bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
simülasyonun en minimal buglı köşesine yerleşip bu kadar gözlemciyle sıkış tepiş yaşam savaşı vermenin insanı bu kadar hayatın içinde hissettiriyor olması çok ilginç. ne demiş ünlü olmayan deli: sıkıcı hayat yoktur, az saykideli vardır...
turuncu oğluşumun ruhuna değsin ❤ -
kaç olmuş şimdi?
-35.
nefis.... -
galaksinin arka bahçesinde gökkuşağının her rengine sahip içkilerimizi yudumlarken alıp verdiğimiz her bir nefesle daha da yaşam doluyorduk birlikte. yorulmak yoktu hiç, yalnızca güç ve kendi hızımızda harekete geçmenin rahatlığı vardı. hissetmiyorum artık yalnızca, görüyorum da. yok saymıyorum, kabullenip ruhuma değmesine izin veriyorum. daha yeni başlıyor.
i bow down and i honor that
şimdi cezai ehliyetime veda edebilirim. -
bulutları üfleyip sonsuzluğu içimize çektiğimiz anı binlerce kelimeyle açıklayabilirdim belki ama mürekkep yeteri kadar beyaz değil.
ne zaman yolunu kaybetsen, sadece kedilere bak.
i am a son of earth and starry heaven, i'm thirsty.
please...
give me something to drink from the fountain of memory. -
mavi mavi değilken hangi elim ne yöne baksın? özlemişim. harfler ne kadar kuvvetsizse o derece doğruyu kovalarız sadece. kalanı hiçlik. endless circle
anın tadı bu. gerisi zaten hiç yoktu... -
bir yudum gece kahvesi, bir nefes huzur, dağdan esen simsiyah rüzgar, ay ışığı ve sosyal mesafenin en güzelini yaşayan tüylü dostlarla birlikte normal bir gecenin körü. iki nefes huzur... tek bir dilek hakkım olsa şu andan yana kullanırdım yine. yusyuvarlak bir düzlem ve yine hayat aynı seyirde. mañana será la misma pero no el mismo.
üç nefes huzur... -
nihayet bitti bütün işler güçler. içimize sine sine olsun diye aylarca uğraşmak mı yoksa daima yolumuza konan engellere göğüs germek mi daha çok yordu gerçekten bilmiyorum. yine de en güzeli arada yaşanan iletişimsizliklerin altında yatan sebebi cımbızla çekip almamız; tüm bu eksikliğin ve sevgisizliğin aslında bir borderline* sendromu olduğunu öğrenmek ve bunu çözmek için bir şeyler yapmaya girişmekti sanırım. insan sevdiği kişinin annesinin bu hastalıktan muzdarip olduğunu öğrendiğinde ne yapacağını bilemiyor. bu zamana kadar bize yaşatılan tüm acıların ardında bunun olduğunu bilmek şimdiye kadar "nötr" hissettiğim tüm duyguların birdenbire acımaya, şevkate dönüşmesine sebep oldu aniden. kurtarılmayı bekleyen bir ruh, karşısındaki onu daha çok sevsin diye tüm sevgisizliğini yerlere seriyor ve "senden nefret ediyorum" diye tepinip bağırırken aslında "beni daha çok sevmeni istiyorum" diye haykırıyor bilinçsizce. çok zor. ama hiçbir zaman kolay olacağına inanarak yola çıkmadık ki zaten.
daha önce bir anne neden evladına bunları yaşatır diye düşünürken şimdi tüm taşlar yerine oturuyor. zor. hatta en zor kısmı o seni iterken dört kolla ona sarılabilecek sabır sahibi olabilmek.
yaptığımız işi tamamladığımıza sevinemiyor olmak yarım kalmışlık hissine sebebiyet veriyor bünyemde ama bundan daha önemlisi tüm kaosun düzene girmesine doğru bir adım atılmış olması.
