bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
ruandil yakınlarındaki köhne bir handı buluşma yeri. kushat'ın sağlıklı olduğu dönemlerde gezginler ve tüccarlarla dolup taşan hanın soluk aynaları bu sonbahar günde bir tane bile yeni yüz yansıtmaz olmuştu. Topal Zoltan ve kızlarının tek geçim kaynağı olan han, köylüler de olmasa, onları aç bırakacaktı.
Hanın ahşap kapısının önünde birleşen üç yol vardı. Doğuya uzanan molead yolu ile kuzeye uzanan ruandil yolu hala görülebiliyordu ama güneydeki reoven yolu artık neredeyse tamamen yok olmuştu. Ruandil'i çevreleyen orman eski yolu yavaş yavaş yemiş bitirmişti.
Yorgun atının sırtındaki savaşçı, uzun süredir hiç nal izi görmemiş yoldan, sakin adımlarla hana geldi. İki katlı ahşap binanın avlusunda, eski güzel günlerdeki gibi, gelen yolcuların atlarını ahıra götürmek için bekleyen birisi yoktu. Olduğu zamanlarda bile Anlet böyle bir hizmete hiç gereksinim duymamıştı. oredron özel bir attı, sahibi çağırdığında onu almaya gelir, o handayken kendi başının çaresine bakabilirdi. Yine de bu topraklara huzurun hakim olduğu günleri anımsayan genç kadın hüzünlenmişti.
Oredron'un yelesini okşayıp, kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonra bir kaç basamakla ulaşılan kapıya yöneldi. qwalin anlet hanın gıcırdayan kapısını açıp güneş ışığıyla birlikte içeriye adımını attığında, han müdavimlerinin kafaları bir emir almışçasına kapıya çevrildi. İçeriye dolan aydınlıkla gözleri kamaşan köylülerin arasında hayatta kalan olsaydı o günü anlatırken kullanacakları ilk cümle şu olacaktı: "Dünya üzerinde bulunan en güzel kadın bizim köyümüze gelmişti" Kapı Qwalin'in arkasında tiz bir melodi ile kapanırken, hiç kimse, yüreklerinde hissettikleri ışığın sebebinin kapının ardındaki güneş mi yoksa içeriye giren yabancı mı olduğuna karar veremedi. Yirmili yaşlarının başındaymış gibi görünen uzun boylu genç kadının sırtındaki kahverengi pelerinin üzerine uzanan düz siyah saçlarının parıltısı yanında, pelerinin gizlediği gümüş zırh sönük kalıyordu.
Genç kadın yürürken zırhının ağırlığı altında gıcırdayan ahşap zemin dışında kimse ses çıkartmaya cesaret edemiyordu. Sanki hepsi, ses çıkartırlarsa büyünün bozulmasından ve bu muhteşem güzellikten mahrum kalmaktan korkuyordu.
Yabancı, handaki diğer müşterilerden uzak olan, köşedeki masaya doğru ilerlerken, birden durup hızla arkasına döndü. Kendi rüzgarıyla açılan pelerinin gizinden kurtulan parlak zırhın ince bel kısmından aşağıya doğru uzanan keskin kılıcın soğuk görüntüsü ile iki zeytin tanesi gibi duran simsiyah gözlerdeki ürkütücü ifade içerideki herkesin sessizliğini bozmaya yetti de arttı. Bir süre daha kıpırdamadan duran Qwalin, her şeyin normale döndüğünden ve kimsenin kendisiyle ilgilenmediğinden emin olduktan sonra yine zemine şarkılar söyleterek yürüdü ve boş masaya oturdu.
Yeni müşteriden sipariş alma görevini Zoltan minik kızlarına bırakmadı. Cesaret edebildiği kadar yaklaşıp, genç kadının insanı kendinden geçiren sesi ve siyah gözlerinin büyüsüne kapılıp kaybolmamaya çalışarak işini bitirdi. Kızlarına: "Tavuk, ekmek ve su getirin hemen!" diye seslenirken; Qwalin'in gözlerindeki insanın içine yaşama sevinci dolduran bakışları bu kadar yakından görebilen son insan olacağını bilse, mutlaka biraz daha kalıp doyasıya bakmak isterdi.
Qwalin hana geleli bir saatten fazla olmuştu. Handaki her şey normale dönmüş, hatta sonradan gelen köylüler, çenesi düşük köylüler göstermeselerdi, onu oturduğu karanlık köşede fark edemezlerdi bile. Bu süre içerisinde genç kadın yemeğinden çok kapı ile ilgilenmişti. Kapı her açıldığında siyah incilerdeki merak ve heyecanı hissetmemek imkansızdı. Ne yazık ki o süre boyunca beklediği her kimse, gelmemişti. Köylülerden başka hana gelen giden olmamıştı.
Elbet o gelene kadar. Köylüler torunlarına; "Şeytan dünyaya inmişti!" diye anlatabilirlerdi o anı. Eğer bu mümkün olsaydı.
Reoven efendisi thuruvan'ın neredeyse bütün komutanları korkutucuydu. glomer sanduran, yani Thuruvan'ın sağ kolu ise içlerinde en ürkütücü olandı. Onu daha önce köylüler arasında gören kimse olmamıştı. Yine de onu görür görmez tanıdılar. Çünkü o bir efsaneydi. Bir kabus. Çocuklara anlatılan bir masal kahramanı. Ama en kötüsünden. O yürürken zırhına çarpan belindeki baltasının tınısı bile herkesin ürküp bakışlarını kaçırmasını sağlamıştı.
