ameliyattan bir gece önce yatırıldığı hastane odasındaki refakatçi koltuğunu rahatsız bulup, “sen buraya yat, ben oraya yatayım.” diyebilendir. olmaz dedikçe “sırtın tutulacak!” diye ısrar edendir. "refakatçi koltuğunda hastanın, hasta yatağında refakatçinin yattığı nerede görülmüş?" diye itiraz edilse de laftan anlamayandır. sabahın köründe ameliyata alınacağını ve uyanamazsak ameliyata yanlışlıkla beni götürebileceklerini uzun uzun anlattıktan sonra kendi yatağında yatmaya ikna edilendir. canım ya!*
5 yaşındaydım, hiç unutmuyorum. ablam okula gider, babam işe gider, annem de o sıralar ben küçük olduğumdan çalışmadığı için evde. benimle konuşmamaya başladı bir gün. ne söylesem cevap vermiyor. inanılmaz net hatırlıyorum ama, böyle kare kare. bağırıyorum, çağırıyorum yok. dokunuyorum, yine cevap yok. yokmuşum gibi davranıyor. en sonunda acıktım, başladım ağlamaya nasıl karnım doyacak diye. tarhana çorbası yapmış, çok severim ben, bilir o. bana dedi ki, "bak, i'm hungry dersen, aç olduğunu anlarım." hiç anlamadım ne demek istedi. iki gün böyle geçti, annem hiç cevap vermiyor bana. ama karnımı doyurabilmeyi başarıyorum. insanoğlunun doğasında var, açlık bitti ya başka ihtiyaçlar başladı. oyun oynama isteği, abur cubur vs.
böyle başladı ingilizce maceram ve, sayesinde ikinci ana dilim oldu. kendisi, franzsızca, almanca, ingilizce ve yadsınmayacak kadar da yunanca bilirdi. turizmciydi zaten. 2 teyzem var benim. büyük olanı, almanyadan telefunkenden emekli. televizyon tamircisi. annem de izmir amerikan kolejini bitirdikten sonra, üniversite için onun yanına gitmiş. ne zaman gitsek teyzeme, kocalarının dedikodularını yapıyorlar. ingilizce konuşuyorlardı ben küçükken, baktılar ki çakıyorum artık durumu, almancaya döndüler. frekans bitmiyor ki anam kadınlarda. deşifre edemiyosun çocuk teknolojisiyle. diğer teyzem, esnaftı. eskiden gardiyanlık falan yapmış. sert kadındır ama çok severim. annemin bir ameliyatı sırasında, onda kaldık ablamla beraber. bize annemin aslında ingilizce öğretmeni olduğunu, sivasa atandığını ama o dönemler olaylar karışık olduğu için, annemin hiç bu mesleği yapmadığını söyledi. şok olmuştuk. anneme bunu sorduk, teyzemle 2 sene konuşmadı. ben anlatmadım, sana ne oluyor diye. ukde kalmış içinde.
hiç anlaşamadık annemle. küçükken çok dayağını yedim, hepsi haklı ama. önnöm bönö vördö duyarı kasmaya gerek yok yani. bebek falan değilseniz, vurur anne. sıtkını sıyırıyoruz o kadının bir süre sonra. normal. laftan durdan anlamıyoruz. yediğimiz dayağın en büyük sebebi, yaptığımız hatanın ona veya bir başkasına değil, kendimize zarar vermesi açısından. evham yani. burası göreceli tabi, benim düşüncem.
orta okul 2. sınıftan beri çalışıyorum ben. okuldan sonra, yaz tatilleri, hiç ara vermedim. annem ve babam da ters vardiya çalışıyorlardı, biri mutlaka evde olsun akşam diye. çok vakit geçiremedim. zaten hastalıkları benim küçüklüğümden beri baş göstermeye başlamıştı. guatr ameliyatı oldu. sonra ben orta okuldayken kalp krizi geçirdi, damarları tıkanmış, bypass oldu. yaşamaz dediler. masada kalır dediler, babamdan imza aldılar. o kadın ameliyattan çıktı, yoğun bakım tuvaletinde sigara içerken yakaladı doktoru. yemin etti, "bir daha asla bakmayacağım sana. ben böyle şey görmedim" dedi. çok gençti annem. 44 yaşındaydı bunu yaşarken. yediremiyordu, kendisine bile despot insan, hastalığı mı kabul eder?