"evren daha fazla ne kadar absürtlük çıkartabilir karşımıza" diye meydan okumaktan vazgeçeli 4 yıl olmuş, yine beni şaşırtmıyor... -
son 5 yıldır yaşadığım saykideliyi binlerce kelimeyle anlatabilirim. ya da hiç uğraşmayıp özet geçerek "hayat sen ne yaparsan yap devam ediyor" diye kestirip de atabilirim. üşengeç bünyem özet geçmem gerektiğini telkin ediyor bir yandan. şu hayatta ne yaşanırsa yaşansın hiçbir şey sonsuz değil ve hem kendi seçimlerin ile yaşanan kelebek etkilerini hem de kişinin iradesi dışındaki anlık değişimleri göğsünde yumuşatarak yeniden yapılandırabilmek gerekiyor hayatı sanırım. en azından artık öyle yapıyorum. 5 yıl önceki beni düşünüyorum, şu anki durumun aynısını yaşıyor olsam sadece dizlerime vurarak ağlıyor ve çaresizce bir yerlerden çözüm gelmesini bekliyordum. hayat çok şey. ben daha da şeyim. en dibi gördüğümden bunlar etkilemiyor ya da. neyse... henüz ölmedim.
"it's not about how hard you can hit, it's about how hard you can get hit and move on... "
daha ne diyeyim. -
kuşlar bir yandan bestelerini icra ederlerken ellerimle ota-çamura bata çıka çalışmayı ne de özlemişim. son bilmemkaç gündür bir türlü dinmeyen yorgunluğuma bile laf edemiyorum sırf bu yüzden. zaman ne güzel, zaman ne değerli... ama en güzeli zamanımı kendim için haryacabilme lüksünü yaşayabilmek, para karşılığı bir başkasına o değeri satmıyor olmak sanırım.
kötü olan ne varsa çıkıp gitti, geriye yalnızca gülümseyen ve onaylayan yüzler kaldı. keyif kısmı da gelir yakında.
biz yapınca oluyor, hep oldu zaten... -
gitmek ne garip, vedalaşmak... son bilmemkaç yıldır popom sabit kalmadığından hep ben gittim bir yerlere. trene, uçağa, otobüse binerken hep ardımdan el salladı birileri, sevdiklerim. beni pek etkilemedi hep gittiğim için. zira ben hep gittim, onlar kaldı. ama daha önce hiç annemi-babamı bu kadar uzağa yolcu etmemiştim. ne zormuş otobüsün ardından el sallamak, geride kalan olmak, gittikleri yerde sağlıklı olabilmelerini dilemek, başlarına bir şey gelmesin diye totemler yapmak. daha iyi anlıyorum sanırım artık. histerik davrandığı için kızardım anneme ama 'weihnacht çadırlarından uzak durun' diye koskoca kadını tembihlerken yakaladım kendimi. kafayı yemesem iyidir... gitmek iyiydi, kalmak pek zor... -
life starts at the end of your comfort zone.
kaç defa bu cümleyi kullandım hatırlamıyorum ama doğruluğunu tekrar tekrar teyit ediyorum yaşadıkça. güvenli hissettiğin o alanın dışına çıkmak cesaret istiyor. öyle klişe motivasyon sözleri gibi değil bu, gerçek cesaretten bahsediyorum. kim tüm yaşamını, arkadaşlarını, evini, işini, parasını, dünyayı dolaşabilme özgürlüğünü, statüsünü tek hamleyle geride bırakabilir "gerçeği" yaşayabilmek adına?
o kadar rahattım ki rahatlık rahatsız etmeye başlamıştı. vücudumda çıkan anlamsız alerjiler nedeniyle doktora gittiğimde sebebini bulamamış, "hayatında bir sorun var mı? stres yapıyor olabilirsin" demişti. düşünmüş ve ufacık bir problem bulamamıştım, "hayır, fazla iyi her şey, bu bir sorun olabilir mi acaba?" dediğimde gülmüştü.
ben bunu hiç istemedim ki.
