersin." dediğinde yine inanmamıştım.
Dilimi damağımı kurutan, gözlerimi nereye koyacağımı bilemeden sabitleştiren, eklemlerimi sızlatan, ayaklarımı üşüten, kasıklarımı sancılaştıran o korkuyu bilmiyordun. Korktuğumun başıma geleceğini de. Sana inanmamak için dünya yeterince harcıyordu kendini.
Günlerdir yanı başında beklerken seni içime öğüttüm. Saatlerin sabah etmediği vakitlerde bile gideceğim yolu merak ettin. Heyecanlandın. Derinin morluğuyla ellerimi sevdin. Unuttuklarını sana hatırlatmak istedim. Benim tanıdığım yeryüzünün, senin bildiğinin çok uzağında olduğunu anlatmak istedim. Benim sana inanmadığım gibi sen de bu sözlerime inanmayacaktın.
Senin inandığın duyguları terk ettikleri bir çağın kanıtıyız. Gerçekten öyleydik anne. Duyguları terk eden bu çağın kanıtıydık. Hatırladığın her şeyin kaskatı kesildiği zamanın kalanıydık.
Cuma günü sabah dörde kadar hiç uyumamıştık. İçin biriken kanı dışarı atarken "Savaşmalısın." diyordun. "İnce ince eğil kendine. Sevgini diri tut. Mutlu dön, sen sevilmeye değersin kızım." dediğinde gözlerin artık boşluğa düşüyordu.
Yine haklı çıkmıştım, gittiğim yoldan. Kapıdan sana baktığımda hemen anlamıştın. Gözlerim pul pul dökülüyordu. Gırtlağıma yapışmış sözcüklerim rutubetleniyordu. Ayaklarım nemliydi. Ne kadar gizlesem de kendimi senden, kaçamadım. O günden sonra tek kelime edemedim. Ne sen sordun ne de ben anlattım. Hâlâ yanı başındayım. İkimiz de susa büyüyoruz. Bana "Savaşmalısın." diyordun ya, şimdi bunu söyleme sırası bende. Sana biraz daha inanmam için "Savaşmalısın." Zamanını çoğaltmalısın. Çoğal ki senin bildiğin yeryüzünde biraz daha kıvrılayım. Rahmine.
Gözlerini açtığında güzel yol hikâyelerimi dinleyeceğin zamanlar biriktiriyorum. Ve seninle tanıştıracağım kız arkadaşım olacakken pes etmek yok. Gitmek de. Bunun için bile o gün geldiğinde ikimiz de kalmış olalım bu dünyada. Tüm kahrına rağmen. İtliğine, kopukluğuna inat. O gün geldiğinde "savaşmaya" devam etmiş olalım. O gün geldiğinde ikimiz de kazanmış olalım. Tüm bunlar için şimdi ikimiz de savaşmalıyız.
anne çocuğunun umutlarını çalıp sınıra doğru koşandır. o umutları babasının olduğunu sanar ve sorgulamaz. yüzündeki acı çevresindekileri kederlendirir. sınıra ulaştığında acıları yüzüne vurur ve ağlamaya başlar. sınırın ilerisindeki tarlalar göz yaşlarıyla sulanır ve umutları yeşertir. elindeki umutları alır nadasa bırakılan tarlada bir yer bulup eker. babası onu merak ettiğinde bu tarlaya gelir ve onun ektiği umutları alır. ve karanlığa doğru koşmaya başlar. kızını bulmak için.
hayat kolaylaştıran nadide canlı. tamam çoğu konuda ters düşüyor olabiliriz. ancak annem olmadan muhtemelen düzen konusunda büyük sıkıntı çekerdim. uzun ömürler dilerim. severim annemi.
bu arada annelik ve babalık belgesi diye bir şey olmalı. berkes ebeveyn olacak yetenekte olmuyor. her mercimeği fırına verenin çocuğu olacaksa ohoooo.
coğrafya kaderdir, doğduğun ev kaderindir, karakterin kaderindir vs vs vs bi yığın kader tanımı yapılmış tarihte, tamamında da az ya da çok haklılık var. ama bana sorarsanız bir insanın esas kaderi annesidir.
benim annem, beni 18 yaşında doğurmuş tam bir cefakeş karadeniz kadını. kendisi için zor olmuştur muhakkak ama genç ve enerjik anne benim için harika bir şeydi. iki çocuk birlikte büyüdük gibi. bir noktada kız kardeş de eklenince oyunlar tadına doyulmaz oldu. evin içinde ip atlardık, futbol maçı yapardık, kovalamaca oynardık, yorulmak bilmezdi. gerçi hala yorulmaz, 3 beygir gücünde bu kadın. ufak tefek de bir şey; ama safi kas bir vücudu var. bir eliyle kanepeyi kaldırır, diğer eliyle altını siler, o arada da türkü çığırır.
babasız büyümüş, çok yokluk çekmiş, okuyamamış içinde kalmış. biz okuyalım diye yapılabilecek her şeyi yaptı sanıyorum. şurada anlatılan biziz. sonradan dışarıdan bitirdi liseyi. emekli de oldu, şimdi üniversiteye niyetleniyor.