sonra bir kriz daha, iki bacağındaki damarlar da yüzde yüz tıkanmış. sunni damar vs, bir daha bypass. bu ameliyatların ardından, irili ufaklı tam 5 kalp krizi daha. malülen emekliliğe başvurdu. zaten günü doluydu. heyete girdi. bir kadın düşünün, ortadan ikiye bölünmüş, vücudu dikişlerle birleşik. böyle heyete soktuk onu. uğaştırdılar epey. zaten krizlerin biri de bu esnada oldu. heyet, iyileşirsin bir şey olmaz demiş, anneme kriz gelmiş. pişman olup hemen imzalamışlar raporu.
nitekim, 8 sene daha yaşadı annem ve vefatından 15 gün öncesine kadar hep çalıştı. alkol sigara yok dediler ona, hiç bırakmadı. haftada 3 şişe 70lik rakısı, 10 marmara goldu vardı. sağlam kadındı. günde 2 paket best sigarası içerdi. sarhoş olmazdı. az yemek yerdi. ve istediği gibi öldü. o gün hiç bir şey yemedi, hastaneye götürmek istedik, o istemedi. tüm gün istifrağ etti. akşam 21:30 sıralarında, aramızdaki son konuşma gerçekleşti : "nasıl oldun annem?" ... "hiç iyi değilim oğlum"
10 dk sonra nefessiz kalışının sesini duydum, babam koştu gitti odalarına. ambulansı aradı ablam. annem babamın ellerini tutmuş, yatakta zorla doğrulmuştu. son bir hamleyle babamın dudaklarına yaklaştı. son nefesini babama doğru üfledi. ve öylece uzandı kaldı yatağa. ambulans doktorlarının ve yeryüzündeki hiç kimsenin yapacak bir şeyi yoktu artık.
o tarihten itibaren, annemsiz günler bizi zaten manevi olarak bir de üstüne madden de çok yordu. babam başlarda çok kötüydü. akşam işten gelince onu evde bulamaz, mezarlığa koşardım hemen. yaklaşık 2 sene her gün mezarlıktan aldım geldim onu. 2 senenin sonunda, yaz tatillerinde uzaklaştım şehirden. günde 18 saat manyak gibi koşturduğum işlerde çalıştım. kafam açılmasın, düşünmeyeyim diye.
geçti mi? yok geçmedi. geçmez inanın. alışmıyor insan ama sanırım, öğreniyor. dünyanın en sevdiğim klişe lafını yazacağım şimdi size : "hayattayken sevidklerinizin kıymetini bilin. onlara onu sevdiğinizi söyleyin". ben anneme hiç söylemedim..
coğrafya kaderdir, doğduğun ev kaderindir, karakterin kaderindir vs vs vs bi yığın kader tanımı yapılmış tarihte, tamamında da az ya da çok haklılık var. ama bana sorarsanız bir insanın esas kaderi annesidir.
benim annem, beni 18 yaşında doğurmuş tam bir cefakeş karadeniz kadını. kendisi için zor olmuştur muhakkak ama genç ve enerjik anne benim için harika bir şeydi. iki çocuk birlikte büyüdük gibi. bir noktada kız kardeş de eklenince oyunlar tadına doyulmaz oldu. evin içinde ip atlardık, futbol maçı yapardık, kovalamaca oynardık, yorulmak bilmezdi. gerçi hala yorulmaz, 3 beygir gücünde bu kadın. ufak tefek de bir şey; ama safi kas bir vücudu var. bir eliyle kanepeyi kaldırır, diğer eliyle altını siler, o arada da türkü çığırır.
babasız büyümüş, çok yokluk çekmiş, okuyamamış içinde kalmış. biz okuyalım diye yapılabilecek her şeyi yaptı sanıyorum. şurada anlatılan biziz. sonradan dışarıdan bitirdi liseyi. emekli de oldu, şimdi üniversiteye niyetleniyor.