Glomer kapıda belirdiğinde, Qwalin hiç kimsenin takip edemediği bir hızla yerinden kalkmıştı.
Korkunç görüntüsüne hiç uymayan, insanın kulağını okşayan yumuşak sesiyle "genç Qwalin" diye seslendi dev adam. Köylüler arasında yükselen "Qwalin mi?", "Prenses?", "O bir Anlet" lakırdılarını duymazdan gelerek yürümeye devam etti. Dev ona doğru gelirken, Qwalin de üzeri testere gibi dişlerle kaplı kılıcını kınından çıkardı. Gözlerindeki yaşama sevinci veren bakışların yerini köylülerin daha önce gördüğü o soğuk bakışlar almıştı. Genç kadın; "Torn nerdesin?" diye geçirdi aklından, "Dwain, nerdesiniz?" Yüreğinde hızla büyüyen korku ve endişeye rağmen dimdik duruyor ve donuk bakışları ile kendine adım adım yaklaşan Glomer'i süzüyordu. Kurtulmak için bir seçenek arıyordu. "Düşün Qwalin, düşün, haydi biraz daha hızlı düşün!" dedi kendi kendine.
Düşünülecek pek bir şey yoktu. Kendisine yaklaşan devi bu kapalı mekanda yenmesi çok zordu. Dışarıda belki bir şansı olabilirdi ama içeride bu hemen hemen imkansızdı. "Ölmek istemiyorum" diye bağırmak geçti içinden, "hiç olmazsa onu bir kez daha görmeden." Glomer yüzündeki gülümsemeyi bozmadan ve konuşmadan yaklaşırken baltasını eline almıştı. Diğer eliyle ise homurdanan köylülere susun işareti yaptı. Tek şansı vardı Qwalin'in. Çevikliği ile kapıya ulaşıp kaçmak.
Aralarındaki mesafe her saniye kaybolurken Qwalin kimsenin hayal bile edemeyeceği bir hızla saldırdı. Anlatmaya meraklı köylülerin bu anı dillendirirken "yıldırım ve şimşek çarpıştı" diyecekleri kesindi. Qwalin'in kılıcı Glomer'in zırhının yan tarafını sıyırırken çıkan kıvılcımla bir anda sanki bütün duvarlar aydınlandı.
O an Glomer'in yerinde bir başkası olsa göğsüne saplı kılıçla yere yığılmış olurdu. Elbet Glomer ölümsüz unvanına sonuna kadar hak ettiği için sahipti.
Qwalin, onun bu hamleden kurtulacağını biliyordu; ama en azından kaçma fırsatı doğacağını düşünmüştü. Öyle de oldu. Dev adam iri cüssesinden beklenmeyen bir hızla kenara çekildi. Yine de yeterince hızlı olamadığını zırhın altında açılan yaradan akan kanın sıcaklığını hissettiğinde anlayacaktı. -
Qwalin'in planının birinci kısmı işe yaramış, Glomer kurtuluşa giden yolu açmıştı. Tabi güzel Qwalin tek bir adım daha atabilmiş olsaydı. Qwalin'in kılıcının çıkardığı kıvılcımın aydınlığı henüz sönerken Glomer hızla yanından geçmeye çalışan genç kızın saçlarını tutmuş ve elindeki baltasını kaldırıp savurmuştu bile. Ne köylüler baltayı görebildi, ne de Qwalin saçlarının acısını hissedebildi.
Boğuk bir çarpma sesinin ardından, Qwalin'in bedeninden ayrılan başı bir masada sekip yerde yuvarlanırken hanın uzun süredir yabancı yüzü görmemiş aynası kızıla boyandı. Glomer elinde kalan saçları üflerken, Qwalin artık yerinde olmayan yüzü üstüne yere yığıldı.
O anda herkes ağlayıp haykırarak Glomer'e saldırmayı istedi ama içlerinde bu cesarete sahip olanlar hancının büyük kızı, Zelda ile köyün en kuvvetli delikanlısı oldu. Glomer kendi ekseni etrafında dönüp baltasını kendisine koşan köylüye doğru fırlatırken boşta kalan eli hancının kızının suratında patladı. Boynu kırılan kızın cansız bedeni Qwalin'in başsız bedeni yanına, genç adamın baltaya saplanmış bedeni ise hanın giriş kapısının önüne yığıldı. İçlerinde bir parça cesaret kalmış olan köylüler o an o parçayı da sonsuza dek yitirdiler.
