1. Soğuk savaş döneminde abd tarafından üretilen çevreleme politikasının, komplo teorisi denen ancak buz gibi gerçek olan ve bu çevreleme politikasının bir uzantısı olan bir proje.

    Aslında bu projeyi Siyasal İslam'ı yazdığım şu girdide hızlı hızlı biraz biraz anlatmıştım. şimdi de bunu bunu türkiye'yi merkeze alarak diğer ülkeleri fazla katmadan, elimden geldiğince anlatmaya çalışayım dedim.

    2. Dünya savaşının ve sonuçlarının ne kadar kötü olduğunu hepimiz biliyoruz. Hemen ardından girilen 2 kutuplu dünya düzeninde, bu iki kutbun aman nükleer bomba yerim korkusuyla birbirleri ile doğrudan savaşmadığı ancak çakalca yöntemlerle birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalıştığı bir ortam oluştu, buna da dedik. İşte bu çakalca olan yöntemlerden birisidir yeşil kuşak projesi.

    Yeşil kuşak projesi’nin temel hedefi, sovyetler Birliği’nin güney sınırlarını ve komşu ülkelerini ideolojik ve jeopolitik açıdan baskı altına almaktı. SSCB, resmî olarak ateist bir devlet olduğundan, ABD bu durumdan yararlanarak İslam’ı bir araç olarak kullanmayı seçti ve Orta Asya, Orta Doğu ve Güney Asya’daki Müslüman nüfusun SSCB sınırlarında etkili olmasını sağlamak için bu bölgelerdeki radikal islamcı grupları hem parasal hemde silah ile desteklemeye başladı. 1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından, ABD mücahit grupları silahlandırarak ve eğiterek doğrudan destek sağladı ve Bu destekler, Pakistan, Suudi Arabistan gibi ülkeler üzerinden organize edilmiş ve CIA’in operasyonlarıyla koordine edildi.

    Peki Türkiye'de bu proje nasıl hayata geçti? Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, Batı bloğu ile Sovyetler Birliği arasında bir "cephe ülkesi" olarak büyük stratejik öneme sahipti. NATO’ya 1952 yılında katılan Türkiye, hem Sovyet sınırında tampon bölge oluşturuyor hem de İslam dünyasına açılan bir kapı olarak görülüyordu. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında, ABD Türkiye’yi sadece bir askerî müttefik olarak değil, aynı zamanda İslam dünyasında liderlik rolü üstlenebilecek bir ülke olarak değerlendirdi.

    Türkiye’nin laik yapısı, ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi’nde bazı zorluklara yol açtı. Böyle bir ülkeden diğer islamcı ülkeler için rol model bir ülke olamazdı. Ancak özellikle 1970’lerden itibaren ABD’nin İslamcı grupları destekleme stratejisi, Türkiye’de de etkilerini göstermeye başladı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, Türkiye’de İslam’ın toplumsal ve siyasal alandaki rolü artırıldı. Çünkü Türkiye herhangi bir islam ülkesinden ziyade daha çok batılı bir devlete benziyordu.

    1970’ler, Türkiye’de siyasal İslam’ın örgütlü bir hareket haline geldiği yıllardı. Bu dönemin en önemli figürü, liderliğinde kurulan Hareketi olmuştur. Erbakan, İslam dünyasını birleştirme hedefiyle Türkiye’nin Batı yanlısı politikalardan uzaklaşmasını ve İslami değerlere dayalı bir ekonomik ve siyasal düzen kurulmasını savunuyordu. İlk önce Milli Nizam Partisi (MNP): 1970 yılında kuruldu. Bu parti, kısa süre içinde laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle kapatıldı. Daha sonra Milli Selamet Partisi (MSP): 1972’de MNP’nin devamı olarak kuruldu. Bu parti, siyasal İslam’ın etkili bir şekilde siyasal alanda temsil edilmesini sağladı. 1974’teki Chp-MSP koalisyonu, İslamcı bir partinin ilk kez iktidar ortağı olması açısından önemliydi. Abd ve bütün Avrupa'nın karşı çıkmasına rağmen, 'in dirayeti sayesinde yapılan Kıbrıs Barış Harekatı'nı, Erbakan kendisi yaptırmış gibi davranarak, kendisini ve savunduğu ideolojinin öne çıkmasını sağlamaya çalışıyordu. Ancak şöyle bir şey var; daha 5 yıl önce, Erbakan'ın savunduğu güruha bağlı olan bir grup (Milli Türk Talebe Birliğ), ki bu grubun içinde daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olacak olan Abdullah Gül de var, Boğazda demirleyen 6.Filoyu kıbleleri sayıp namaz kılmışlardı! Kıbrıs Barış Harekatı yüzünden büyük bir ambargo altında kalan Türkiye'de, siyasal islamcıların bugün dahi kullandığı "tüp kuyrukları, yağ kuyrukları" oluşmaya başlamıştı, ekonomi kötüye gidiyordu. İlk başta Kıbrıs barış harekatını kendisine màl etmeye çalışan Erbakan, uygulanan ambargolar yüzünden ekonominin kötü gitmesini bilmesine rağmen Ecevit hükumetine cephe almaya başladı.

