-
birbirine bağlı 3 farklı hikayeyi izleyiciyi yormadan ve hatta bağlamayı, mutsuzluğu iliklerine kadar hissetmesini sağlayan bir film.
nichole kidman'a yapılan makyajın ne kadar başarılı olduğunu söylemeye gerek dahi yok herhalde.
ayrıca merly steep'in dünyanın en iyi kadın sinema oyuncusu olduğunu göstermiştir.
julianne moore'a dönem esintileri de cok yakimisti. -
depresyon, kadın olmak ve ölümle ilgili yapılmış en iyi film olduğunu düşündüğüm, 2000'de billy elliot'la beni kendi yarattığım gözyaşı nehrine boğmuş ingiliz yönetmen stephen daldry'nin yönettiği 2002 yapımı mükemmel film. filmin adı da, virginia woolf'un mrs. dalloway'i bitirdikten sonra romanın adı olarak düşündüğü "the hours"'tan gelmekte. halâ gözlerim dolu dolu yazıyorum şunları. silkelenmem lazım.
film, sırasıyla, 1923, 1951 ve 2001 yıllarındaki 3 kadının ortak yönlerini anlatıyor. filmi sadece woolf'un hayatı olarak özetlemek çok bayağı kaçacak bence. zaten daldry'nin filmin galasında yaptığı açıklama da bu yöndeymiş: "filmi sadece woolf'a bağlamak, tüm kadınların mutsuzluklarını küçümsemek olacaktır". woolf'un yıllarını alan mrs. dalloway romanını yazma aşamalarını görüyoruz 1923'te. kişiliği dışarıdan hatasız görünen, kötü şöhretli yazar leonard woolf'un virginia'nın üzerine titrediğinin gösterildiği sahneler beni boğazladı adeta. virginia'nın yaşadığı derin depresyonu, "it was death. i chose life" kadar basit bir cümlede verebilen bir filmde anlaşılır kılabilmek büyük başarı olmuş daldry adına. virginia ile vanessa arasındaki bağın ne kadar "anne-çocuk" bağına benzediğinin gösterildiği karşılıklı sahnelerde de içim ezildi.
1951 ise, evli, mutlu ve 2. çocuğuna hamile bir ev kadını olan "laura brown"'ın hayatını anlatıyor. brown'ın başucu kitabı olan mrs. dalloway, komşusu kitty'nin yaşadıklarıyla kendisini bağdaştırması, 2. dünya savaşı sonrası yurda dönmüş kocası dan'in "hiçbir mutsuzluğu göremeyen koca" rolü ve brown ailesinin ekranda görünebilen tek çocuğu ritchie'nin annesinin gözlerinden okuduğu mutsuzluk... filmin en tematik sahneleri 50'ler amerika'sının betimlendiği bu sahneler olabilir.
2001 de, 60'lı yaşlarındaki "clarissa vaughan"'ın eski kocası, ödüllü şair richard ile olan ilişkisi üzerinden yürüyor. clarissa'yı tanımlarken "oo mrs. dalloway, you always giving parties to cover the silence" cümlesini kuran richard'ın geçmiş hayatı ile ilgili hiçbir şey bilmememiz, filmin üçe bölünmüş anlatımının bir zorunluluğu olmuş aslında. nefis de olmuş. böylece hem virginia'nın hem laura'nın hem de günümüz kadını clarissa'nın mutsuzluk tanımlarının içine gömülmek mümkün oluyor.
nicole kidman'ın olup olabilecek en iyi virginia woolf canlandırmasını ortaya koyduğunu düşünüyorum. zaten oscar'ı almaması büyük saçmalaık olacakmış. kendisine yapılan plastik makyaj ne kadar iyiyse, kidman'ın woolf'laşması da o kadar iyi olmuş. kameraya baktığı sahnelerde mutsuzluk ve ölüm temalarını ruhunuzun içine soktuğu eliyle veriyor. 3-5 saniyeden fazla kameraya direkt baktığı sahne olsaydı, benim gibi birçok kişi telef olurdu filmi izlerken. bizi hıçkırıklarla nefessiz bırakmaktan öteye gitmemesine sevindim. julianne moore'un '50'ler kadını "laura" canlandırması cuk oturmuş. moore'un karakter oyuncusu olmadığı, sadece yaşının yettiği ölçüde canlandırabileceği karakterlere hahyat verebildiği öngörüsünü kusan akademi'nin 2003 oscar ödülleri'nde moore'a da adaylık vermesi beni şaşırttı. onların gözlerinin açılmaya başladığı tarih, moore'un oscar aldığı 2015'ti (still alice ile). "aradaki 12 yılda moore'u hiçe saymışlar" demek mümkün. meryl streep'in "clarissa" canlandırması da nefis. filmin 3 başrolünün de bu kadar iyi performans verebilmesi filmi birkaç kademe yukarı çıkarmışken, streep'in filme katkısının tartışılmasını anlamadım ben. evet, kidman woolf ile ekranı çatlatmış; evet, moore laura ile "'50'ler böyleydi işte" dedirtmiş ama streep'in günümüz orta yaş kadınını tüm mutsuzluğunu bir şeyler yaparak kapatma çabasını bu denli gerçekçi olarak ortaya koyması da unutulmamalı.