Handa Glomer hariç herkes için zaman durmuştu sanki. Kapının önünde yatan cesede saplanmış duran baltasını geri aldı. Zırhındaki ve baltasındaki kanları Zelda'nın elbisesinden yırttığı parcalarla sildi. Eğilip yerde duran Qwalin'in başını yanaklarından tutarak kibarca kaldırdı, öptü ve olması gereken yere özenle bıraktı. Sonra dönüp ne yapacağını bilmez halde, ayakta güçlükle duran Zoltana baktı. Gülümsüyordu. Onun gözünden süzülen yaşlara aldırmadan gülümsemesi genişledi. Gür bir sesle bağırdı: "Çok zorlu bir dövüşün ardından bana içecek bir kadeh şarap vermek için daha ne bekliyorsun topal bunak!". Glomer'in sesinde keyfin ve alayın kokusu vardı. Hancı ağlayarak ve bacağının yerine takılı ağacın izin verdiği ölçüde koşarak şarap getirmek için kilere yöneldi. Glomer hissettiği ufak sızının sebebini araştırmak için zırhını yoklarken hancı bir şişe şarapla geri döndü.
Glomer handa oturmuş, zevk içinde içkisini yudumlarken, Larden hissettiği kederin düşündüğü şey olmamasını umut ederek dört nala yola çıkmıştı bile. Glomer handa biraz daha oyalansa, belki de Qwalin'in yanına beklenenden çok daha erken varacaktı. -
Kızıl gök griye dönerken buluşma yerine ikinci ulaşan dwain anlet oldu. Terk edilmiş gibi görünen yaşlı hanın önünde durup atından inmeden etrafına baktı. Beyaz teniyle uyumlu gece mavisi gözleri çocuksu bir merakla çevresini tararken Qwalin'e yahut atına dair herhangi bir emare göremedi. Oysa Qwalin çoktan hana ulaşmış olmalıydı. Pelerinin kapüşonunu indirip altın sarısı saçlarının batmakta olan güneşin yerini almasına izin verdi. Huysuzca kişnemesini aldırış etmeden usulca atından indi. Hanın kapısına doğru zarif ve emin adımlarla yürürken, köylüler onu da görebilmiş olmayı dilerlerdi. Mor renkli pelerini ve ak geyik derisiyle güçlendirilmiş altın sarısı zırhı içinde bilinen dünyaya ait değilmiş gibi duruyordu.
Kapıya yaklaştığında aldığı koku bedeninin kontrolünü yüreğinde saklı savaşçının almasına sebep oldu. Kan! Hanın içinden buram buram kan kokusu geliyordu. Sırtından uzun bıçaklarını çekip temkinli ama olabildiğince hızlı adımlarla içeri süzüldü. Nefesini tutup gözlerinin hanın karanlığına alışmasını bekledi.
Eskimiş hanın içerisi savaş alanı gibiydi. Bir çarpışma olmamış ise muhakkak kudurmuş bir gulganın eseriydi bu. Tezgahın önünde kafaları kesilmiş köylüler düzgün bir sıra halinde yerde uzanmış yatıyorlardı. Onlarca cesetten akan kan ahşap zeminin aralıklarından bodrum kattaki kilere süzülmeye devam ediyordu. Tek ayağı olmayan bir adamın diğerleri gibi kafasız bedeni hariç hepsi yerdeydi. Onun bedeni ise göğsünü delip geçen bir mızrakla duvarda asılı duruyordu. Bu nasıl olmuş olabilirdi?
Korkunun bedenine hakim olmasına izin vermemeye çalışarak "Kimse var mı?" diye seslendi. Cevap veren olmadı. Dışarıya dönmekle içeride kalıp devam etmek arasında kararsız kalmıştı. Huysuzca kişneyen atına sessiz olması için işaret etti. Hava giderek kararıyordu.
Torn ile santor'dan ayrılmamalıydım diye düşündü. Ama Torn yaralanmıştı ve bu onları çok yavaşlatmıştı. Qwalin'e durumu anlatacak ve onu bu yolculuktan vazgeçirip evine geri dönmeye ikna edebilecek tek kişi Dwain idi. Çünkü ablası küçük kardeşine asla karşı koyamazdı. Onun üzülmemesi için her şeyi yapardı. Onu seven adamın teklifini reddetmek bile buna dahildi.
Kushat'ın kızları, ruandil'in varisleri, Anlet kardeşler aynı anda doğmuşlardı. Aynı gece, aynı saatte. İkiz kardeş değildiler. İkizler bile sırayla doğardı. Ama onlar aynı saniyede iki ayrı anneden doğmuşlardı. İki prensesin gelişiyle her ikisinin annelerinin kutsal bir görevi tamamlamanın verdiği huzurla gözlerini sonsuza kadar kapatması da bir olmuştu. Bu bir lanet miydi yoksa mucize miydi, buna kimse karar veremedi. Anlet kardeşler annesiz büyürlerken, her ne kadar yaşıt olsalar da, Dwain küçük kardeş gibi davranmayı seçmişti. Qwalin ise mecburen abla olmuştu.
Geçmişin hayalleri kafasında dolaşırken, gözleri karanlığa iyice alışmıştı. Darmadağın olmuş eşyaları, kırılmış şişeleri, yerdeki silah izlerini ve mızrakla duvara saplanmış adamın yanında kazınmış harfleri gördü. Ahşap duvarda "Ona yardım etmeyenler onu öldürenler kadar suçlu bulunmuştur" yazıyordu. Kim yazmıştı bunu? Kim ölmüştü? Kim öldürmüştü? Neler oluyordu burada? Bu düşünceler kafasını kemirirken yazının altındaki iki düzgün paralel çizginin tesadüfen orada bulunmadığını fark etti. Bu sanki bir işaret ya da imzaydı.