sadece okuma aşkımı, diplomalarımı değil; az biraz güzelsem onu da anneme borçluyum. 8 yaşında çok ağır bir su çiçeği geçirdim, aşım bayatmış. aşı karşıtlarına selâm olsun vesilesiyle. gözümün içine kadar içi su dolu döküntüler çıkmıştı, bütün vücudumu kaplamıştı. bilen bilir, aşırı kaşınır bu döküntüler ve kaşıyıp patlatırsanız izi kalır. gündüzleri bu durum bana tembihlendiğinden dayanıyordum; ama geceleri uyku içinde fark etmeden kaşınırım diye annem 20 günden fazla gece başımı bekledi. ben kaşıntıdan ağladıkça dikkatlice vücudumu kaşıdı. iz kalmadan atlattım o hastalığı, mucize gibi bir şeydi.
ben zor bir çocuktum, sürekli başıma bir bela açardım; ağaçtan düşerdim, balkondan atlayıp evden kaçar yan mahalleye futbol oynamaya giderdim, tazmanya canavarı gibi evin altını üstüne getirirdim. kız kardeş başka türlü zordu, her boka ağlardı. 10 yaşına kadar istisnasız her gece uyanıp "annemi istiyorum" diye çığlık attı. annem her seferinde geldi, öptü sevdi uyuttu, sonra gitti yattı. biz kendi tarzımızla kudurdukça yola getirmek için ceza verirdi, neden ceza verdiğini anlatırdı; ama çok sakince yapardı bunu ve tartışmaya açmazdı. her hareketimizin sonucunu bilirdik. evliya sabrı vardı bu kadında.
ya dertler bu kadına vız gelip tırıs gidiyor ya da derdini hiç belli etmiyor. ailece geçtiğimiz trajediler ansiklopedi doldurur, bu kadının yüzü hiç düşmedi. kuş gibi şakıdı her aşamada. anne mutlu olunca mutlu olur bir ev. ayaklı kanıtı da biziz.
kalp kırmamak için kendini yer bitirir; ama çok pis pot kırar. bir akrabamız ilk eşi öldükten sonra 3 kere daha evlenmişti, aile içinde hafif alay malzemesiydi. çok da dindar olan bu akrabamız allahın hikmetlerini vurgulamak için bize, bir kuş türünün eşi ölünce asla başka kuşa yüz vermediğini, tek başına öldüğünü anlatmıştı. annem de "ay görüyor musun ayşe abla, kuşlar ne kadar asil hayvanlar, insanların eşi ölüyor da tekrar tekrar evleniyorlar" diye bombayı orta yere bırakmıştı. o gün bu gündür akrabamızın lakabı asil kuş asdgdsgfdh.
çözüm üretmek konusunda bir deha. karşısına çıkan herhangi bir sorunu minimal enerji harcayarak elimine eder. süper gücü gibi bir şey.
çok da güzel bir kadındır. yaşını anlamayıp anneme yürüyen arkadaşım oldu benim. başka bir arkadaşım da "istenc, kadınlar kendilerinden güzel kızlar doğururlar; ama senin annen nedense becerememiş, kız kardeşin de sen de pek olmamışsınız. neden öyle olmuş ki?" demişti :/
işin esası, annemle ilgili günlerce durmadan yazsam yine yazmadığım bir şey kalır. her gün telefonda bir saat konuşuruz, daha kimse konuşacak bu kadar şeyi nereden bulduğumuzu anlayamadı. telefona konuşmaları kaydeden bir uygulama indirdim, annemle konuşmalarımı kaydediyorum. günlük gibi oldu. canım benim ya, hayattaki en büyük şansım.
Size annenin insan hayatındaki önemini anlatan bir hikaye.
Vernon Benjamin Mountcastel 1918 de doğmuş ve hayatını nörobilim dalının gelişimine adayarak 2015 de 96 yaşında ölmüş, alanında tanınmış bir Amerikalı bilim insanıdır. Birçok bilimsel ödüllerinin arasında ABD'nin en prestijli bilimsel ödülü olan NAS Award in the Neurosciences ödülünü 1998 de kazanmıştır. Üniversitede bir öğrencisi kendisine "amerikada 3000 in üzerinde nörobilim profesörü var neden onlardan biri değil de siz aldınız ödülü" diye sorduğunda. "Araştırmalarımı öncü buldukları için bana verdiler" diyor. Öğrenci "sizin araştırmalarınız neden öncü" diye soruyor. Vernon gülerek cevap veriyor "annem yüzünden". sonra başlıyor anlatmaya "okuldan eve döndüğümüzde arkadaşlarımın anneleri öğretmenin anlattıklarını öğrendin mi diye sorarken, benim annem vernon bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu derdi". Ben soru sormanın önemli olduğunu ve sürekli sormam gerektiğini annemden öğrendim diyor.