filmde daha ed harris, toni collette, claire danes, john c. reilly ve jeff daniels gibi isimli oyuncular da var. kendilerine düşen küçük rolleri daha da büyüttükleri için her birinin, kendilerine verilen süre boyunca başrollerin önüne geçecek kadar inandırıcı ve etkileyici olduklarını da belirtmem lazım. ed harris'in ölene kadar oyunculuğu bırakmaması gerek. her rolü tiyatro oyunundan kareler taşıyor adeta.
filmin güzel ayrıntıları da var. onlardan da bahsedeyim:
- nicole kidman, filmde kendisine uygulanan prostetik buruna o kadar alışmış ki; o dönemki kocası tom cruise'dan boşanırken magazin basını kendisinden uzak dursun diye günlük hayatında da sık sık bu burnu kullanmış. ayrıca kendisi woolf olabilmek için yazı yazarken normalde sol elini kulanırken, sağ elle yazmayı öğrenmiş (virginia woolf sağ elini kullanırmış yazı yazarken). woolf'un ses tonunu direkt taklit etmemek için de kendi sesini kalınlaştırarak konuşmuş. yukarıda da belirttiğim gibi, zaten filmin en etkileyici sahneleri kidman'ın ekrana bakarak adeta fısıldadığı sahneler.
- kidman'ın filmin başındaki "nehre girme" sahnesinde çırılçıplak olması düşünülmüş ama kidman bunu reddetmiş. yönetmen daldry, filmin çekimleri bittikten sonra kidman'a "eğer çırılçıplak nehre girseysin, akıntı olduğunda gerçekten de boğulabilirdin ve seni kurtaramayabilirdik. doğru karar vermişsin" demiş.
- film virginia woolf'un mrs. dalloway eserinden değil, michael cunningham'ın "the hours" romanından uyarlanmış. yanlış bilinen şekliyle film, woolf'un eserinden uyarlama değil yani.
- filmin açılışında bütün evlerde görünen her renkten çiçek, virginia woolf'un farklı renklerde çiçek sevgisine bir göndermeymiş.
- başrol oyuncularının çekimleri, sırasıyla, önce streep, ardından moore ve en son kidman şeklinde olmuş. hatta film çekilmeden önce birbirleriyle yüz yüze tanışmamış olan kidman ve streep, çekimler tamamlandıktan sonra tanışabilmişler.
kulzos film topluluğu'nun bu ayki film listesinin (kulzos film topluluğu/#95088) en iyi filmlerinden birini izlediğim için mutluyum. woolf'u içim parçalanarak ve onun hissettiklerinin mikronda birini sahiplenerek anabildiğim için de tatmin oldum. woolf'un ingiliz edebiyatı'ndaki yerini sevenler adına kaçırılmaması gerek bir film the hours. kesinlikle izlemelisiniz.
birkaç ekran görüntüsü almıştım. nereye koyayım, bilemedim. böyle ortaya bırakıyorum.
virgina woolf (1 , 2 ve 3 )
laura brown -
buram buram kadın kokan bir film. şimdi aklınızda canlandırdığınız kadın bedeni parçalarını yere bırakın ve beni dinleyin...
burdaki başrol kadın bedeni değil, onların zihinleri.
filmde 3 ayrı hikaye verilir ve 3'ünde de bir şekilde üstlendikleri sorumluluklar sebebiyle tükenmişliklerini yansıt(a)mayan 3 kadını anlatır. bunlardan biri tabii ki virginia woolf'tur. ve mrs. dalloway kitabının yıllar sonra bağ kurduğu diğer iki kadın da kendi hikayeleriyle dahil olurlar filme.
benim belirli aralıklarla izlemeye ihtiyaç duyduğum, izlediğim en iyi film diyemesem de, kendimi içlerindeymişcesine yakın hissettiğim karakterlerin bulunduğu tek filmdir. her izlediğimde ayna tutmuşcasına hissettirir bana karakterlerin çaresizliklerini.
erkekler de var filmin içinde. ama richard hariç hepsi birer gölge. oradalar ama vasıfsızlar. ne yaparlarsa yapsınlar, kadınların zihnindeki karanlığın içinde belirsizleşen gölgeler gibi vasıfsızlar.
aslında günlük hayatımızda hepimizin yaşadığı şey, yansıtamadığımız ve içimizde sakladığımız acılar anlatılır. kaçılan duygular, üstü örtülmüş yaralar tek bir kelime kullanılmadan o denli iyi hissettirilmiş ki izleyiciye...
bu noktada istisnasız her oyuncunun muhteşem mimik yeteneği ve kabiliyeti geçer o sözcüklerin yerine işte. bizim saklamaya çalıştıklarımızı, bizim maskelerimizi ufak nüanslarla bize gösterirler.
özellikle otel odası sahnesi ve virginia'nın eşiyle tren istasyonundaki tartışmaları kusursuz sahnelerdir.
yorum yapmakta bu denli zorlandığım tek film oldu sanırım. çünkü bana hissettirdiklerini de benim kelimelerimle anlatmam neredeyse imkansız. elimden gelen tek şey yukardaki satırlar oldu.
benim filmdeki favori hikaye sıralamamsa şu şekilde:
1) virgina woolf hikayesi
2) laura brown hikayesi
3) clarissa vaughan hikayesi ( rol meryl streep'te olmasaydı çok yetersiz kalırdı bu hikaye)
-- spoiler --
you call me ungrateful?
my life has been stolen from me!
i'm living a life i have no wish to live.
how did this happen?
-- spoiler --