filmin en güzel yanlarından biri de boş zamanlarda gönül eğlemek için izlenebilecek tüketim nesnesi bir film olmaktan ziyade hayatın kendisini sorunsallaştıran bir film olması, filmde gömülü olan ayrıntıların filmi yeniden yeniden izlemeyi zorunlu kılması ve filmi tüketmekten ziyade hakkını vererek ve anlayarak izlemeyi gerektirmesi... bu haliyle fight club, mütemadiyen tüketim toplumu eleştirisi yapan ve bunu yaparken hep ''aynı telden çalan'', zamanla eleştirdiği şeyin kendisini meşrulaştırmanın bir aracı olan sıkıcı ve durağan eserler, ideolojiler vs. ile aynı kefeye konamaz. çünkü bu eleştiriyi yapan eserler, ideolojiler vs. de başlı başına birer tüketim unsurudur ve halihazırda tüketimin kendisi olan nesneler de artık tüketim toplumunun bir parçasıdır... fight club, bu çelişkiyi başarıyla çözümlemiş ve kendisini bir tüketim nesnesi olarak değil, tüketim karşıtı bir felsefe ve kara ütopya olarak var etmiştir. bu haliyle de tüketim toplumu ve kapitalizm eleştirilerinde sonuna kadar tutarlı ve özgündür. (bkz: helal olsun sana helal olsun)
film boyunca tyler durden'ın ağzından sahip olduğumuz ve olabileceğimiz tek şeyin hayat olduğu, ve onun da ''tek kullanımlık'' olduğu, bu yüzden adam gibi hakkını vererek yaşanması gerektiği fikri başarıyla işlenmiştir. anlatıcı yer yer bunu kavramış gibi görünse de film boyunca (beyaz yakalı kişiliğinde temsil edilen) eski sıkıcı hayatıyla (tyler'ın şahsında cisimleşen) macera ve coşku dolu yeni hayatı arasında git geller yaşamaktadır. neticede tüketim toplumunun tam ortasında tüketen (ve her gün ''tüketilen''), her şeyin sıkıcı ve monoton olduğu, sonsuz konfor karşılığında özgürlüğünden sonuna kadar feragat ettiği berbat bir hayatı yaşamaktadır. sorun da budur zaten: konfor tatlıdır ama tatmin vermez... bir şeyler hep eksiktir... eksik olan şey de özgürlüktür... ama gel gör ki ağamız konforun kaymağını yemeye alıştığı için, özgürlüğün getirdiği sorumluluğu almak istememektedir. özgürlüğü içten içe arzulamakta ama özgürlüğün sorumluluğunu almaktan kaçmaktadır. bıçak kemiğe dayandığı zaman, işte bu çelişki onun karakterini ikiye böler ve özgürlüğün sorumluluğunu alan şahsı, tyler durden olur.
tyler durden'ın göze çarpan en önemli özelliği ise özgürlüğüne olan düşkünlüğü ayrıca özgürlüğünü ancak ve ancak dişiyle tırnağıyla kazıyarak elde edebileceğine inanmasıdır. çünkü özgürlük beleşten kazanılmaz, olsa olsa konfordur o... bu yüzden de özgürlüğe ulaşmanın yolu evvela mümkün mertebe ''zorlukla ve acıyla yüz göz olmak'', acı çekerek olgunlaşmak, benim kendi tabirimle ''zorluğu özümsemek''tir. (bkz: beni öldürmeyen şey güçlendirir) ne kadar acı o kadar iyidir tyler'a göre... çünkü ancak o zaman ''sahip olduğumuz''u zannettiğimiz ossuruktan şeyleri siktir edip gerçekte sahip olduğumuz tek şeye yani hayata dört elle sarılırız. ancak böyle hayatın kıymetini gerçekten anlamış olur ve hayatın tadını alırız... işte o zaman da her şeyin kopyasının kopyasının kopyası olduğu matrix'ten çıkar ve gerçeğe döneriz...
yaaa nereden nereye geldik değil mi? başta dedik ya tüketim nesnesi eserlerden değildir, kendini sürekli patlatan bir dinamittir diye... buyur hayrını gör.