bu senenin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen ve kendisine kariyerindeki tek oscar ödülünü kazandırmış call me by your name'in senaristi (romandan uyarlama) james ivory'nin howards end ve a room with a view'dan sonraki en ünlü filmi. 8 dalda aday olduğu akademi ödülleri'nden eli boş dönmesi ile bilinir. aslında kadrosundaki yıldızlara, senaryonun uyarlandığı romanın sahibi kazuo ishiguro'nun adına, o dönem için 15 milyon dolar civarında kalabilmiş bütçesine ve ivory'nin şiddetli amerikanizm'inin perde arkasından işaret ettiği noktalara göre değerlendirilmeli ve başarılı sayılmalıydı. ishiguro'nun romanını okumadım, sadece filmi izledim. aşağıda yazacaklarım sadece filmle ilgili olacaktır.
kulzos film topluluğu'nun bu ayki film listesinde (kulzos film topluluğu/#95088) yer alan filmlerdendi the remains of the day. başrollerindeki emma thompson ve anthony hopkins'in en iyi filmleri olarak bilinmediğinden dolayı ve bu kadar oscar adaylığını hak etmediği birçok yerde yazılıp çizildiğindan dolayı seçtim ben. zaten thompson da en sevdiğim aktrislerden. kaçıramazdım.
filmin konusu, ikinci dünya savaşı öncesi ingiltere'sindeki bir malikane ve içindeki insanların hayatlarından oluşuyor aslında. ivory'nin, filmin adeta merkeziymiş gibi göstermeye çalıştığı, her şeyi birkaç yıl önceden görüp "ben size demiştim" demeye çalışan amerikan delegesinin rolü oldukça gereksiz olsa da, malikaneye giren ve çıkan herkesin hayatından birkaç nokta çıkarmak, filmin romandan uyarlama olduğununa dair iyi bir kanıt veriyor tüm izleyicilere. hatta, ivory bir adım ileri giderek filmin orta yerinde duran ve tüm filmi onun gözlerinden görmeye zorlandığımız başkahya "james stevens"'ın gerçek hayatta olamayacak denli sınırlar barındıran robot gibi yaşamasını "işe bağlılık" sayan günümüz insanları üzerinden anlatarak izleyiciye tokat atmayı da başarıyor. sanırım romanın da ana fikirlerinden biri bu tokat olmalı, zira ishiguro, kitap eleştirilerinden okuduğum kadarıyla, gerçek hayat içinde yitip gitmiş insanlara "aslında yaptığın şey doğru değil, bre kör. dön de kaybettiklerine bak bi'" ana fikrini seviyor. ivory'nin de bu "alt metin" isteği hemen hemen her filminde olan bir amaç unsuru olduğu için ishiguro'nun romanını filmleştirebilecek, şu anda sağ olan yönetmenler arasında kendisi, gayet iyi bir tercih olmuş. amerikanizm'ine geleceğim birazdan.
başkahya'nın koca malikanenin işlerini tek başına düzenlemesi mümkün olmadığından dolayı bir idareci daha olmalı, ki bu noktada da "sarah kenton" devreye giriyor. housekeeper bizim dilimizde "temizlikçi" anlamına geliyor aslında. böyle büyük evlerin ayakta kalabilmesi ve işlerin yürümesini sağlayan iki ana kişi olmalı: biri kahya*, biri de idareci*. bay stevens ile bayan kenton evin her şeyi. evin sahibi "lord darlington"'ın yerel halk üzerindeki etkisi gayet görkemli olabilir, ancak filmde bahsedildiği kadar dış politikaya dair hemen hemen hiçbir etki alanı olamaz. filmin temel sorunlarından biri olan yanlı tarih anlatısı (aslında yanlış tarih anlatısı ama ivory'yi seviyorum, o kadar da vurmayayım), özellikle büyük buhran* sonrası amerikan tarihi ve adolf hitler dönemi alman tarihi'ni araştırmış izleyicide "hade len" tepkileri yaratacaktır. lord'un dış politikaya etkisinin ne denli büyük gösterildiğini şu örnekten görebilmek mümkün (merak etmeyin, spoiler değil): filmin sonlarına doğru lord'un malikanede konuk ettiği kişilerden biri, henüz genç bir nazi partisi elemanı olan reinhard heydrich. partideki ilk yıllarında olduğunu düşündüğüm heydrich'in, ingiltere'de partisine sempati kazandırmak için gönderilecek kişilerden biri değil, işgal edilmiş yerlerde ön saflarda propaganda unsuru olarak kullanıldığını bilince "ingiltere'de heydrich'in ne işi var?" sorusu çok mantıklı görünüyor.
birkaç noktaya dikkat çekeyim ve bitireyim:
- hugh grant'in gençliği : briyantinli saçlarıyla çok genç görünse de, film vizyona girdiğinde 33 yaşında olan grant, filmdeki gazeteci bakış açısını gözleri önüne serme noktasında gayet iyi. yan rol eksikliği pek olmayan filmde göze çarpmıyor performansı.
- ölü tavuklar : tabii ki gerçek değiller ama oldukça gerçekçiler. birkaç yerde derileri yüzülmüş tavuklar vardı ama bu sahnedekiler gerçek değilmiş.
- manzara : filmin en iyi sahneleri, uçsuz bucaksızmış gibi görünen ingiliz kırsallarının geniş açıda çekildiği sahneler. örneğini verdiğim sahne gün batımı olduğu için nefis ama birkaç sahne daha var böyle "vay be" diyebileceğiniz. sadece görsellik için bile izlenebilecek bir film yapmış ivory.
- superman : christopher reeve filmin kilit olmayan ama keyif veren yan rollerinden birinde. 2004'teki ölümünden önceki görüntülerini hatırlayınca insanın içi parçalanıyor. canlandırdığı amerikan delegesinin çok fazla eleştirilecek yönü var ama reeve canlandırdığı için tek kelime edemedim, çipil çipil gözlerle ve akan burnumla kendisini keyifle izledim. gerçekten büyük oyuncuydu.
- gazete ütülemek : başkahya görevlerinden biri de, günlük gazeteleri lord'un okuması için kendisine götürmek. eh, buruş buruş gazeteleri lord'a sunmak bir "onursuzluk" göstergesi olarak tanımlandığı için her sabah bütün gazeteleri ütülüyordu bay stevens. eski tip, kömürle çalışan ütü görmek de güzeldi.
film, yakın dönem amerikan ve alman tarihi dışında, gayet başarılı. zaten hopkins, thompson ve reeve'in rol aldığı bir filmin kötü olabilme ihtimalini çok az görüyorum ben. ivory'nin ustalık eserlerinden biri olmayabilir. ilgi alanlarınız içinde bu tarihler ya da ingiliz aristokrasisi varsa, "the remains of the day" sizin için biçilmiş kaftan olacaktır. tekrarlayayım: bazı tarihsel gerçeklerin saptırılmasına "yav he he" demeyi unutmayın. superman'i gördüğünüz sahnelere kadar sinirlenebilirsiniz ama reeve ekranı kapladığı anda ergenliğine yeni girmiş, heteroseksüel bir kız çocuğuna dönüşeceksiniz. ben aynen böyle oldum.