bir ürünün satılarak elde edilen hasılattan* değişken maliyet* ve değişmeyen maliyet* çıkarıldıktan sonra geriye kalan kısımdır.*
piyasaya yeni giren bir ürünün kâr oranı üretici şirket belirler. piyasada rakip ürünler oluşmaya başlayınca da pid kontrol sistemine benzer bi mekanikle de kâr hem üretici hem de tüketici açısından optimum seviyeye yerleşir. "piyasanın kaymağını yemek" olarak ifade edilen şey ise ürünün piyasaya ilk sürüldüğü andan rakip ürünler oluşuncaya kadar üretici firmanın kârı kendisi belirlediği dönemde yaptığı satışlardır.
bir firma, rakip ürün piyasaya sürülünceye kadar başabaş noktasını sağlarsa o şirket çok büyük kâr eder ve damping denilen olaya tertemiz giriş yapar. her firmanın yeni bir ürün çıkarırken hedeflediği şey aslında budur.
bunun örneği de ara ara twitter'da geyiğinin yapıldığını gördüğüm lc waikikinin bir zamanlar zengin markasıyken şimdi ucuz bir mağaza olması durumu.
adil rekabetin oluşacağı serbest piyasa ekonomisinin mucizeleri arasında en sevdiğim budur. tekelleşmenin en büyük tehlikesi ve yıkıcılığı ise yine aynı durumdan kaynaklanır.
Bugün dışarda yağan karın altında yürüyene kadar ne kadar özlediğimi, ne kadar sevdiğimi fark etmediğim doğa olayıdır.
Küçükken kardeşimle yataklarımız odanın iki duvarına yaslıydı, aramızda da pencere vardı manzarası kocaman bi park olan. Kışın sabahları kalkardık heyecanlı heyecanlı perdeyi aralardık, kar yağmış mı gece diye. Eğer yağmışsa o kadar mutlu olurduk ki hala beyaza bürünmüş bir çam ağacı görsem aklıma o parkın görüntüsü gelir.
Aynı zamanda kedimin anlamlandıramadığı doğa olayıdır da. Yavruyken ilk kar yağdığında yere korka korka basıyordu, şimdi yerde görmeye alıştı ama yağarken penceremin önüne oturdu uzun uzun izledi meraklı gözlerle :)
birkaç kısa filmden sonra ilk uzun metraj için kollarını sıvamış senarist ve yönetmen emre erdoğdu'nun 2017'de vizyona giren filmi. uluslararası adana altın koza film festivali ve siyad'dan birçok ödül almış. erdoğdu bolulu. filme adını veren de, bolu'nun karlı doğası.
film, antalya'da ergenliklerini geçiren bir grup lise talebesi ve çevresindekilerin hayatını konu alıyor. sözlük anlamıyla uyumsuz* olan bu topluluğun uyuşturucu, alkol, ipsiz sapsız olma, geleceğe dair hayaller kuramama, eğitimi önemsememe, yok olmaya çalışma ve toplum içinde adeta görünmez olmaya çalışmaları ile böylelikle ortaya çıkan toplumsal kimliğe sahip olamamalarına dair can çekişmelerini izliyorsunuz. erdoğdu'nun kısa film olarak nitelendirilmeyen, yaklaşık 1 saatlik insanlık tarihinin ilk günü filminde de uyuşturucuya bağlı zaman hissini kaybetmekten bahsediliyordu. kar'ın özellikle başrol karakterlerindeki zamansızlığı da gözlemlemek mümkün. bu iki film arasında da 2 yıl mevcut.
erdoğdu'nun varoşun her yerde ve her şekilde var olabileceğine dair güçlü öngürleri var. bu hikaye antalya'da değil, belgrad'da geçseydi, hakkında uluslararası festivallerde "new serbian underground gem" şeklinde bahsedildiğini okuyabilirdik. hikayenin fazlasıyla illegalin içinde yer alması, genelgeçer izleyiciye "ben bunu izlemem" tepkisini verdirebilir. zaten filmin açılışından başka hiçbir sahnede yer almayan karın da metaforik olarak uyuşturucuya benzetilmesinin kökü buradan geliyor bence. erdoğdu, kendi kimliğini bulmak için çok geç, hayatın dişlileri arasında sıkışıp acı çekerek olgunlaşmak için ise bol bol vakitleri olan gençlerin hayatını tam ortalarına attığı, bomba etkili ali karakteriyle veriyor. "kötü mü iyiyi değiştirebilir, yoksa iyi mi kötüyü?" paradoksunu klişe bir başlangıçla ama etkili bir şekilde izleyiciye vermesi, filmi beğenenlerin şaşkınlıklarını gizleyememelerindeki temel neden. küçük bir uyumsuzluğun dev aynalarında büyütüldüğü, fantastik hayatların gerçek gibi pazarlandığı günümüz filmlerinde ve sikko lise dizilerinde, kar'ın önemsediği "yokluktan doğmak da, o yoklukta ortadan kaybolmak da mümkün" mottosunu alabilmek ise imkansız.