süper güçleri olan canlı. doğumdan sonra sahip olunan ve yalnızca çocuğunu korumaya endeksli çalışmaya başlayan zihni ile hemen her şeyi hissedebilme yeteneğine sahiptir. öyle ki her şeyden habersizken, 25 bin kilometre uzakta evladının büyük bir belaya karıştığını hissedip bütün dışişleri bakanlığını harekete geçirebilir, ya da yine kilometrelerce uzakta bozuk bir kombi nedeniyle soğuktan titreyen çocuğuna telefon edip “üşüdüğünü hissediyorum ve bizim ev çok sıcak, sen orada soğukta yatarken ben sıcakta duramam, evdeki bütün pencereleri açtım, şu an senden daha çok üşümem ve seni korumam lazım” diyebilen über insan.
bazılarının annelerini gördükçe ne kadar şanslı olduğumu anlamamı sağlayan. kimisi gerçekten çok kötü çocuk yetiştiriyor bence. çocukların eline sürekli tableti tutuşturmakla anne olunmuyor. böyle ilgisiz insanlar sırf çocuk doğurmak için doğuruyor bence.
bir de erkek annesi versiyonları var ki aman aman. annemin eskiden çalıştığı yerden bir kadın bana taktı. bir senedir oğluyla tanıştırmak istiyor. ben de görüşmüyorum tabisi. annem de kızım istemez, ben karışmam öyle şeye dediği halde tam anlamış gibi oluyor. birkaç ay susuyor. sonra yine başlıyor. en son okuyom ben yaa tepkisi verdim. anladığım kadarıyla kadın oğlunu istediği tarzda biriyle evlendirmek istiyor. hedef ben miyim tayfun tepkisini de verdim içimden. tamam iyi de bir aile anladığım kadarıyla ama buna karışması ne kadar normal bilemiyorum. kadınla üç kere falan denk geldik sadece. kadın rahat yani böyle şeyleri takacak bir tipe de benzemiyor. çocuğu olduğu halde yemek yapamıyormuş hiç. hep hazır. aşırı süslü bir tip. çizgi film karakteri gibi :d bugün annemle denk gelmiş. rüyasında oğluyla beni görmüş. bir tane de çocuk varmış bebek arabasında. aynı oğlunun küçüklüğüne benziyormuş. bak seen :d o kadar etkisinde kalmış ki rüyanın heyecandan ve şaşkınlıktan tüyleri diken diken olmuş. başlamış yine tanıştıralım demeye. ya sabır. annem de tutamamış kendini gülmeye başlamış öyle heyecanlı heyecanlı anlatınca. ayıp oldu diyor ama olduysa oldu yani. saf bir kadına benziyordu zaten. o rüyayı gerçekten görmüştür o. bence iyi niyetli bir insan ama ben bu yaşta evlenmek istemiyorum. her şeyi geçtim belki çocukla birbirimize uyuz olacağız. karakterini bildiğin insanı onunla değerlendirirsin. karakter çok önemli. e önceden tanışmışlığım olmadığı için sadece tipini gördüğüm zaman haliyle onu değerlendireceğim. o da beni aynı şekilde. böyle iş mi olur. zaten görüşmek gibi bir düşüncem yok. anne bula bula bunu mu buldun dermiş bir de :d ay çok gülerim :d zaten benim arkadaşlarımın kafasına uysaydım daha kışın tanışırdım. onlar da bir garip. bir annem anlıyor beni bu konuda.
bence ideal anne her ne kadar iyi niyetli olsa, çocuğunun iyiliğini de istese birileriyle tanıştırma gibi şeylerde bulunmamalı. erkek çocuğu olanlar bunu çok yapıyor. herkes çocuğunun iyi biriyle evlenmesini ister ama belki sonra anlaşamayacaklar, boşanacaklar. hem kime göre iyi? sonra anne senin yüzünden oldu olacak. hem bu örnekte de ben belki kötü bir insanım. belki tek amacım o çocuk çok zengin diye onunla tanışmak. ne biliyor da bana takmış onu çözemedim. milletin canı sıkılıyor. uğraşacak işleri yok. iş arıyorlar kendilerine. oh bee. buraya çemkirdim de rahatladım. bizim kızlara anlatsam ayy tanışsana yapacaklardı elli kere. tabii onların başında yok böyle oğluyla zorla tanıştırmak isteyen. konuşuyorlar rahat rahat.