Sonra aniden anımsadı. "Yaşıyor" dedi. Bıçaklarını yere atıp iki elini birden avaz avaz bağırarak ağlamak isteyen ağzına götürdü. "Aşkım yaşıyor!" dedi. Dizleri onu ve ağır zırhını taşıma yetisini kaybetmek üzereyken bir sandalye bulup oturdu. Yere düşen bıçaklarını titreyen elleriyle alıp sırtındaki kılıflarına koyarken hıçkırıklar içerisinde ağlıyordu. Sevinç göz yaşlarıydı bunlar. O yaşıyordu. O buralardaydı. O geri dönmüştü.
Kalbi kontrolü tekrar aklına bırakırken durumu kavramaya çalışıyordu. O onurlu ve adil bir adamdı. Onbeş yaşındayken, yani Dwain ve Qwalin henüz çocukken, kralın sağ kolu unvanını almayı başarabilmiş bir savaşçıydı. Yetiştirildiği tapınağın kurallarına her zaman uyardı. O ve onun yoldaşları asla masum köylüleri öldürmezlerdi. Hele bu şekilde, asla.
Larden ne olursa olsun kontrolünü kaybetmezdi. Geçmiş bunu ispatlayan anlarla doluydu. Dwain'in babası onu ruandil'den kovduğunda bile tepki vermemişti. Uğradığı haksızlığı anlatmaya çalışmamıştı. Elbet konu Qwalin değilse. Mavi iki misket gibi aşkla parıldayan gözleri ansızın buz kesti. Aklında çakan minik bir kıvılcım tüm bedenini saran bir alev topuna dönüştü. Öfke ve korkuyla karışık bir halde kalbine nüfuz ederken kesilen gözyaşları sel halinde geri döndü. Akıntıya katılan kelimeler dilinden dökülürken anlamsız seslere dönüştü. Dudaklarının titremesi tüm bedenine yayılırken anlamlı ilk cümleyi var gücüyle haykırdı. "Hayır bu olamaz, bu olamaz! Olmaz! Olamaz! Hayır ablam ölmüş olamaz!" -
Dwain'in göz pınarları kuruduğunda gün yerini zifiri karanlığa bırakmıştı. Yaslandığı duvarda sayıklamaları da göz yaşları gibi sona ermişti. Yanılmış olmak istiyordu. Hana doğru gelirken kalbinde hissettiği boşluk yanılmadığını haykırıyordu. Yine de bu haykırışları dinlemek niyetinde değildi.
Bulunduğu yerden kalkıp kapıya doğru yöneldi. Onu gören atı mutlulukla kişnedi. Atının sırtındaki çantadan bir meşale aldı ve onu tutuşturdu. Santor'un hazırladığı şeylerden biriydi bu. Bilge bir adamdı Santor. Alev çıkaran her şey konusunda uzman bir büyücüydü.
Elinde meşalesi ile hanın basamaklarını tekrar çıktı. Ayaklarını kaldırmak bile zor geliyordu ona. Sevdiği adamın ölmemiş olmasına, geri dönmüş olmasına mı sevinmeliydi, ablasının muhtemelen ölmüş olmasına mı üzülmeliydi. Duyguları karışmıştı tamamen. Duvarda asılı cesedin yanındaki yazıyı yakından incelemeye koyuldu. "Ona yardım etmeyenler onu öldürenler kadar suçlu bulunmuştur" Kurumuş göz pınarlarından süzülen minik bir damla pürüzsüz teni üzerinde keyifle kayıp narin boynunda kayboldu.
Derin düşüncelere dalmışken birden bir öksürük sesi duydu. Hemen ardından birisinin "shhhh" dediğini. Elindeki meşaleyi sesin geldiği kiler kapısına doğru tuttu. Bıçaklarından birisini sessizce çekip "kim var orada?" diye seslendi. Bir kıpırtı duydu. Korkuyu hissetti. Konsantre olmak için an itibarı ile çok da faydası olmayan gözlerini kapattı. Önce dışarıda bekleyen atının çıkardığı seslere, sonra kendi bedenin ürettiklerine kapattı aklını. Dinlemeye başladı. İki kişiydiler. İki minik kalp ve korkuyla nefes alan iki minik beden. Çocuk olmalıydılar. "Çocuklar korkmayın" dedi. "Ben size zarar vermem." Cevap bekledi. Sonra devam etti "Ruandil'in varisi, prenses Dwain Anlet'im ben, size saklandığınız yerden çıkmanızı emrediyorum!"
Kapıda önce minik bir el, sonra minik bir kafa belirdi. Ardında bir tane daha. Elinde geldiğince gülümsemeye çalıştı Dwain. Meşale mavi gözlerini ve güzel yüzünü aydınlatıyordu. Onun gülümsemesini gören çocuklar da yaşadıkları her şeyi unutup gülümsemeye başladılar. Anlet kardeşlerin doğasında vardı bu. Neredeyse gözle görülebilir, dokunup hissedilebilir bir çekime sahiptiler. Çocuklar onun ışığının verdiği cesaretle daha da sokuldular. Dwain dizleri üzerine çöktü, kollarını açtı ve ikisi birden gelip ona sarıldılar. Sarılmalarıyla birlikte titreyerek ağlamaya başladılar.