kuzey güney'de 80 bölüm, medcezir'de 70 küsur bölüm yer alarak ünlenmiş hazar ergüçlü filmin temel direği. ahlat ağacı için seçmelere girmesini, kar'da canlandırdığı müzeyyen karakterinden etkilenen nuri bilge ceylan'ın teklif ettiği ile ilgili birkaç şey okudum. atarlı-giderli karakterleri iyi canlandırabiliyor, ağzından küfür eksik olmayan ergenlerin dış görünüşüne de sahip. reha erdem filmi korkuyorum anne'de 8 yaşındaki halini gördüğümüz ozan uygun'un filmdeki iyi kontenjanını enine boyuna doldurduğunu söylemek mümkün. filmin son çeyreğinde kötünün etkisiyle özünü bulması seyirciye bu denli çarpıcı verilebildiyse, kurgu kadar, uygun'un iyi oyunculuğunun hakkını da vermek lazım. karadayı ve çukur gibi ünlü dizilerde yer almış halil babür'ün "mahallenin ipsiz sapsızı" rolü gerçekten başarılı. hemen hemen herkesin yetiştiği mahallelerde en az 1 adet olmak üzere bulunan bu tiplerden birini gayet gerçekçi canlandırmış; bir süre sonra hazerhan'dan tiksinmeye başlarsanız, siz de bu gerçekçilikten etkilenmişsiniz demektir. iki aile dizisinde henüz 15 yaşında olan doğaç yıldız'ın da hem yakışıklı hem piç olabilen ergen rolü kendisine cuk oturmuş. "ülkenin charlotte gainsbourg şubesi" olmasını istediğim arsevi özkurt, sevimli ama her türlü itliği de yapabilecek, korkutucu bir güzelliğe sahip nazlı bulum, şimdilerde ünlenmiş serhat parıl ve her zaman yan rollerde görmeye alıştığımız ümit çırak filmin ana karakterlerini canlandırıyor.
başarılı bir ilk film bu. küfür, cinsellik, uyuşturucu, kenar mahalle hayatı, paramparça aileler ve bu ailelerin çocuklarının yaşama tutunma çabaları ile aniden değişen koşullara ayak uydurmaları beklenmeyen, durağan olmayı uyumsuzluğa dönüştürmüş bireylerin gelişim dönemlerindeki bütün hatalarının sonuçlarını sadece ve sadece kendilerinin çekiyor olmasını erdoğdu, tüm çıplaklığıyla; sokağı ekrana yansıtarak başarmış. filmin etiketi 18 yaş üstü. bunun nedeni cinsellik değil, her cümle sonunu küfürle bitiren, uyumsuz, yitik ergenlerin acınası olduğu kadar, kimi insan için özenilecek ayrıntılar barındıran hayatlarını izliyor olmanızdır. bence bir şans verin.
kardır yağan üstümüze geceden, yağmurlu, karanlık bir düşünceden, ormanın uğultusuyle birlikte ve dörtnala dümdüz bir mavilikte kar yağıyor üstümüze, inceden.
sesin nerde kaldı her günkü sesin? unutulmuş güzel şarkılar için bu kar gecesinde uzak bir yoldan, rüzgar gibi ta eski anadolu'dan sesin nerde kaldı kar içindesin?
ne sabahtır bu mavilik, ne akşam, uyandırmayın beni, uyanamam. kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, allah aşkına, gök, deniz aşkına, yağsın üstümüze kar buram buram.
buğuldukça yüzü her aynanın, beyaz doğusunda bu saf rüyanın, göğe uzanır, tek-ü tenha bir kamış. sırf unutmak için, unutmak ey kış! büyülü yalnızlığını dünyanın.
ingilizcesi snow, fransızcası neige olan bir doğa olayı nesnesi. yağdığında kim bilir neden, manevi olarak ortama bir ağır çekim havası ve dingin bir neşe verir.
"kar yağarsa mikroplar kırılır" gibi kısmi bir şehir efsanesine konu olan doğa olayı. hazır cumhurbaşkanı da dünkü akp kongresinde dile getirmişken, doğruluğuna göz atalım. çoğumuz büyüklerimizden duymuşuzdur. çocuklar kar yağdığında kar sevinci yaşarken özellikle anneanneler ve babaanneler yaşasın mikroplar kırılacak diye sevinirdi. zannedersin ki gökten deterjan çamaşır suyu yağıyor.