ben tembel değildim, bu saçma hayat beni tembelliğe itmişti. oydu asıl problem. ölüyordum yavaş yavaş... her gün her öğün dışarıdan yemek söylüyordum çünkü çalışmaktan kendime ayıracak bir dakikam kalmıyordu. zamanımı para karşılığında bir başkasına satıyor, karşılığında bir de fazladan plastik bir mutluluk alıyordum. canım ne isterse anında kredi kartımla alabiliyordum, ama bu muydu gerçekten istediğim? sanmıyorum... evim ısınıyordu, doğal gaz parasını dert etmiyordum. evim her hafta başka birisi tarafından köşe bucak temizleniyordu. ben elimi sürmüyordum. kedilerimin bile otomatik-elektronik tuvaleti vardı, kendi kendini temizliyordu. otomatik su pınarları vardı sularını oradan içiyorlardı. ben ölüyordum...
geriye dönüp baktığımda ne çok gereksiz eşyaya ne kadar fazla anlam biçtiğimi fark ediyorum. kızmıyorum o eski halime. iyi ki diyorum, uyanmışım bir şekilde. insan yaşadığını gerçekten hissedebilmek için savaşmalı sanırım. savaşabilecek gücünün var olduğunu görebilmeli. gerektiğinde dünyayı yıkabilmeli özgürlüğü için.
artık yediğim yemekten daha fazla keyif alıyorum çünkü kendim yapıyorum. artık ısınma konusu benim için daha değerli çünkü o sobayı ben yakıyorum.
sevgi ise uğruna savaşılacak ve bir çok ayrıcalığını feda etmene değecek bir duygu artık. bahçemde sarılacak ağaçlarım, evimde kedim ve sevdiğim varken fazlasını istemek hem yüzsüzlük hem de atalarım için saygısızlık olur.
yağmur yağıyor ve ben yüzüme düşen her damlayla daha özgür hissediyorum. sobadaki ateşin sıcaklığını yüreğimde, toprağın mis kokusunu ciğerlerimde hissediyorum. hava buz gibi ama dört element yeterli ruhumun kuşlar gibi kanatlanması için... teşekkürler.
we are the granddaughters of all the witches you were never able to burn -
yapmayın...
sevinirken silah sıkmayın...
mutlulukla yan yana gelecek bir kelime değil silah.
ve düşünün lütfen. o tabancadan çıkan kurşunun balkonda her şeyden habersiz duran ufacık bir kediye zarar verebileceğini düşünün...
ama ne yazık ki dün gece düşünmediler... dün gece benim canımın parçasını yok ettiler. 8 yaşındaydı, adı juanita'ydı... boynumun altına yatar saatlerce beni yerimden oynatmazdı... bursa ulucamii'nin bahçesinde daha 40 günlükken bulmuştuk onu, ölmek üzereydi ama bir şekilde yaşama tutunmuştu, bir daha da bırakmamıştık hiç... birisi seçimi kazandı diye ağzından salyalar saçarak sevinen bir tek hücrelinin silahından çıkan kurşunla son nefesini vermek için 8 yıl yaşadı, 3 şehir gördü, 2 kediye annelik etti...
yapan kişiye ağız dolusu küfretmek isterdim ancak onu dahi anlayabileceğinden şüpheliyim. tek yapabileceğim bebeğimin ruhunu huzurla göndermek bu dünyadan.
yapmayın...
silah sıkmayın sevinirken, eğlenmek için başkalarının canlarından can koparmayın...
benim munimi öldürdünüz, başkalarını öldürmeyin...
imgim.com/...
imgim.com/... -
manasızca huzurlu vakitler yaşıyor insan eğer gerçekten isterse. hep bir yerlerde var olduğu bilinen ancak yıllardır görüşülmeyen dostlarla sohbet etmenin keyfini özlemişim. en güzeli de hiç ayrı kalınmamış gibi kaldığı yerden aynı huzurla konuşabilmenin rahatlığıydı elbet.