Dwain çocukları alıp hanın bahçesindeki bir masaya geçmişti. Çocuklar biraz kendine geldiğinde onlardan ne olduğunu anlatmalarını istedi. Ona hiç benzemeyen ama en az onun kadar güzel görünen diğer kadını anlattılar. Elinde baltasıyla gelen adamı. Adamın o güzel kadını ve ablaları Zelda'yı nasıl öldürdüğünü. Ve köylerinin en güçlü adamını. O gittikten kısa bir süre sonra atlılar gelmişti. Köylüler ne yapacaklarını tartışırlarken atlıların geldiğini gören babaları onlardan kilere saklanmalarını istemişti. Hiç ses çıkartmamalarını.
Dwain çocukları olabildiğinde sakin bir şekilde dinlemiş ve saatlerdir reddetmeye çalıştığı gerçeği tamamen kabullenmişti. Çocuklar karınları acıkınca saklandıkları yerden çıkmışlardı. Onlara yiyecek bir şeyler bulmalıydı. Kendi evleri olan handa çocuklar elbet kendi karınlarını doyurabilirlerdi. Ama hanın duvarında babalarının başsız cesedi asılıyken bu görevi Dwain üstlendi. Yeni bir meşale tutuşturup onlara dışarıda beklemelerini söyleyerek kilere yöneldi. -
Kilere girdiğinde hancının ne kadar düzenli bir adam olduğunu fark etti. Hemen her şey kolay bulunabilecek şekilde ve düzgünce dizilmişti. Belki de ölen kızıydı bu düzenin mimarı. Ne önemi vardı ki? Dışarıda bekleyen karnı aç çocukların bu hanı beş altı yıldan önce tek başlarına işletmeleri mümkün değildi. Onları alıp akrabalarının olduğu bir köye götürmeliydi. Ya da kendi şehrine. Kafasında bu düşünceler gezinirken ablasının intikamını almak için yanan ateş bir kenarda durup zihnini aydınlatıyordu. Biraz ekmek, biraz peksimet, bir şişe şarap ile kileri terk edecekken, şarap şişesini geri bıraktı.
Kendi çocuklukları geldi aklına. Qwalin ile şarap mahzenine çatı penceresinden süzülerek girmeleri. Qwalin aslında hep hayır diyen kişiydi. "Olmaz Dwain. Yakalanırız." Ama hiç bir zaman Dwain'i geri çevirememişti. İlk kez Dwain, kendi istediğini değil, ablasının istediğini yaptıkları için çok pişmandı. Onun yanından hiç ayrılmasaydı, belki bunların hiç biri yaşanmayacaktı.
Elinde yiyeceklerle dışarı adımını attığında beklediği manzaradan çok daha farklı bir manzara ile karşılaştı. Dört silahlı adam çocukların başında, üç tanesi hanın merdivenlerinin hemen aşağısında, bir kaç tanesi hanın çevresinde, bir kaç tanesi ise yolun biraz daha ilerisinde duruyordu. Toplamda yirmiye yakın silahlı adam vardı ve seslerini duymamış olmasına şaşırarak elindekileri fırlatıp bıçaklarını çekti. Adamlar da silahlarına davranarak gardlarını aldılar.
"Hey hey hey, küçük hanım, biraz sakin olun" dedi çocukların yanındaki adamlardan birisi. Ya bu grubun lideri, ya da liderin sözcüsü olmalıydı. Diğer adamları gibi deriden yapılmış bir zırh giyiyordu. Uzun boylu, uzun saçları sakalları hafif kırlaşmış birisiydi. Sözcü olamazdı, kesinlikle bu sürünün lideri o olmalıydı. Dwain bıçaklarını indirmeden konuştu "Kimsiniz ve bizden ne istiyorsunuz?" Bir yandan minik hareketler yapan adamların her birini tek tek takip etmeye çalışıyordu. Kimin önce harekete geçeceğini ve kendisinin ilk karşılığının ne olması gerektiğini hesaplamaya çalışıyordu. Arkasını han kapısına dayamıştı ama içeride de birileri olup olmadığından emin değildi.
"Bizler tüccarız küçük hanım, güzel bulduğumuz şeyleri alır ve satarız" dedi orta yaşlı adam. O an onun kılıcını çekmemiş olduğunu fark etti. "Bu minik çocuklar gibi" diyerek gülümsedi. Ağzındaki altın dişler meşalenin ışığıyla parladı. Bir kaç tanesi sesli, bir kaç tanesi bıyıkaltından güldü adamların. Bir grup yaramaz çocuk gibiydiler. Çoğu doğuştan hayduttu ama liderleri soylu gibi konuşuyordu. Adam sözüne devam etti: "Aydınlığa gel küçük hanım, hadi korkma, senin de almaya değer bir mal olup olmadığını görelim"
Köle tüccarlarıyla karşılaşmak, bugün hayal ettiği en son şeydi. Bugün yaşadıklarını düşününce şaşırması anlamsızdı. Duruşunu bozmadan "Çocukları bırakın ve buradan gidin" dedi Dwain. Sesi gayet kendinden emin çıkıyordu. "Yoksa?" dedi bir adım daha yaklaşan adam. Dwain: "Size emrediyorum, ben Anlet kızı prenses Dwain, çocukları bırakın ve gidin ki size bağışlayayım" dedi.
