Dün farazi bir soru soruldu bana, "ne kadar para verseler kedilerinden vazgeçersin?" ne saçma deyip kaçamadım, bir cevap beklendi nedense. kedilerin ve iletişimde olduğum diğer hayvanların arkadaşlığından para karşılığında vazgeçemeyeceğimi anlattım. psikolojik dengem altüst olur, dedim. duygusal boşlukları para dolduramaz, alkolik olurum valla, dedim. anlayan olmadı.
"neden araba almıyorsun?" diye sormuştu biri vaktiyle, "ihtiyacım yok" demiştim, anlamamıştı. toplu taşımada kitap okuyarak zamanı değerlendirebildiğimi, araba kullanmanın zaman kaybettirdiğini, maddi anlamda da kârlı olmadığını söylemiştim. ne desem tatmin etmemişti. araba bir ihtiyaçtı, o kadar.
Günlerden bir gün bir düğüne katılmak icap etmişti. otogardan karşılayan arkadaş sorgusuz sualsiz gelinin kuaförüne götürmüştü beni. "saç makyaj yaptırmayacağım, neden buraya geldik?" diye sormuştum, "neden ki?" diye şaşırmış, sonra da "sen yine de kızların yanına git de onlarla bir konuş bunu" diye zorla atmıştı arabadan beni.
birkaç yıl önce köye gittim. çimenlere yatmış yıldızlara bakarken dünyayı ne kadar özlediğimi düşündüm. içinde yaşadığım gezegenle fiziksel bir temas kuramadan aylar yıllar geçiyordu. beton ve demir kafeslere hapsolmuş, o kafeslerden başka kafeslere gitmek için çıkıyor, yalınayak toprağa basmadan yaşıyoruz. hayvanlarla hiç iletişim kurmuyor, sadece sömürebildiklerimizle, sömürü türüne bağlı olarak ilgileniyor, kalanların yaşam alanlarını yok etmekte ya da nesillerinin tükenmesini seyretmekte hiçbir sakınca görmüyoruz. insanlarla iletişimimiz yüzeysel ve doğamızdan kopuk. hep bir hesap kitap içindeyiz. gezegene, hayvanlara ve insanlara dokunamadıkça, içimizde devasa bir boşluk peydah oluyor. Ve bu boşluğu doldurmak için satın aldıkça mutlu olacağımız anlatılıyor dört koldan. bu yolda uzak doğu felsefelerini ucuz öğütlere indirgeyip kuantum/enerji vs. saçmasapan isimlerle bezeyip seminerler, sahte aydınlanmalar satıyorlar. hep genç ve güzel görünmemiz gerektiğini söylüyorlar. biz de bu zırvaların hepsine kanıyor, elli çift ayakkabıyla tatmin olamayıp elli birinciyi alıyor, yüzümüzü boyalar sürerek kirletiyor, genç görünmek uğruna bir sürü kimyasalı vücudumuza enjekte ettiriyoruz. (bir doktor arkadaşım bir hastasından bahsetti geçenlerde. kırklı yaşlarının başında olan bu kadın yılda bir hamile kalıyor, birkaç hafta sonra kürtaj yaptırıyormuş. hamilelik nedeniyle yükselen hormonları yüzünün daha genç ve güzel görünmesini sağlıyormuş.)
insan türü olarak hiçbir konuda sınır tanımıyor ve aklımızı giderek kaçırıyoruz. yaşadığımız dünyanın başka türlü bir izahı yok. tükettikçe tükeniyoruz.
bu başlık benim nazarında tam bir fetiş nesnesi. hayatımın tümünü imkanım olsa tüketim toplumunu gözlemlemeye, kavramaya, okuyarak çözümlemeye, detaylarında kaybolmaya hiç düşünmeden harcayabilirdim. hatta ve hatta tanrıcılığa soyunup tüm insanların levh-i mahfuzlarını tek tek incelemek ve tüketimle ilişkisinin kroniğini çıkarmak isterdim. bir zamanlar rousseau'un sanayi toplumunu karşıdan izlediği gibi teleskopumu alıp insan ilişkilerin, davranışları, algılamalarına tüketim güdüsünün nasıl sindiğini gözlemlemeyi umardım. tabii tahmin edersiniz ki dromoloji çağında buna ayıracak pek vakit yok (!?). tüketim toplumu teorisi, bazı isimlere göre değişse de hemen hemen birinci dünya savaşı sonrası öncelikle batı toplumunda hayat bulan ve koca bir yüzyılın bütün veçhelerini kaplayan kültürel kesiti açıklamak için kullanılır. özellikle on yedinci ve on dokuzuncu yüzyıl arasında hızla gelişen teknoloji ve kabul gören rasyonalizm koşulları altında birikim ve üretim tarihte hiç görülmemiş seviyeye ulaşmıştı. stoklarda düzensiz kümelenen onca şeyi harcamak (tüketmek) şart olmuştu ki döngü kesintiye uğramasın.
tüketim toplumun ilk evresinde toplumun geniş kesimlerinin tüketime adapte edilmesi, kitlesel tüketimin garanti altına alınması, tüketimin toplumun doğal bir özelliği olması yönünde sistemli çabalar görülür. ortalama 1960'lara kadar sürecek olan bu evre, otomobilden dayanıklı tüketim mallarına büyük ölçüde hala kullanım değerinin bir nebze baskın olduğunu söyleyebileceğimiz ama temelde ihtiyaç yaratmayı ve ihtiyaçları manipüle etmeyi hedefleyen bir mantığın kontrolündedir.
tüketim toplumun ikinci evresinde ise nasıl tüketeceğini öğrenen toplum, bu kez farklılaşma ve adiyet kurma odağına çekilir. burada aslında kapitalizmin iktisadi ve politik dönüşümünü uzun uzun anlatmak lazım ama bence "kullanım değerinin önemi hızla azalırken değişim değerinin önemi de o denli artıyordu" diyerek özetleyebiliriz. metaya piyasada biçilen değer çeşitleniyor ve yükseliyordu. daha açık olmak gerekirse metanın maddi ve somut faydası değil sembolik faydasının ya da anlamının kıymete binmeye başladığı yavaş yavaş görülüyordu. sembolik fayda çok çok genel tabirle metaya toplumsal ve tarihsel düzeyde eklenen soyut katkıdır. buna, belli markaları tercih ederek sosyal statüyü somutlaştırma örneğini verebiliriz ya da otomobil tercihinin kişiye prestij kazandırmasını. bu evrenin toplumunda her şey gösteriye dönüşür, her şey sergilemeyle ilgilidir, dramaturjik kişilikler vardır.
tüketim toplumun üçüncü evresini 1990'lardan itibaren açtık, çoğumuz bu dalganın içinde yaşadık, yaşıyoruz. önce tüketim formasyonu alıp daha sonra tüketimi temel prensibi olarak kodlayan toplum, bundan böyle tüketimin kendisi oldu. tüketim toplumunun bu aşamasında toplumun özünde tüketim haricinde pek bir şey kalmamıştır. toplumu oluşturan parçalar, parçaların birbiriyle ilişkisi, parçaların temsili birer tüketim nesnesidir. toplumu bir arada tutan da ayrıştıran da tüketimdir. hangimiz şu anda neyi tüketiyoruz, kim bilir. ama bir şey(ler)i tükettiğimiz konusunda neredeyse hiç şüphe yok.