Şimdi aklıma geldi. bunlar benim böbreklere göz dikti kesin :d
1. isim Çocuğu olan kadın, ana, valide, kocakarı, mader, nene, aba.
2. isim Yavrusu olan dişi hayvan.
Olsa da hepimiz için ayrı anlamlara gelen kâh yaşamımızı iyileştiren kâh alt üst edip kahreden hiçbir sınıra dâhil olmayandır. Annenin tanımları çocukta gizlidir. Şayet saklı olanı dışa vurma hâlidir aradaki köprü. Bense inişli çıkışlı yolculukta ilk kez başbaşa kaldığımız şu günlerde bambaşka bir dil öğrendiğim kimsedir anne. Yeni bir dil olduğunu keşfettikçe öğrenme merakımı artıran zamanlarda hiç ayrılmadan birlikte geçirdiğimiz 27 gün, yepyeni bir yeryüzü ile tanıştım, tanıştık, tanıştırdı, tanıştırdım. Biraz daha çıplağız birbirimize karşı. Biraz daha acımasız. Biraz daha sevişgen. Belki eve döneceğiz belki hiç çıkamayacağız şu kapıdan dünyaya. Bunun içindir ki ona yazdığım bir mektubu iliştiriyorum şuraya.
Anneme mektup,
Bir pazar günü sonsuza kadar kafese sıkıştırılmış yüreğimin ağrısına kabuk bağlarken sana bir soru sormuştum. Verdiğin yanıt beni öyle büyütüyordu ki, kirletilmiş tüm hisleri yıkıyor, yoksullaşmış manaları yeniden zenginleştiriyordu. "Buna değmem." demiştim. Sevilmeye değmem.
"Bir gün söylediklerime inanacaksın." deyip koltuğa uzanmıştın. Kumandan yanı başında, gözlüklerin boynunda asılıydı. Ne zaman için yorulsa gözlerin kırışırdı TV karşısında. Anlardım. Bir şeyler düşündüğünü.
Söylediklerine inanmak için hep iyi ve güzel şeylerin peşinde sürükledim kendimi. Kurduğum cümlelerimin karnında büyüttüğüm umutlar, gelecek makasının ağzında kesildiler. Hesapsız zamanlarda. Uykuya çökmüştü ikimizin de bildiği manalar.
Yine de sana inanmak için tüm yeryüzü uğursuzluklarına direndim. Dilim şişti. Gözüm küstü. Kulağım sustu. Yüzüm artık bir oyuğun boşluğuna yuvaydı. Yine de sana inanmak için bir sabah heyecanımı bölüşmüştüm seninle.
Bir yanım ormanlaşırken bir yanım kuruyordu.
Gözlerindeki kırışıklık nasıl da canlanmıştı. Bedenin yatağına çukur olurken dudaklarının kenarındaki gülümsemeni salmıştın. Toprağında aradığın can, senden biraz daha uzaklaştığı zamanlarda bile gönlümü sıvazlayıp "Git, kızım." demiştin. "Öncekileri unut, ardından gelecek olanlara inan. İnanmalarını büyüt ki kendini kaybetmeyesin."
Gideceğim yol, tenhaydı. Bozkırdı. Geceydi. Hafif kızarmış göğdü. Aç karnına çekilmiş küldü. Ağızda tohumlanmış korkuydu. Bütün bunlara rağmen avucunu yüreğime tuttun. "Sen sevilmeye değersin." dediğinde yine inanmamıştım.
Dilimi damağımı kurutan, gözlerimi nereye koyacağımı bilemeden sabitleştiren, eklemlerimi sızlatan, ayaklarımı üşüten, kasıklarımı sancılaştıran o korkuyu bilmiyordun. Korktuğumun başıma geleceğini de. Sana inanmamak için dünya yeterince harcıyordu kendini.