    Erbakan ve lideri olduğu ideoloji hakkında benim anlamakta zorlandığım bir şey var o da şu; Milli Görüş hareketi, 1970’lerden itibaren Batı karşıtı söylemlerini merkeze alan bir ideolojik çerçeve çizmiştir. Necmettin Erbakan’ın liderliğinde şekillenen hareket, Batı’yı ve özel olarak ABD’yi, İslam dünyasını sömüren emperyalist bir güç olarak tanımlamıştır ve Erbakan, "Batı medeniyeti"nin kapitalist, materyalist ve sömürgeci olduğunu savunmuş ve bunun karşısında bir "İslam Birliği" (İslam Ülkeleri Ortak Pazarı, İslam Dinarı gibi projeler) inşa edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu vizyon, ABD’nin bölgedeki çıkarları ve Soğuk Savaş dönemi politikalarıyla doğrudan çelişmiştir. Ancak her ne hikmetse Milli Görüş hareketinin, yukarıda bahsettiğim çerçevede hayata geçirdiği hareketlerin hepsi Abd'nin Yeşil Kuşak Projesine ve BOP(büyük ortadoğu projesine) Türkiye siyasetinde ve toplumunda alan açmayı başardı! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu arkadaş! Hem "Abd tü kaka" de hemde ülkendeki diğer emperyalist karşıtı gruplara cephe al! Bunu anlamamı zorlaştıran şey ise bu yıllarda Milli Görüş Hareketi ile Abd ya da diğer batılı ülkeler arasında doğrudan bir bağlantı kuramamam. Bir ilişkileri olduğuna dair bir belge, kanıt vs. yok, kör göze parmak sayılabilecek bir olay yok. Yani kesin bir ifade ile Erbakan ve Milli Görüş Abd projesiydi diyemiyorum. Belki gerçekten bir projeydi ve danışıklı dövüşüyorlardı, belki tesadüfi bir şekilde Milli Görüş bu projeye alan açıyordu.

    1980'ler ise ülkede bazı şeylerin gerçekten planlandığı ve hayata geçirildiğinden şüphe duymayacağımız yıllar olarak karşımıza çıkıyor. 12 Eylül Askeri darbesini ve ülkeyi o sürece sokan olaylardan burada bahsetmeyeceğim, başka bir yazının konusu onlar. ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi'nin Türkiye'deki en görünür etkilerinden biri, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi sonrası dönemde ortaya çıktı. Darbe, yalnızca bir "sola karşı temizlik operasyonu" değil, aynı zamanda yeni bir ideolojik düzen inşasıydı. O dönemde ABD'nin çıkarlarına uygun bir şekilde şekillendirilen bu ideolojik düzenin adı: Türk-İslam Sentezi.

    Türk-İslam Sentezi, kısaca; Türk milliyetçiliğini ve İslam'ı harmanlayan, "bizim çocuklar"ın eliyle sistemleştirilen bir devlet politikasıydı. 12 Eylül'ü yapanlar, Türkiye'nin o dönemdeki güçlü sol hareketlerini zayıflatmak ve "komünizm tehlikesini" bertaraf etmek için dini ve milliyetçi değerleri ön plana çıkaran bir devlet politikası inşa ettiler. Darbe yönetimi sonrasında kurulan her hükumet de (Son Bülent Ecevit hükumeti hariç) bu politikayı destekleyecek hareketlerde bulundular. Bu darbe, yalnızca sol hareketlerin bastırılmasıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr değerlerin yükseltilmesi için bir ideolojik yeniden inşa süreci başlatmıştır. Bu bağlamda, Türk-İslam Sentezi, ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi ile uyumlu bir şekilde, toplumu şekillendiren ana unsur haline gelmiştir.