ancak her birinde gördüğüm en büyük fark yorgunluktu. bıkmışlık, tükenmişlik ve vazgeçmiş olmanın sıkıntısı vardı hep yüzlerinde. o kadar derdin arasında bana destek olmaya çalışmaları ve inadına gülümsemeye çabalamaları üzdü ister istemez. kimseleri kendi dertlerime boğmak değil amacım, tam da bu sebeple geri çekmiştim kendimi ancak itiraf edeyim, "iyi geldi".
sürekli olarak tek bir cümle tekrar edildi ve haklılar da. hayattayız ve ne yaparlarsa yapsınlar bizi öldüremediler...
ölüm demişken... canım hocam, adıgüzelzadem, süper mariom ışıklara karışmış dün... söyleyecek söz bulamıyorum. bir yerlerde göbeğini tutarak kahkahalar atıyordur eminim. ya da kara karayev'in leyla ile mecnun senfonisini dinlerken vodkasını yudumluyordur. hiç olmadı ufak bir quartet kurmuş onu yönetiyordur, rana hocam da vardır belki orada, viyolasıyla misler gibi eşlik ediyordur hasan hocamın bestelerine ve hep birlikte yaylarından çıkan titreşimleri sonsuzluğa gönderiyorlardır. hep öyleydi zaten, hep müzikti, hep armoniydi...
karayev'i anarken gözlerinin yaşlı bakışlarını hatırlıyorum hep. "beyle ulu" diye tarif ettiği insanla birer kadeh içip müzik konuşuyor şimdi. richter'i canlı dinlediğini gururla anlatırken şimdi birlikte satranç oynuyorlar belki...
güzel insanlar hep güzel enerjilerle hatırlanıyorlar. ve eminim kendisi nerede olursa olsun besteleri hep yaşayacak. armoniyi sevdirdiği, gerçek müziği öğrettiği öğrencilerinin başka öğrencileri olacak ve efsaneleri dilden dile hep anlatılacak. insan unutulduğunda gerçekten ölüyor ve hasan hocamın unutulması asla söz konusu değil...
"paralel beşli, paralel sekizli yassaq deyirem, dinlemirsen!" -
sehpanın üzerindeki saksı çiçeğinin büyümeye çalışırken ufak hareketlerle dallarını hareket ettirip sallanışını izlemek son birkaç günün en heyecanlı aktivitesi sanırım. öyle sürekli hareket halinde de değil kerata. günde 3-4 kez yapıyor ve her dalları hareket ettiğinde "yaaaaa yeniden yap lütfeeeen" diye serzenişlerde bulunuyorum ama iki defa üst üste yapmıyor.
"ben o bilmemkaç milisantimlik hareketi yapabilmek için ne kadar çok enerji harcıyorum biliyor musun sen" dediğini duyabiliyorum. o yüzden fazla üstüne gitmemeye çalışıyorum zaten. ama tetikteyim, o anı videoya kaydetmem lazım!
dokunamıyorum da yapraklarına, gıdıklanıyor. çiçeklerin yapraklarına mümkünse dokunmamak lazım zaten. nasıl utandığını ve nasıl gıdıklandığını sesli olarak söyleyemediğinden sinirleniyor sonra. küsüp büyümüyor bazen, kimi zaman da inadına çiçek açmıyor.
bitkilerin düşünemediğini zanneden, titreşimlerini görmezlikten gelen ve şarkılarını dinlemeyi reddeden insanlara da söyleyecek sözüm yok hakim bey... -
"terk edilmiş bir kuyunun dibinde on gün boyunca yiyeceksiz kalmayı başaran adamın delilik diye adlandıracağınız davranışı, o tarihten sonra ağaçlara tırmanma tutkusu geliştirmiş olmasıdır" --holst
delirmiştim belki de. savunma içgüdümün tetiklendiği tüm o kabus anlarını yaşarken, sahip olduğum bedenden değil de gökyüzüne yerleştirilmiş bir kameradan başkasının hayatını izleyebilmiş olmak ancak bir delinin yapabileceği şeydi. ve ne yazık ki o tarihten beri aynı kameradan izliyorum kendimi... isterdim bedenime geri dönebilmeyi ama gökyüzü o kadar keyifli ki, bu sahteliğe tekrar adapte olmaya çabalamak zerre çekici gelmiyor artık. -
ein schöner tag,
wenn er zu ende geht,
ist nichts mehr, wie es war...