artık hepimiz pandemi yüzünden açık havanın önemini anladık bence. aynı şey burada geçerli. tüm zamanınızı buz gibi havada dışarıda geçiriyorsanız, evet mikrop kapma riskiniz büyük ölçüde azalıyor. ama maalesef artık büyük bir çoğunluk büyük şehirlerde, kapalı ortamlarda kalıyor. yani dışarıda kırılan mikrobun size bir faydası olmuyor çünkü mikrobu taşıyan kişi sizinle birlikte lebalep ortamlarda kapalı kalıyor. ayrıca soğuk havada insanların direnci düşer, hastalığa daha açık hale gelirler. kaldı ki birçok mikroorganizma, olumsuz koşullar altında uykuya yatıp kendini uzun süreler boyunca korumaya alabilecek yeteneğe sahip.
sadede gel lachatte: kar yağışının insanların hastalanması söz konusu olduğunda mikroplar üstünde pek bir etkisi olmaz.
ankara'da artık insanın ayarlarını bozma noktasına getirmiş hava olayı.
kendimi toronto'da bir yaşamın simülasyonunun içinde sanmaya başladım. kanada'da yaşam alıştırma rehberi gibi.
bu nedir?
istanbul'da sıkı 3 gün yağdı, uçaklar kalkamadı, yollar kapandı, okullar tatil falan... anlıyorum kolay değil ama;
aga biz 3 aydır her gün bata çıka, kaya kalka işe güce, okula gidiyoruz, devamlı yağıyor, devamlı yağıyor... sesimiz çıkmıyor diye sanmayın ki kuru kuru oturuyoruz.
her gün yağıyor, her gün.
dün hava durumuna bakarken ankara için "sağanak kar yağışı" diye bir şey gördüm.
o kadar saçma sapan bir hal aldı ki, kıçımızdan yeni tanım uydurduk, o derece.
yağdı yağacak, geldi gelecek, her yer karlarla kaplanacak, hayat felç olacak... diye diye yerde 1 kar tanesi bile görmeden okulları sürekli tatil ettikleri doğa olayı.
ben senin yağıp da yolları kapatabilme ihtimalini sevdim.
En son herhalde çocukluğumda yaşadığım yerde gördüğüm şey.
Onun dışında kar hep yağıyordu, lise okuduğum yerde kartopu, karda kaymalar ile geçti ama memleketimde uzun süredir tutan bir şekilde yağmamıştı. Ne güzelmiş onun soğuğunda sıcak evde uzanmak..
Bir de beni lise yıllarına götürdü, taş kalbim azıcık çözülüp melankolik oldu.
kendisi değil, soğuğu insanı hayattan soğutan doğa olayıdır.
değil birkaç yıl önce, neredeyse 35 yıldır merkezi yerlerine öyle lapa lapa kar yağmamış olan şehirlerde yaşayanlar (sana da selam antalya) "abi, burası geçen haftadan beri çok soğuk" dediğinde millet gülüyor ve "olm, sizin orda hava 10 dereceye düşse siz üşürsünüz lan" diyor. dün izmir'de meteorolojinin söylediği hava sıcaklığı 8 dereceydi ama hissedilenin en az -2, -3 olduğuna eminim ben. "nemli ayaz" diye bir şeyi hayatında görmemiş iç anadolu bebelerinin ağızlarının yüzlerinin kaydığı, sürekli akan burunlarını silmekten konuşamadıkları, "gel de şu parkta 2 bira içek" davetine karşılıksız kalmamayı seçip sonra da "olm ben parmaklarımı hissetmiyorum" diyerek resmen ağladıkları bir rüzgardan bahsediyorum. dünkü hava böyleydi; ben güneş battıktan sonra 1 saat kadar dışarıda ve sabit durumdaydım. ellerimin morarmaya başladığını eve dönerken anladım ama bira da elimdeydi halâ mesela =) en büyük sıkıntı, sarma sigara içiyorsanız sigaraya başladığınız güne küfürler ettiğiniz an oluyor. parmak beyinden gelen komutu yerine getiremiyor, küçücük kağıdı döndüremiyor falan. üstüne, bir de, dudakların donmuş, dilin dışarıya çıkıp kağıdı yalamak da istemiyor =) beyin ayrı, vücut ayrı havalarda resmen. sen bir de bu durumdaki beyni alkolle uyuşturup vücudu doğru yönlendirmesini istiyorsun: "challenge accepted" diyemeyen bir beyni, evet.
sırf yıllardır izmir'de kar görmüyor diye "bu sene 'kışın' annemleri görmeye gidip kar görücem lan artık, yeter" diyen insanlar var olm. kar güzel ama soğuğunu haftalarca çekip sonrasında hayatınızı normal düzenine döndürmeye uğraşmak büyük sıkıntı. influenza hazır azıtmışken, üstüne bir de nefis bir sos olarak kar soğuğu istememek gerek. mikail; lütfen insaflı ol artık ve o karı izmir'e düşür. bıktık yüz felci geçirten sürekli ayazdan biz olm! lütfen ya.
An itibarıyla Mersin'de deniz seviyesine mikron büyüklüğünde yağan tanecikler. Çocukluğumdan bu yana ilk kez gördüm. Gece de devam ederse belki bir umut tutabilir.