    12 Eylül sonrası dönemde din dersleri anayasal olarak zorunlu hale getirilmiş, İmam Hatip okullarının sayısı artırılmış ve İslami referanslar eğitim sistemine entegre edilmiştir (Kaplan, 2006). Bu süreç, ABD'nin Yeşil Kuşak stratejisi ile paralel bir şekilde, genç kuşakların komünist ideolojiden uzak tutulması ve İslami değerlerle şekillendirilmesi amacına hizmet etmiştir. Yine bu yıllarda, Türk-İslam Sentezi’nin medya ve kültürel alandaki etkisi de oldukça belirleşmeye başladı. Milli ve dini temalara vurgu yapan televizyon programları, radyo yayınları ve gazeteler, bu ideolojinin toplumsal alanda güç kazanmasını sağladı. ABD’nin desteklediği İslamcı grupların kültürel üretimleri bu dönemde ivme kazandı. ABD’nin “ılımlı İslam” stratejisi doğrultusunda, özellikle Fetö bu dönemde güç kazandı. Darbe sonrası ortam, cemaatlerin eğitim ve sosyal alanlarda daha fazla örgütlenmesine olanak sağladı. Fetönün ilk okulları bu dönemde kurulmaya başlandı. Bu okullar, hem dini eğitimi teşvik ediyor hem de modern eğitim araçlarıyla genç kuşaklara hitap ediyordu.

    Bu dönemde Turgut Özal liderliğinde uygulanan neoliberal politikalar, ABD’nin Yeşil Kuşak stratejisiyle de uyumlu bir şekilde, Türkiye’nin ekonomisini küresel sisteme entegre etmeyi amaçlıyordu. Neoliberal politikalar, Türkiye’de cemaatlerin ekonomik alandaki etkisini artırdı. Özal dönemi, dini cemaatlerin ekonomik olarak güçlendiği bir dönemdi. Cemaatlere ait iş insanları, bu dönemde yeni ekonomik düzenin en büyük kazananları arasında yer aldı. Ancak, neoliberal politikalar aynı zamanda toplumsal eşitsizlikleri artırdı ve sosyal adaleti zayıflattı. Bu durum, dini cemaatlerin sosyal yardım faaliyetleri üzerinden daha fazla güç kazanmasına yol açtı. ABD’nin Yeşil Kuşak stratejisi açısından, cemaatlerin bu rolü, toplumun İslamcı değerlere daha fazla yönelmesini sağladı.

    1990'lı yıllar is Cemaatlerin ve Siyasal islamın yükseliş dönemi olarak değerlendirebiliriz. 1990’lar, Soğuk Savaş’ın sona erdiği ve ABD’nin dünya siyasetinde tek kutuplu bir lider olarak öne çıktığı bir dönemdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Yeşil Kuşak Projesi'nin temel hedefi olan komünizme karşı mücadele de geçerliliğini yitirdi. Ancak bu dönemde ABD, Yeşil Kuşak stratejisini bir başka biçimde yeniden tanımlayarak, İslam dünyasında kontrol edilebilir ve "ılımlı İslam" unsurlarını desteklemeye devam etti. Niye etmesin di ki? Dünyayı kontrol altında tutmak için onlara yeni bir korku vermek gerekiyordu. Komünizm bitti yerine "İslami terör" geldi. Zaten ellerinde Afganistan iç savaşında kullandıkları "El Kaide" ve "Taliban" gibi iki tane aşırı kullanışlı terör örgütü vardı. 11 Eylül'e kadar uzanacak bu süreçte Türkiye'den islam ülkeleri için rol model ülke yaratılmaya çalışıldı.

    Refah Partisi, 1990’larda ekonomik krizler, toplumsal eşitsizlikler ve laik sistemin yarattığı memnuniyetsizliklerden faydalanarak hızla yükseldi. Parti, özellikle dar gelirli ve muhafazakâr kesimler arasında büyük destek buldu. RP’nin kullandığı “adalet” ve “maneviyat” temalı söylemler, Batı karşıtlığını ve İslamcı dayanışmayı ön plana çıkarıyordu. Ancak burada çelişkili bir durum var: Erbakan ve Refah Partisi söylem düzeyinde ABD ve Batı karşıtıydı. Erbakan, Batı’nın sömürgeci politikalarına ve kapitalist sistemine sert eleştiriler yöneltiyordu. Örneğin, “İslam Birliği” fikrini savunarak, ABD’nin bölgedeki etkisini kırmayı hedefleyen bir vizyon ortaya koydu (Erbakan’ın İslam Ortak Pazarı ve İslam Dinarı projeleri gibi). Buna rağmen, Siyasal İslam’ın bu yükselişi, ABD’nin Türkiye’de Yeşil Kuşak Projesi ile oluşturduğu ideolojik ortamdan bağımsız düşünülemez. Siyasal islam batı ile kavga ediyor gibi görünmesine rağmen toplum mühendisliği arka planda çatır çatır çalışıyordu.