yine ve yine değişiyor her plan. böylesine kasvetli bir günde dahi umutla bakmam lazım geleceğe. ve kalan son enerjimi yine başka bir yöne kanalize edip çabalamam, dünyanın derdi omuzlarımdayken bile yıkılmadan -şimdi bir parçam eksik ama- savaşmam gerekiyor. güzel şeyler oluyor, güzel haberler geliyor ve bu defa kılıcımı kuşanıp fırtınanın içine yalnız başıma giriyorum. tekrar o ışığı görmek ve dünyanın diğer tarafından en azından bir kişinin bana inanıyor olduğunu bilmek heyecanlandırıyor.
zarlar başkalarında ama kalem benim elimde ve dm ne isterse hikaye oraya gider... crit fail onların derdi, ben şarkımı söylerim her türlü...
-
universe just loooves proving me wrong, doesn't it?
bir günde yeniden hayatım baştan aşağı değişti. bambaşka planlar, bambaşka seçimler ve hayat yeniden ağlarını örerken alternatif yepyeni evrenler yaratılıyor bir yerlerde.
istekler önemli değil artık, hayatta kalmak ile savrulup gitmek arasında seçim yapma zorunluluğu önüne serildiğinde, sistem kişiyi tahmin ettiğinden farklı yerlere savuruyor.
yine de umudum hala var, sevgi güzel şey ve sevginin gücü ile verilmiş kararlar pozitifliği de yanında getiriyor.
bakıp göreceğiz zira durup düşünmeye vakit kalmadı artık...
-
daha derine iniyoruz ve daha derine ve daha...
b.c. bilmemkaç
çöl...
hayır karnak değil, khonsu tapınağı. karnak'a uzak değil zaten, sürekli oralardan başka rahipler geliyor törenlere... etrafı palmiye ağaçlarıyla çevrili ana girişteki havuzun yanında yürüyorum... ilk fark ettiğim ayaklarım... çıplak ve uzun. sol ayak bileğimde yeşil taşlarla bezenmiş bir süs eşyası bana bakıyor. üzerimde beyaz, şeffaf bir elbise, kumlara basmak bir yük değil, huzurla kaplıyor bedenimi her adımda ve bir heyecan. hayır, rahibelerin erkeklerle iletişim kurması yasak değil ama hathor'a bekaret yemini etmişiz bir kere. bir erkeğe aşık olmak yasak belki ama benim sorunum o değil zaten. gizli aşkım bir kadın, başka bir rahibe ve kimseler bilmiyor. neyse ki sorun bu değil.
evim burası. kendimi bildiğim andan beri bu tapınağın bir parçasıydım hep. ailemi hiç tanımadım, ailem buradaki diğer çalışanlar zaten. ve khonsu, babam...
parfüm kokusu geliyor uzaktan. yağlı, yoğun... ara bahçenin etrafında parfüm imal ediliyor. benim işim bu değil. tapınağın alt katındaki mumyalama odasının önünden geçiyorum. görevim bu da değil. bitkisel karışımlar ve ilaçlar ile alakalı bir şeyler yapıyorum ve o zamana kadar sonsuz güvendiğim, en kötü anında hep yanına sığındığım, anne kavramını bilmeden annem olarak gördüğüm baş rahibe elime bir kese tutuşturuyor. karnak'ta buna birinin ihtiyacı olduğunu ve acilen götürülmesi gerektiğini söylüyor. fazla ciddi ve o zamana kadar aldığım en önemli görevmiş gibi hissediyorum. nasıl gittiğim konusunda bir fikrim yok ama ardından karnak'tayım. sağlı sollu dev lotus başlı sütunların arasından geçip keseyi birilerine teslim ediyorum. sonrası kaos.