Konuşan adam birden durdu. Dönüp arkasındaki arkadaşlarına tek tek bakmaya başladı. Elleri hayretler içerisinde kalmış gibi iki yana açılmıştı. Çenesi titriyordu. Sonra birden kafasını arkaya yatırıp kahkahalar atmaya başladı. Bir yandan gülüp, bir yandan ağzından tükürükler saçarak: "Affedin beni prensesim, bu köhne handa Anlet hanedanından birisiyle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmezdi." Sonra adamlarına dönüp neşeyle ekledi: "Çocukları öldürün beyler, burada daha değerli bir hazine var" -
Liderlerinin emrini duyan çocukların arkasındaki adamlar hiç vakit kaybetmediler. Zaten ellerinde olan kılıçlarını iki küçük boynun üzerine koyup hızla çektiler. İki minik beden, boş birer çuval gibi bir anda yere yığıldı.
Dwain için ise o an bir ömür kadar uzundu. Adamın sözlerini duyan çocukların hissettiği şaşkınlıkla karışmış korkuyu hissedebiliyordu. O küçük gözleriyle kendisine yalvardıklarını zihninde duyabiliyordu. Adamların kılıçlarını kaldırdığı ve çocukların boynuna dayadıkları an Dwain etrafındaki diğer adamlara aldırmaksızın elindeki uzun bıçaklarını fırlatmıştı bile. Bıçaklar liderin kulaklarının yanından ıslık çalarak geçti. Ama aradaki mesafe adamları durdurabilecek kadar kısa değildi. Havada süzülen iki bıçak adamlar çocukları öldürdükten hemen sonra deri zırhlarını delip kalplerine saplandı. Dwain'in kalbine saplanan acı ise adamların hissettiğinden kat ve kat fazlaydı.
Erken gelen intikam Dwain'e doğru harekete geçen adamların bir an duraklamasına sebep oldu. Kılıcını kılıfından çeken lider boşta kalan elini kaldırıp "ne duruyorsunuz" der gibi hareket etti. Dwain'in ani ve sert tepkisi işi adamlarına bırakması gerektiği düşüncesinin hakim olmasını sağlamıştı.
Dwain anlık duraklamadan faydalanarak meşalesini yere attı ve geriye doğru çekilerek hanın karanlığında kayboldu. Hanı çevreleyen her bir adamın kapıya doğru koştuğunu duyabiliyordu. Liderleri "onu canlı istiyorum!" diye bağırıyordu yine tükürüklerini etrafa saçarak. Dwain fırlattıkları kadar uzun olmayan iki bıçak daha çekti sırtından. Gözlerinin meşalenin aydınlığından zifiri karanlığa alıştırmaya çalışırken yerde dizili cesetlerin önüne kadar geri çekilmişti. Kapıdan gelen sönük ışıkta gördüğü hareketlenmeye doğru hiç tereddüt etmeden tekrar fırlattı bıçaklarını. Az önce duyulana benzer bir ıslık sesinin ardından adamların biri boğazına saplı bıçakla yere yığılırken bir diğeri gözüne saplanmış bıçakla çığlık atmaya başladı.
Başka bıçağı yoktu Dwain'in. Bundan sonrası o kadar kolay olmayacaktı. Çünkü kılıçlarla arası bıçaklarla olduğu kadar iyi değildi. Yine de her iki kız kardeşin de kılıç eğitmeni Larden'di ve kalan adamların en azından yarısını öldürebilecek düzeyde beceriyi edinmesini sağlamıştı. Kılıcını çekerken adamlardan bir kaç tanesi daha olası bir ıslık sesine kulak kabartarak tedbirli bir şekilde içeri adımlarını attılar. Dwain adamları net bir şekilde göremiyordu ama adamların da onu göremediği kesindi. Gözünden yaralanan adamın çığlığı kendi liderlerinin kalbine sapladığı kılıçla son bulurken içeriye bir kaç adam daha girdi.
Dwain önce gözlerini sonra kendi bedeninin çıkarttığı seslere aklını, bir kez daha kapattı. Farklı hızlarda atan kalplerin sayısını ve konumlarını hayalinde canlandırmaya çalışarak hareketsiz kaldı. Üç tanesi karşıda, iki tanesi sola, iki tanesi sağa geçiyordu. Karşıdakilerin arkasında üç tane daha vardı. Dışarıda lider ve beş tane daha. "İlk hareket eden ilk ölür" dedi Dwain. Adamlardan birisi bu tehdidi umursamadan saldırdı. Adamın yukarıdan savurduğu baltasını hisseden Dwain biraz yana çekilip kılıcını savurdu. Adam baltasını bırakıp iki eliyle kesilen boğazını tutmaya çalıştı. Garip hırıltılar çıkartarak şaşkın gözlerle sırt üstü yığılırken elleri hala boğazında açılan derin kesiği kapatmaya çalışıyordu.
Ondan sonra her şey bir anda gelişti. Dwain önce soluna giden adamların arasına girdi. Birini en kıymetli yerinden, ötekini koltuk altından yaraladı. Bu yaralar ani ölüme sebep olmasa da bir kaç dakika sonra ölmelerine sebep olacaktı. Hemen öldürmese de iki adamı daha saf dışı bıraktığı kesindi. Geri kalan adamların hepsi birden üst üste yaşadıkları şokların ardından haydut olduklarını hatırlayarak harekete geçtiler.