    Türkiye’de laik-muhafazakâr gerilimin en yoğun hissedildiği yıllardı. Refah Partisi’nin yükselişi ve 28 Şubat Süreci, toplumun bu iki kutba bölünmesine neden oldu. 1990’larda üniversitelerde ve kamusal alanda başörtüsü yasağı, laiklik-muhafazakârlık geriliminin sembolü haline geldi. Bu tartışmalar, Türkiye’nin toplumsal dokusunda derin izler açtı. Refah Partisi’nin 1996’da iktidara gelişi, Türkiye’de laik düzenle Siyasal İslam arasındaki gerilimi açıkça ortaya çıkarmıştı. Refah Partisi’nin İslam Birliği, faizsiz ekonomi gibi projeleri ve Batı karşıtı söylemleri, orduyu ve laik kesimleri rahatsız etti. Erbakan’ın İslamcı hareketleri açıkça destekleyen söylemleri, Türkiye’de laik düzenin tehdit altında olduğu algısını güçlendirdi. Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin düzenlediği bazı etkinlikler, askeri çevrelerde alarma yol açtı. Özellikle Sincan’daki Kudüs Gecesi, Refah Partisi’nin laikliğe aykırı faaliyetlerinin bir sembolü olarak gösterildi. Bu gece sonrası, tanklar Sincan sokaklarında yürütülerek, askeri vesayetin gücü açıkça ortaya kondu. 28 Şubat MGK toplantısı sonrası, Erbakan’a bir dizi sert öneri sunuldu. İmam Hatip Okulları’nın etkisinin azaltılması, tarikatlara karşı önlemler alınması, ve kamusal alanda dini sembollerin yasaklanması gibi kararlar alındı. Bu süreçte, Refah-Yol Hükümeti yoğun bir baskı altında kaldı ve 1997’de Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. Refah partisinin kapatılması ise Akp'nin ve diğer islamcı partilerin, muhafazakar kesimin, duygularını sömürmek için kullandığı bir araç haline geldi. "Beyaz Türkler"in yapmış olduğu bu muhtura şansa bakın ki ters tepti ve toplumu daha muhafazakar bir kimliğe bürüyecek bir katalizör haline geldi. Bütün bunlar yaşanırken aydınlık dergisinin 1996 yılında attığı şu manşet ise 2000'lı yıllarda yaşayacaklarımızın bir habercisi oldu diyebiliriz. 2000'li yıllarda ise neler yaşadığımızı hepimiz biliyoruz zaten. :)

    Buraya kadar anlattıklarım işin siyasi ayağı bir de bunun cemaatler düzeyinde toplumsal ayağı var. Hepimiz biliyoruz ki 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu ile tarikatlar ve tekkeler resmen yasaklandı. Ancak bu durum, dini yapılanmaların tamamen sona ermesi anlamına gelmedi. Tarikatlar, özellikle Nakşibendi tarikatı gibi köklü yapılar, "cemaat" formuna dönüşerek faaliyetlerini devam ettirdi.Cemaatler, illegal değil ama görünür olmayan bir şekilde faaliyet yürütmeye başladılar. Bu süreçte, bireysel dini eğitim ve vaazlar gibi yollarla toplumsal etkilerini korudular. 1950’lerden itibaren, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal değişimlerle birlikte cemaatler tekrar etkili hale geldi. Özellikle döneminde dinin kamusal alandaki görünürlüğü artarken, cemaatler yeniden organize oldu. Bu süreçte, dini gruplar hem sosyal hem de siyasi anlamda daha fazla hareket alanına sahip oldular. Bu dönemde dini özgürlüklerin genişletilmesiyle birlikte, cemaatler toplumsal alanda daha görünür hale geldi. İmam-hatip okullarının açılması, dini yayınların yaygınlaşması gibi adımlar cemaatlerin genişlemesine zemin hazırladı.Bu yıllar, Soğuk Savaş etkisiyle, özellikle İslami hareketlerin komünizme karşı bir araç olarak kullanıldığı bir dönemdir. Cemaatler, bu dönemde daha fazla destek gördü ve etkilerini artırdılar.