Günlerdir yanı başında beklerken seni içime öğüttüm. Saatlerin sabah etmediği vakitlerde bile gideceğim yolu merak ettin. Heyecanlandın. Derinin morluğuyla ellerimi sevdin. Unuttuklarını sana hatırlatmak istedim. Benim tanıdığım yeryüzünün, senin bildiğinin çok uzağında olduğunu anlatmak istedim. Benim sana inanmadığım gibi sen de bu sözlerime inanmayacaktın.
Senin inandığın duyguları terk ettikleri bir çağın kanıtıyız. Gerçekten öyleydik anne. Duyguları terk eden bu çağın kanıtıydık. Hatırladığın her şeyin kaskatı kesildiği zamanın kalanıydık.
Cuma günü sabah dörde kadar hiç uyumamıştık. İçin biriken kanı dışarı atarken "Savaşmalısın." diyordun. "İnce ince eğil kendine. Sevgini diri tut. Mutlu dön, sen sevilmeye değersin kızım." dediğinde gözlerin artık boşluğa düşüyordu.
Yine haklı çıkmıştım, gittiğim yoldan. Kapıdan sana baktığımda hemen anlamıştın. Gözlerim pul pul dökülüyordu. Gırtlağıma yapışmış sözcüklerim rutubetleniyordu. Ayaklarım nemliydi. Ne kadar gizlesem de kendimi senden, kaçamadım. O günden sonra tek kelime edemedim. Ne sen sordun ne de ben anlattım. Hâlâ yanı başındayım. İkimiz de susa büyüyoruz. Bana "Savaşmalısın." diyordun ya, şimdi bunu söyleme sırası bende. Sana biraz daha inanmam için "Savaşmalısın." Zamanını çoğaltmalısın. Çoğal ki senin bildiğin yeryüzünde biraz daha kıvrılayım. Rahmine.
Gözlerini açtığında güzel yol hikâyelerimi dinleyeceğin zamanlar biriktiriyorum. Ve seninle tanıştıracağım kız arkadaşım olacakken pes etmek yok. Gitmek de. Bunun için bile o gün geldiğinde ikimiz de kalmış olalım bu dünyada. Tüm kahrına rağmen. İtliğine, kopukluğuna inat. O gün geldiğinde "savaşmaya" devam etmiş olalım. O gün geldiğinde ikimiz de kazanmış olalım. Tüm bunlar için şimdi ikimiz de savaşmalıyız.
"Anne" kavramı, bireyin içinde bulunduğu aileye ve kendi yaşantısı içindeki pek çok değişkene bağlı olarak şekillenen ve her bireyde farklı bir görüntüsü bulunan bir kavramdır. Her anne farklıdır çünkü her insan farklıdır. Dolayısıyla annelik, döllenmiş bir yumurtayı yaklaşık 40 hafta rahminde taşıdıktan sonra dünyaya getirme eylemi olarak biyolojik bir hadiseden fazlası değildir. Fazlası, kadının dünyaya getirdiği yavruya ne sunduğu ile ilgilidir.
İşte burada yaşananlardır aslında anneyi çok sevilen ya da nefret edilene dönüştüren. Bu iki duygu arasındaki sonsuz sayıdaki duygu ve davranış çeşitliliği de insan çeşitliliğinin bir sonucundan başka bir şey değildir.
Kendi isteğinizle dünyaya getirdiğiniz bir canlıya elinizden gelen en nitelikli yaşam koşullarını sağlamak zorundasınız. Bu taktir edilmesi, kutsanması ya da övgüyle karşılanması gereken bir lütuf değildir. Elbette ki her doğuran ölünceye kadar dünyaya getirdiğine bakmak zorundadır, bakmayacaksa da dünyaya getirmemelidir. Düşünme yetisine sahip bir tür olmak bunu gerektirir. Burada bakmaktan kasıt, daha önce de söylediğim gibi elinden gelenin en iyisini vermektir.
Sonuç olarak annelik biyolojik bir hadise, anne de bu hadiseyi gerçekleştiren bireydir. Bu onu diğer canlılardan, cinsiyet ve türlerden üstün, özel ya da kutsal yapmaz. Ancak yavrusu için verdiği emek ve sevgi onu güzelleştirir, yüceltir insan olarak.