kesenin içindeki ilaç fazlasıyla yüksek mevkideki birinin ölümüne sebep oluyor ve derdimi anlatamadan kapkaranlık ve ıslak bir zindanda buluyorum kendimi. kimse yok, etraftaki tek ses büyüklüklerinin muazzam olduğunu tahmin ettiğim farelerden geliyor. korkuyorum, ağlıyorum, çığlıklar atıyorum, dualar edip tanrılardan yardım diliyorum ama kimse tepki vermiyor. adım neydi? neden kimse adımı söylemiyor?
sonsuzluk gibi geçen bir sürenin ardından yeniden ışığı görüyorum. bu sefer yargılanmaya götürüldüğümün farkındayım ve rahatlıyorum. "evet" diyorum, "kendimi savunacağım artık!" bir suçum yok ve beni anlayacaklar..."
iki iri adam incecik kollarımdan beni bir çocuk gibi kaldırıp meydanda toplanmış tapınak ahalisinin ortasına, yine ara bahçeye getiriyor. hepsinin yüzüne teker teker bakıyorum ve anne bildiğim baş rahibe de orada. donuk, duygusuz...
dizlerimin üzerindeyim şimdi, anlıyorum artık. yargılama olmayacak. son bu... böyle olmamalıydı ama hiç kimsesi olmayan öksüz bir rahibenin ağzından çıkacak kelimeler bir fark yaratmayacak. "ben kimseyi öldürmedim.." çok da önemli değil şimdi... sonumu kabulleniyorum ve sessiz çığlıklarımı zihnime hapsederek başım bedenimden ayrılırken gözlerimi kapatıyorum... ve huzur...
ve bir cümle fısıldanıyor kulağıma bana ait, burada yazamayacağım.
"gözlerini açabilirsin" diyor sonra, "neler gördün? tarif eder misin?"
"hiçbir şey" diyorum. "ben böyle şeylere zaten inanmıyorum"
ve içinde bulunduğum, adına "hayat" denen simülasyona kaldığım yerden devam ediyorum, zihnimin bir yanı hala khonsu'da... -
kedilerin en büyük eksikliğinin patilerinde işlevi olan bir adet baş parmaklarının bulunmaması olduğunu daha önce de duymuştum. bir eşyayı patileriyle kavrama yeteneği olan kedilerin yeniden dünyaya hükmetmesi aslında hiç de zor olmaz elbet. lakin biz insanoğlundan öylesine bıkmışlar ki ne patilerindeki eksikliğe hayıflanıyor ne de bizimle yeniden iletişim kurma zahmetine giriyorlar. neyse ki beni ayrı tutup kendileriyle sohbet etme şerefini bahşettikleri için her birine tekrar tekrar teşekkür ediyorum. elbette aklım yerinde değil ama yeteri kadar çaba gösterildiğinde doğadaki her canlının titreşimini hissetmek ve ne yaşanırsa yaşansın evrene bağlı kalabilmek sanıldığından daha basit sanırım.
***
rüyalarım yine hortladı. bu defa varlıkların maddi formunu görmekten ziyade zihnime gönderdikleri düşünceleri duyuyorum ve yine güzel şeyler söylüyorlar.
"genel bilincinizin artması adına telepatik yollarla titreşimlerinizi ve zihinlerinizi düzene sokmaya çalışıyoruz." dedi en son. yüzü fazlasıyla net, ama yalnızca bir fotoğraf...
artık beklemiyorum, zaten buradalar. soru sormuyorum, cevaplar kendiliğinden geliyor. tek dileğim hatırlayamadıklarımı anlık kesitler ile değil gözlerimi kapattığımda bir film izler gibi görebilmek. az kaldı. delirmedim henüz.