sadece okuma aşkımı, diplomalarımı değil; az biraz güzelsem onu da anneme borçluyum. 8 yaşında çok ağır bir su çiçeği geçirdim, aşım bayatmış. aşı karşıtlarına selâm olsun vesilesiyle. gözümün içine kadar içi su dolu döküntüler çıkmıştı, bütün vücudumu kaplamıştı. bilen bilir, aşırı kaşınır bu döküntüler ve kaşıyıp patlatırsanız izi kalır. gündüzleri bu durum bana tembihlendiğinden dayanıyordum; ama geceleri uyku içinde fark etmeden kaşınırım diye annem 20 günden fazla gece başımı bekledi. ben kaşıntıdan ağladıkça dikkatlice vücudumu kaşıdı. iz kalmadan atlattım o hastalığı, mucize gibi bir şeydi.
ben zor bir çocuktum, sürekli başıma bir bela açardım; ağaçtan düşerdim, balkondan atlayıp evden kaçar yan mahalleye futbol oynamaya giderdim, tazmanya canavarı gibi evin altını üstüne getirirdim. kız kardeş başka türlü zordu, her boka ağlardı. 10 yaşına kadar istisnasız her gece uyanıp "annemi istiyorum" diye çığlık attı. annem her seferinde geldi, öptü sevdi uyuttu, sonra gitti yattı. biz kendi tarzımızla kudurdukça yola getirmek için ceza verirdi, neden ceza verdiğini anlatırdı; ama çok sakince yapardı bunu ve tartışmaya açmazdı. her hareketimizin sonucunu bilirdik. evliya sabrı vardı bu kadında.
ya dertler bu kadına vız gelip tırıs gidiyor ya da derdini hiç belli etmiyor. ailece geçtiğimiz trajediler ansiklopedi doldurur, bu kadının yüzü hiç düşmedi. kuş gibi şakıdı her aşamada. anne mutlu olunca mutlu olur bir ev. ayaklı kanıtı da biziz.
kalp kırmamak için kendini yer bitirir; ama çok pis pot kırar. bir akrabamız ilk eşi öldükten sonra 3 kere daha evlenmişti, aile içinde hafif alay malzemesiydi. çok da dindar olan bu akrabamız allahın hikmetlerini vurgulamak için bize, bir kuş türünün eşi ölünce asla başka kuşa yüz vermediğini, tek başına öldüğünü anlatmıştı. annem de "ay görüyor musun ayşe abla, kuşlar ne kadar asil hayvanlar, insanların eşi ölüyor da tekrar tekrar evleniyorlar" diye bombayı orta yere bırakmıştı. o gün bu gündür akrabamızın lakabı asil kuş asdgdsgfdh.
çözüm üretmek konusunda bir deha. karşısına çıkan herhangi bir sorunu minimal enerji harcayarak elimine eder. süper gücü gibi bir şey.
çok da güzel bir kadındır. yaşını anlamayıp anneme yürüyen arkadaşım oldu benim. başka bir arkadaşım da "istenc, kadınlar kendilerinden güzel kızlar doğururlar; ama senin annen nedense becerememiş, kız kardeşin de sen de pek olmamışsınız. neden öyle olmuş ki?" demişti :/
işin esası, annemle ilgili günlerce durmadan yazsam yine yazmadığım bir şey kalır. her gün telefonda bir saat konuşuruz, daha kimse konuşacak bu kadar şeyi nereden bulduğumuzu anlayamadı. telefona konuşmaları kaydeden bir uygulama indirdim, annemle konuşmalarımı kaydediyorum. günlük gibi oldu. canım benim ya, hayattaki en büyük şansım.
ameliyattan bir gece önce yatırıldığı hastane odasındaki refakatçi koltuğunu rahatsız bulup, “sen buraya yat, ben oraya yatayım.” diyebilendir. olmaz dedikçe “sırtın tutulacak!” diye ısrar edendir. "refakatçi koltuğunda hastanın, hasta yatağında refakatçinin yattığı nerede görülmüş?" diye itiraz edilse de laftan anlamayandır. sabahın köründe ameliyata alınacağını ve uyanamazsak ameliyata yanlışlıkla beni götürebileceklerini uzun uzun anlattıktan sonra kendi yatağında yatmaya ikna edilendir. canım ya!*
"Annelik içgüdüsünün yerini hiçbir şey tutamaz. Bir genç kızın ruhuna biçim verme söz konusu olduğu zaman tüm rahibeler bir araya gelseler, yine de bir anne etmezler."
"Annelik bambaşka bir şeydir; bir cinsiyete indirgenemez. Kimi erkekler vardır ki kızları onlar için 'bu adam benim annem' dedirtir."
Kendimden cok sevdigim tek kisi. Bugun kendisini ruyamda gordum. Ufaktim her yaz oldugu gibi deniz kenarindaydik bana simit almisti simit yiyordum. Sonra denize girdik sirtina cikip atlamak istedim beni sirtina cikardi atladim. Sonra beraber yuzebildigim yere kadar yuzduk. Ayagimin degmedigi yere gelince bana geri donmemi soyledi ve kendi devam etti. Gecmise gitmekten nefret ediyorum sadece uzuyor. Hayatin ne kadar guzel ve ozel oldugunu fakat yasanmis hic bir seyin bir daha ayni saflikta yasanmayacagini hatirlatan aci kesitler. Hatirlayip tekrar yasamaya calisip mutlu olmamiz gerekiyor. Savasta bacagindan yaralanmis askere vurulan morfin gibi. Acisini ne kadar alabilirse artik.
Ayakta kalmamı sağlayan yegane kişidir annem. Hayatımın geri kalan bölümünde annemle bu dünyadan olabildiğince mutlu ayrılmalıyım, malum ateistim, öbür taraf diye bir şey yok.
Validemi geçtiğimiz 3-4 senede çok yıprattım maalesef, daha yıpranmayacak. İyi ki annem olmuş, her şeyden çok minnettarım.