Elbette ki her kadın anne olmak zorunda değildir. Hatta artık üremekten vazgeçmeliyiz bence. Neyse konuyu dağıtmayayım. Sonuç olarak "Anne" vardır, "anne" vardır.
Kendimden cok sevdigim tek kisi. Bugun kendisini ruyamda gordum. Ufaktim her yaz oldugu gibi deniz kenarindaydik bana simit almisti simit yiyordum. Sonra denize girdik sirtina cikip atlamak istedim beni sirtina cikardi atladim. Sonra beraber yuzebildigim yere kadar yuzduk. Ayagimin degmedigi yere gelince bana geri donmemi soyledi ve kendi devam etti. Gecmise gitmekten nefret ediyorum sadece uzuyor. Hayatin ne kadar guzel ve ozel oldugunu fakat yasanmis hic bir seyin bir daha ayni saflikta yasanmayacagini hatirlatan aci kesitler. Hatirlayip tekrar yasamaya calisip mutlu olmamiz gerekiyor. Savasta bacagindan yaralanmis askere vurulan morfin gibi. Acisini ne kadar alabilirse artik.
bırak kalsın masada ekmek
testide su
ayna puslu, pencere camı kirli
bırak kalsın saçların dağınık,
gözlerin uykulu.
saksıdaki çiçek susuz, kedi
yalını bekler bir köşede
bırak kalsın meyve ağaçta,
kırlangıç havada
dama düşen ince yaz yağmuru...
yoruldun artık, bütün gün
didinip durdun
toprak bile, gök bile, deniz bile
bir yerde yorulur
bırak kalsın süpürge duvarda,
sabun kovada
anne, gel yanıma otur.
90 kilodan 85 kiloya düşünce "hiii yavrummm, nasıl da süzülmüşsün!" diyebilen ve ardından göz yaşı dökebilen yegane varlık. oysa her halukarda öküz gibiyim.
Toplum tarafından her kadına mecburiymiş gibi biçilmiş rol. Sırf etraf baskısı yüzünden çocuk yapan insanlar var. Bizim toplum bunu ne zaman aşacak bilmiyorum.
dişi bireylerde doğuştan bir annelik içgüdüsü olduğuna dair bir yanılsama var. kesinlikle yok. doğurunca anne olmuyorsun. teknik olarak oluyorsun ama anne kavramına yüklenen değerleri taşımıyorsun. annelik öğrenilen bir şey. bu nedenle devletin her anne adayına zorunlu eğitim vermesi gerektiği kanaatindeyim. evet biraz faşik bir düşünce olabilir. ama eğitim şart.
Ayakta kalmamı sağlayan yegane kişidir annem. Hayatımın geri kalan bölümünde annemle bu dünyadan olabildiğince mutlu ayrılmalıyım, malum ateistim, öbür taraf diye bir şey yok.
Validemi geçtiğimiz 3-4 senede çok yıprattım maalesef, daha yıpranmayacak. İyi ki annem olmuş, her şeyden çok minnettarım.
bu türün kutsal olanlarının hamilelikleri de genelde piremsesler gibi geçer.
sırtıma yastık getirin, kış ortası canım papaz erik çekti bulun, susadım su isterim...
niye, çünkü çok kutsal bir görev icra etmeye başlayacak yaklaşık 9 ay sonra.
emzirecek, uyutacak, bez değiştirecek, giydirecek, gaz çıkaracak (pardon bunu kutsal insan yapmaz, babanın işi o. babanın da tek işi gaz çıkarmaktır zaten. neyse konuyu dağıtmayalım), oynatacak, eğitecek... bir insan evladına bakacak. kolay mı? hiç kolay değil! dünyanın en zor işi hatta bana sorarsan. layıkıyla bir insan evladı yetiştirmek çok çok çok zor.
o yüzden anne olmak kolay değil. annelik yapmak kolay değil.
ama gel gör ki yeryüzündeki tek anne sen değilsin. kimse ağaç kovuğundan çıkmadı. "kutsalım ulen ben, anayım ben ana!" diye ortalıklarda dolanmana gerek yok, komik oluyor.