***
esp'nin eğitilebilir, geliştirilebilir ve başkalarına öğretilebilir bir kavram olduğunu öğrendiğimden bu yana hayatım değişti. hali hazırda var olanın üzerine eklendiğinde hoş oluyor. yine de şu lanet simülasyonun içinde yaşamak zorunda olmak ruhum için ağır bir yük. maddesel dünyadan evrenin derinliklerine doğru seyahatleri yalnızca meditasyonla deneyimleyebildiğim için geri dönüş kısmı, beni çevreleyen ortama daha fazla yabancılaştırıyor. ömrümün sonuna kadar göçebe kalacağım için de içim buruk ama başka türlü olamıyor ne yazık ki.
demem odur ki, kedileri sevin ve gökyüzüne bakmayı ihmal etmeyin. şu küçücük dünyamız biz toz zerresinden farklı değil evrenin genişliği düşünüldüğünde lakin hangi sistemde var olursa olsun her bir canlı öyle görünmez ağlarla birbirine bağlı ve öylesine değerli ki, kozmik yasaları hiçe sayarak kararlar almak birden fazla dengeyi altüst edebiliyor.
namaste. -
yine yazamıyorum ne zamandır. ne kitaba devam edebildim, ne buraya yazabildim. onca vaktim varken yapmayı ertelediğim her şeyi şimdi vakitsizlikten yapamıyorum, ah kozmos... ufacık önemsiz dahi olsa hayatımızda seçtiğimiz her bir yol bambaşka alternatif hayatlar yaratıyor seçilmeyen diğer yollarla birlikte. ve sık sık düşünüyorum diğer alt evrenlerdeki kendimi. bunu yaparken diğer benliğimi değil de bir başkasının hayatını zamansız sonsuzlukta izliyormuş gibi hissediyorum çoğunlukla. havada bir süre asılı kalmak ve bir yandan da diğer benliklerimin beni başka boyutlardan izliyor olduğunu bilmek ne hoş. en güzeli de başıma ne gelirse gelsin doğru yolda olduğumu her daim hissettirmeleri ve desteklerini benden hiç esirgememeleri sanırım. zaman yok, yalnızca sonsuzluk, bir tane ben, binlerce ben. hepsi aynı, her biri bambaşka ama hepsi tek. ve en harikası sevgi ile yayılan, her evrenin en ücra köşelerine kadar ulaşan o güçlü enerjinin önlenemez parıltısı. zaman koskoca bir yanılgı, hayat sonsuz... tek gerçek sevgi! -
buydu evet. tam manasıyla bunu hayal etmiştik. şu boyutta sahip olduğumuz tek gerçeğin aslında "zaman kavramı" olduğunu keşfettiğimizden bu yana; zamanımızı birbirimizden ya da keyif aldığımız diğer zevkler dışında başkalarına harcamamaktı hayalimiz. kulağa fevkalade basit gelen böyle zorlu bir isteğin elbette bir bedeli olmalıydı ve evren bunu bize ödetirken o sorgusuz cömertliğini bir kenara bırakıp ne seviyede acımasızlaşabileceğini mükemmel bir kurguyla önümüze seriverdi...
kolay olmayacağını biliyorduk elbette. lakin aklın ve mantığın bir noktadan sonra algılamaya çalışmaktan yorgun düştüğü bir senaryonun içinde olduğumuzu nasıl tahmin edebilirdik ki?
yazının başı bununla alakalı değildi, kafanı topla. başka şeylerden bahsedecektim... buydu istediğimiz evet.
zamanımızı kendimizin kontrol edebileceği birlikte bir hayat. fazlası değil.
yetecek kadar para. fazlası bomboş çünkü.
doyacak kadar yiyecek. fazlası açgözlülük.
ve ruhunu ısıtacak kadar sevgi. fazlası bencillik.