    , , , , Fetö ve irili ufaklı bir çok sözüm ona cemaat olan ama aslında tarikat olan bir sürü yapılanma peydahlanmaya başladı. Bu tarikatların eğitim ve ekonomi üzerindeki etkileri o kadar büyük ki günümüzde milyarlarca dolarlık gelirleri olduğunu biliyoruz. Ancak bu tarikatlar yapıları itibariyle şeffaf olmadıkları için bu parayı nasıl kazanıyorlar belli değil. Dini eğitim ve sosyal dayanışma açısından toplumsal yaşamda önemli roller üstlendiklerini belirtmelerine rağmen cemaat okulları ve yurtlarında gencecik çocukların üzerlerinde nasıl etkileri olduğu da hepimizin malumu. Dikkatten kaçılmaması ve asla unutulmaması gereken asıl şey bu sırtlanların fakir ve yoksul aileler üzerinde etkili olduğu. Çünkü bu ailelerin bireyleri evlerine sıcak yemek götürebilmek, çocuklarının daha iyi eğitim alabilmesi için, devletin boş bıraktığı alanlarda faaliyet gösteren bu sırtlanlara el açmak zorunda kaldı ve el açmak zorunda kalmaya devam ediyor. Siyaset yüzünden zaten kutuplaşmaya başlayan toplumumuz bir de bu asalaklar yüzünden daha da fazla kutuplaşmaya başladı. Etkilerini de günümüzde iliklerimize kadar hissediyoruz.

    edit: bu yazıyı hazırlarken kullandığım bazı kaynaklar ;
    Fuller, G. E. (1991). The Center of the Universe: The Geopolitics of Islam and the West.
    Yavuz, M. H. (2003). Islamic Political Identity in Turkey.
    Kaplan, S. (2006). Din ve Devlet İlişkileri Üzerine Bir İnceleme.
    Bölükbaşı, S. (1988). Superpower Rivalry and Conflict in the Third World.
    Çakır, R. (2002). Ayet ve Slogan: Türkiye'de İslami Oluşumlar. İstanbul: Metis Yayınları.
    #293092 biri beni silksin | 3 ay önce (  3 ay önce)
    0siyaset terimi 
  2. Eskiden ulusolcu, şu an ulusağcı kısaca ulusalcı denilen, benim Banu avar tayfa dediğim tayfanın ürettiği zırvalardan biri.

    Bu memleketin sağcı, solcu, liberal (!), ATATÜRKçü, besici... Zırvalarından bıktım ben ya gerçekten.
    Aslında her şeyden bıktım, herkesten bıktım. Şunları okudukça eskiden inandığım ninnilerden başka bir şey aklıma gelmiyor. Bir tek ben de doğru değilim. Üstteki yazar arkadaşa da laf soktuğum veya ona yönelik bir şey dediğim yok.
    Sadece kendi düşüncemi paylaşmak istiyorum.

    Ana sorun, iktisadi bağımlılık. kapitalizmin sonunu düşünmek, dünyanın sonunu düşünmekten daha zor geliyor. Ana problemimiz fakirlik, bunların hepsi fakirlikten olan şeyler, maddi fakirlik manevi fakirliği de besliyor.

    G3'e gir dünyada, ne irtica kalır ne bölücülük ne de başka bir aptal problem.
    Mevzu bu başka bir şey değil. Bence bu ülke zengin ve güçlü olmalı, savaşsa savaş, kansa kan.
    Ben problemlere başka bir çözüm olduğunu, artık düşünmüyorum. İnsanlık ileri düzeyde değil ve uzun yıllar sorunun çözümü bu olacak gibi duruyor.

    Olmuyor mu, en güçlü sen ol ki senin problemin olmasın, gerisi fasa fiso başka bir şey değil.

    Ekleme, güçlü ve zengin olursak "ikiyüzlü batı" ağlaklığından da kurtulmuş oluruz. Banane o saatten sonra artık onların kaç yüzü olduğundan.
    #293112 migfer tokmakel | 3 ay önce (  3 ay önce)
    0siyaset terimi