Dwain bir yandan gelen darbelerden kaçınmaya çalışıyor, diğer yandan ise nefes alan her şeye doğru kılıcını saplayıp geri çekiyordu. Tek tek, tüm adamlarda ölümcül yaralar açmaya devam ediyordu. Ama bunun artık bir bedeli vardı. Sol kolu dirsekten omzuna kadar açılmıştı, zırhı onu bir nebze korusa da bir kaç kaburgasının kırıldığını hissedebiliyordu. Savrulan kılıçlardan birisi boynuna bir çizik atarken saçlarının bir kısmını da alıp götürmüştü. Yine de içlerinde en kötüsü zırhını delip karnına saplanan mızrağın ucuydu.
Her şey sona erdiğinde, içeride ayakta kalan tek insan Dwain oldu. Bedeni tamamen kanla kaplıydı. Gücünün son demlerine doğru hızla ilerlerken dışarıda şaşkın bir şekilde bekleyen adamlara nefesini kontrol altında tutmaya çalışarak seslendi: "Evet beyler, sizleri de içeri bekliyorum" Sesi oldukça sakin ve güçlü çıkmıştı. Adamlar hiç tereddüt etmeden atlarına doğru koşmaya başladılar. Liderleri "Sizi korkak herifler, çabuk geri dönün!" diye bağırıyordu. Ancak adamların değil durmak, dönüp arkalarına bakmak gibi bir niyetleri bile yoktu.
Dwain, mızrağın uzun kısmını devrilen bir masaya dayayarak kırdı. Hissettiği acı bugün yaşadıklarının acısını neredeyse örtecek kadar güçlüydü. Sıra liderle yüzleşmeye gelmişti. Orta yaşlı adam hanın merdivenlerinin hemen aşağısında durmuş kaçan adamlarına öfke kusuyordu. Dwain kapıya geldiğinde adamın öfke ile yeri tekmelediğini gördü. Sol dirseğinden süzülen kanlar kimsenin dokunmaya kıyamayacağı güzel teninden süzülüp narin parmaklarının ucundan yere damlıyordu. Böyle bir güzelliğin bu denli iyi bir savaşçı olması, olağan dışıydı.
Dwain kapıda belirince köle tüccarlarının başı da giden adamlarına omuz silkip yüzünü ona döndü. "Ben bunca yıl bir saray soytarısına yenilmek için yaşamadım" dedi. Kendisini ikna etmeye mi çalışıyordu? Anlam veremedi Dwain. "Tanışma şansımız olmadı küçük hanım" dedi. Sonra reverans yapıp "özür dilerim, prensen Anlet" diye ekledi. "Ben Vladamlı teverkin grena, gelmiş geçmiş en büyük kılıç üstadı" dedi. "Bunu bilmeni istiyorum prenses, ve şunu da bil, seni öldürüp cesedini günlerce sikeceğim" derken kudurmuş bir köpek gibi görünüyordu. "Sen bittin prenses, son, yolun sonu, sen b...."
Teverkin Grena, son sözünü tamamlayamadan göğsüne saplanmış kılıçla yere yığıldı. Dwain "Çok fazla konuşuyorsun" dedi merdivenleri inip can çekişen adamın yanına doğru ilerlerken. Sonuçta kılıç dediğin savaş aleti de bir tür bıçak sayılırdı. Yanına ulaştığında kılıcını saplı olduğu yerden çekip adamın boğazına sapladı. Adam konuşmaya çalıştı ama ağzından kan dışında bir şey çıkmadı.
Dwain bir kaç adım daha ilerleyip dizlerinin üzerine çöktü. Bedeni, bacaklarının taşıyamayacağı kadar ağırlaşmıştı. Kırılan kaburgaları göğsüne batıyor, mızrağın saplı ucunun acısına benzer bir acıya sebep oluyordu. Sırt üstü uzandı. Gökyüzüne bakarak son sözlerini söyledi. "Abla, beni affet..." -
“Hayır!” dedi Qwalin, kara incilerini buz tutmuş gece mavisi gözlerinden ayırmadan bir kez daha yinelemişti. İlk seferinden daha zayıf, daha güçsüz çıkmıştı sesi ama yine de gözlerini kaçırmadı. Gece mavisi, laciverde dönerken kenarında bir damla yaş belirdi. Sonra bir tane daha... Süzülüp gür sakallarının arasında gözden kaybolurlarken Qwalin bir kez daha “Hayır!” demek istedi. Acaba çıkmış mıydı sesi? Gözlerini bakmaya doyamadığı maviliklerden zorla da olsa ayırıp sırtını döndü ona, sırf kendi gözyaşlarını serbest bırakabilsin diye. Çenesi istemsizce titrerken duruşunu bozmamaya çalışıyordu. O artık arkasında duruyordu. Nefesini omzunda ve boynunda hissediyordu. Bedeni geri dönüp sarılmak ve “Evet, seninle gelirim tabii!” diye haykırmak istiyordu. Ama yapamazdı. Babasının tüm orduyu onların peşinden göndermesini göze alsa bile Dwain’in sözlerini göz ardı edemezdi.