teşekkür ediyorum öyleyse evrene. şu huzura erebilmemiz adına bize yaşattığı; her biri sınırlarımızı fazlasıyla aşan acımasız öğretilerini bizden hiç esirgemediği için... seyahatlerimiz sırasında sık sık yorulup güçsüz düşüyor, isyan edip farklı yollara sapıyor olabiliriz ama hiç vazgeçmedik, vazgeçmiyoruz.
salt realitenin sadece "zaman kavramı" olmadığı diğer boyutların hikayesi ise bambaşka bir yazının konusu sanırım. şu an hangi boyutta olduğuma karar verebilirsem yazabilirim belki. -
midem ağrıdığı için aşağı vadiye inen sevgilinin dönüşte koca bir kavanoz rezene, bir avuç da böğürtlen getirmesi ve üzerine rezene tohumları yapışmış böğürtlenleri birlikte temizleyip yerken hissettiğim huzur mudur aşk? bence öyle olmalı... -
son iki-üç gündür bahçeyi ziyaret eden hayvan sayısında ciddi bir artış gözlemledik. her türden hayvanı yaşadığımız bölgeye çağıran bir auramız olduğunu uruguay'dan bu yana * * * * zaten biliyorduk tamam orası kesin. mahallede yaşayan tüm kedi ve köpekler, kaplumbağa, sincap, kuş, kirpi hadi bir yere kadar tolore edilebilir ama kafam kadar böcek, gelincik, tilki, çakal, yaban domuzu nedir yahu? evet dağın başı burası ve evet özellikle kedilere düzenli yemek veriyoruz ama bu işin bir ayarı yok mu arkadaş? sevimli bir de keratalar. daha beş dakika önce evin kapısının önünde kapkara bir gelincikle göz göze geldik, tanrım o ne tatlılık... hayır bahçeye gelsinler, birlikte armoni içinde yaşayalım vallahi benim için sorun yok da, yan bahçedeki tek hücreli çiftesiyle çıkıp bir tanesini gözümüzün önünde katledecek, ondan sonra fool niye katil oldu... -
medikal ve ortopedik ürünler satan eczanemsi yerlerdeki o turuncu renkli cansız mankenlere o kadar üzülüyorum ki anlatamam. arkadaş bir insan aynı anda hem varis çorabı, hem korse hem kol askısı hem boyunluk giyecek kadar başına ne gelmiş olabilir ki? kamyon çarpmış ama hala yıkılmamış, üzerine medikal markette işe başlayıp kariyerini cansız manken olarak geçirmeye karar vermiş ama bu kararından ölesiye pişmanmış gibi... yazık ayol bir de gözüne etiket yapistirmislar daha canlı görünsün diye... bunun bir alt versiyonu da iş kıyafeti satan dükkanlardaki mankenler. hatta orada yaşadığı iş kazası nedeniyle kafası gözü bu hale gelmiş de olabilir arkadaşların. bazen hayat çok turuncu... -
kitap tam gaz devam ederken başımızdan geçenlerle yeniden yüzleşme durumu ciddi bir rahatlama sağladığı kadar bir o kadar da stres seviyemi artırıyor aslında. olayları yaşıyorken kendim değil de bir başkasının hayatını izliyormuş gibi davrandığımdan, gerçekte vermem gereken tepkiler bir yıl sonra ortaya çıkıyor, daralıyorum, korkuyorum, uykularım kaçıyor. bir yandan da hala her şeyi dün gibi hatırlıyor olmam aslında o dönem algılarımın ne kadar açık olduğunu gösteriyor ki bu kitap için güzel bir şey. ama dediğim gibi yazdıkça rahatlıyor, yazdıkça bunalıyorum. sonsuz paradoks, flat circle
koridordan gelen patlak karpuzun çıkardığı yüksek perdeli hışırtı sesi insanı hiçliğin ortasındayken deliliğin sınırlarında gezdirebilir ama şu an delirmenin zamanı değil...
-how do you beat the cold?
-you become colder than it...