ne zaman başım derde girse yanımda olan kurtarıcı meleğim. henüz 3 yada 4 yaşındaydım. ağrının doğubayazıt ilçesinde kerpiç ve topraktan yapılmış bir evde yaşıyorduk. annem o günlerden bahsederken ışıkları söndürdüğümüzde böceklerin ayak seslerini duyduğunu söylerdi. evin küçük avlusunda toprakla oyun oynarken annem bana yemeğimi yedirirdi. insanların hafızasındaki ilk anının kişinin psikolojik altyapısında büyük yeri olduğunu söylerler. benim hatırladığım ilk anı ise şöyle: çok fazla yağmur yağıyordu, evimizi sel basmıştı ve o sırada kerpiç evimiz her yerinden su alıyordu. annem evin içindeki suyu dışarı boşaltmaya çalışırken ben ağlıyordum. daha sonra beni sırtına alarak evin dışarısına çıkardı, yağmur dinmişti ama o çamur rengindeki suyun hızlı akışını asla unutamıyorum. avlunun kapısının dışına bakınca sürüklenen kasalar ve dondurma dolabı şemsiyesi gördüğümü hatırlıyorum. o günü gözlerimin önüne getirince içime dolan iki hissiyat var birisi annemin şefkati diğeri ise korku.
annemle ilgili hatırladığım diğer anım ise benzer hissiyatlar içeriyor. bu sefer hikaye afyonkarahisar ilinde bir köyde geçiyor. çok şirin bir köyde yaşıyorduk, o zamanlar tabi köylerde kalorifer gibi bir teknoloji yok. hatta hiç unutmam okulumuz bile sobalıydı ve yazı yazarken ellerimiz üşüdükçe öğretmenimizden izin alarak sobanın başına gidip parmaklarımızı ısıtırdık. ders başlamadan önce o sobanın etrafına doluşarak ellerimizi ısıtma yarışına girerdik. hikayemize geri dönecek olursak annem soba kovasını doldurmak için evin bahçesinde tahra ile odunları ikiye ayırıyordu. ben de onu izliyordum. daha sonra annem soba kovasını alarak eve doğru giderken hemen elime aldım tahrayı ve küçük odun parçaları kesmeye başladım. ardından aniden çığlık atmaya başladım. sol elimin işaret parmağını koparmıştım. ben yere yatmış ağlarken annem koşarak gelip beni sağlık ocağına götürdü. bir kaç dikiş atıldı ve sonraki hatırladığım sahnede evde annemin kucağında ağlıyordum o ise oğlum diyerek göz yaşlarımı siliyordu. bu anının izleri halen sol işaret parmağımın üzerinde.
annemin içindeki evlat sevgisini gördüğüm başka bir küçük anım daha var. lise yıllarında ağzımda çok değişik yaralar çıktığı için hiç bir yemeği yiyemiyordum. bir kaç doktora gitmemize rağmen pek işe yaramamıştı. ilaçlar kullanıyordum ama yemek yiyemiyordum bir türlü. annem benim yemek yiyemediğimi gördükçe sofrada hiçbir şeye dokunamıyordu. anne sen yesene derdim doydum ben derdi. hani derler ya yemedim yedirdim, giymedim giydirdim diye. ben bunu kanlı canlı gördüm. ne kendisine kıyafet alırdı ne önce kendi yemeğini düşünürdü. her zaman önce beni düşündü.
beni doğurmakla kalmayıp besleyip büyüttüğün için teşekkür ederim anne. başıma gelen her kötü şeyde gözümü açtığımda seni gördüğüm için teşekkür ederim anne. hastayken yanımda bekleyip yanağımı okşadığın için teşekkür ederim anne. her akşam ne yemek yediğimi merak edip sorduğun için teşekkür ederim anne. beni hüsrana uğratmayan tek kadın olduğun için teşekkür ederim anne.
her ne kadar yaşama şevkim düşük olsa da senin verdiğin emekler için yaşayacağım anne...
varlığımızı borçlu olduğumuz insan dişisi. başımız her sıkıştığında, canımız yandığında, korktuğumuzda hiç düşünmeden boğazımızdan çıkan nida. anne üzerine ansiklopedi yazılır da, uzatmıyim şimdi.