Larden kendisini hayır cevabı için hazırlamamıştı. Bu dünyada ona hissetmeyi öğreten kadın öylece önünde, kokusunu içine doya doya çekebileceği kadar yakınında duruyordu. Derin bir nefes ile içine çektiği huzur veren kokusu ölüm döşeğinde bir adama bile yaşama sevinci verecek kadar güzeldi.
Alarm boruları ötmeye başladı. Larden’in saraya girerken etkisiz hale getirdiği nöbetçilerin baygın bedenleri bulunmuş olmalıydı. Qwalin’in kapısında, krallıktaki en iyi eğitilmiş askerlerden oluşan saray muhafızlarının belirmesi an meselesiydi. Qwalin gözyaşlarını zorla bertaraf edip tekrar yüzünü döndü. Siyah incileri ıslakken olduğundan daha büyük görünüyordu. “Gitmelisin, seni seviyorum, ama gitmelisin.” dedi.
Larden ona doğru bir adım atıp ipeksi geceliğinin üstünden belini kavradı ve onu kendine çekti. Dudaklarını onunkilere kenetlediğinde zamanın durduğunu hisseder gibiydi. Tüm hayatını ve var olan her şeyi sonsuza kadar o anda kalmak için feda etmeye hazırdı. Kralın karşısına çıkıp ondan kızıyla evlenmek için izin istediğinde olabilecek her şeyi, hatta ölümü bile göze almıştı. Yeminini bozup Qwalin ile Ruandil’den çok uzaklara gitmek de seçeneklerden birisiydi elbet. Ama Qwalin’in hayır demesine inanamıyordu. Dudakları zorla birbirlerinden koparken Qwalin “Geliyorlar, lütfen git.” dedi. Artık gözyaşlarına hakim olamıyordu “Seninle gelemem, lütfen git.” derken.
Dudakları güç bela ayrılsa da elleri birbirlerini bırakmak istemiyor gibiydi. Kalbi Qwalin’in fikrini değiştiren şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Aklı ise kapıya doğru koşan muhafızların ayak seslerini dinliyordu. Onun nemli gözlerindeki kararlılığı görmüştü. Merakını zihninden uzaklaştırarak muhafızların çalmak üzere olduğu kapıya yöneldi.
“Prensesim, odanıza girmek için izin istiyoruz.” diye bağırdı muhafızlardan birisi bir elinde silahı, diğer eliyle kapıyı yumruklarken. Kapıyı Larden açtığında kapıdaki tüm askerlerin şaşkınlıkla gözleri büyüdü. Kendilerini eğiten komutanları karşılarındaydı. Her ne ve her kim olursa olsun kralın emirlerini uygulamaları için eğitim almışlardı. Sürgün edilmiş olan komutanları karşısında yapmaları gereken de belirgindi. Her biri hızla gardlarını alırken kafalarından benzer düşünceler geçiyordu.
Larden, tereddütlü tavırlarına rağmen görevlerini yerine getirme çabasında oldukları için onlarla gurur duydu. Onları oldukça iyi eğitmişti. Keşke kendisi karşısında zerre kadar şanslarının olmadığını da öğretseydi. Gülümseyerek “Mengor...” dedi en öndeki muhafıza. “Çocuklar nasıl?” İstifini bozmamaya çalışan Mengor “İyiler komutanım, sizi de çok özlediler.” dedi. “Onları öp benim için.” diyen Larden gözünü kırptıktan sonra kapıyı kapatıp kilitledi. Askerler kapıyı zorlarken, Qwalin’e “Seni seviyorum.” dedikten sonra geldiği camdan dışarıya atladı.
Saraydan dışarı çıkıp gecenin derin karanlığında at sürerken hissettiği o rüzgar, şu an Qwalin’in cansız bedeniyle yuvaları olmasını hayal ettiği topraklara doğru olabildiğince hızla at sürerken hissettiği rüzgar ile aynı idi. Hayallerle meşgul beyni karanlıktaki acıyı hissetti. Qwalin için hissettiği kadar keskin ve soğuk değildi. Ama oradaydı. Atını yavaşlatırken ardındaki atlılar da yavaşladılar. Durup hızlı bir hareketle atından yere indi. Eldivenini çıkartıp çıplak avcunu soğuk toprağa yapıştırdı ve kapalı gözerlerle toprağı dinledi.
Ardındaki atlılar dikkatle liderlerini izliyorlardı. İçlerinde aynı tapınakta yetiştirilmiş ve sonrasında hayatının tamamını onunla geçirmiş olan Wailhon Mortar da vardı. Larden telaşla gözlerini açıp Wailhon’a baktı. Wailhon da “Ne oldu?” der gibi ona. Larden’in dudaklarından tek bir kelime döküldü: “Dwain...”
Wailhon atının dizginlerini çekerken “Nerede?” diye bağırdı. “Han!” dedi Larden. Wailhon hızla atını çevirip dört nala yola çıkarken Larden’in işaretiyle atlıların yarısı da ona katıldı. “Hissettiğim ölüm değildi!” diye bağırdı Larden. Wailhon onu duysa da korkunun hakim olduğu bedeni sadece hedefine odaklanmıştı.