o kadar çok çalınmış, tekrarlanmış, efsaneleşmiş ki bunlar, ne olduğunu bilmese bile insana tanıdık geliyor. hepsini de severim.
children of sanchez - filmi pek hayreder olmasa da chuck mangione'nin yaptığı parça filmin ötesinde şöhrete sahiptir. youtu.be/...
highlander - christopher lambert ve sean connery'nin oynadığı 1986 yapımı film, sonrasında seri haline geldi. ama numaralı olanlarda iş yok. filmin şarkısı queen'in gitaristi brian may'e ait. freddie mercury ile birlikte söylüyorlar. parça queen'in aynı yıl çıkan it's a kind of magic albümünde de yer aldı. youtu.be/...
chariots of fire- 1981 yapımı filmde 1924 olimpiyatlarında yarışan iki atletin hikayesi var. vangelis'in filmle aynı adı taşıyan parçası çok tanıdıktır. trt belgesellerinde filan bolca fon müziği olarak kullanıldı sonradan. youtu.be/...
1492 conquest of paradise - vangelis demişken, ridley scott'ın amerika'nın keşfinin 500. yıldönümü için yaptığı filmi ve müziklerini unutmayalım. youtu.be/...
zorba the greek - anthony queen'in başrolde oynadığı 1964 yapımı bu kazancakis filminin theodorakis tarafından yapılan müziğini duymayan yoktur sanıyorum. youtu.be/...
sinema filmi değilse de çok uzun soluklu bir belgeselin bölümleri boyunca ezbere aldığımız kitaro'nun "silk road" fon müzigini de zikretmeden geçemiyoruz. youtu.be/...
Xavier Dolan'ın 2014 yapımı 'Mommy' adlı filminin en güzel sahnelerinden birinde 'on ne change pas' çalmakta. Sanki bu şarkı için çekilmiş bir sahne. Duygusal olarak hayli yoğun bir film, ve bu sahne öylesine eğlenceli ki, film bitince geriye bu sahne kalıyor, ve celine dion.
Şarkı, değişmeyiz biz anlamında. Ve bu çok güçlü bir şekilde kalbine oturuyor insanın bu filmde. Değişim öylesine yakın ve bazen kolay ki, ve değişebilsek keşke. Oysa biz "değişmeyiz."
Uçakta pencereye kafamı yaslayıp yeryüzünü seyrederken dinlediğim bir albümden aldığım keyfi aynı albümü E5 trafiğinde milim milim ilerlerken emniyet şeridinden yardırıp beni geçen zibidilere direksiyon başından ana avrat söver, önlerine direksiyon kırmaya çalışırken dinlersem alamayabilirim. Yine aynı şekilde, o anki sinirimi bastırmak -ya da körüklemek- için araçta basları kökleyip camları titreterek dinlediğim müzikten aldığım keyfi de aynı şeyi evde kafam hafif iyi, ayaklarımı sehpaya uzatıp dinlerken alamam. Fakat bazı albümler koşullara edilgen değil, halet-i ruhiyem üzerinde etkendir ve benim için saygı duyulası başyapıtlar işte onlardır.
Müzik eleştirmenleri geçtiğimiz seneyi son derece bereketsiz, kurak bir yıl olarak nitelendirseler de ben aynı kanıda değilim. Heartless Bastards’ın Arrow’u, Jack White’ın Blunderbuss’ı, Grizzly Bear’ın Shields’i, Swans’ın The Seer’i, Death Grips’in Money Store’u az önce bahsettiğim tipte mod değiştiren gümbür gümbür albümlerdi. Fakat bunlar içinde benim tercihim -kafamda en ufak bir şüphe bile olmadan söyleyebilirim ki- Archive’ın With Us Until You’re Dead’i.
Her şeyden önce Archive’ı sadece bir müzik grubu olarak nitelendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Archive standart bir müzik grubundan çok kolektif sinerji yaratan bir müzisyenler topluluğu. Yaşayan, canlı bir organizma gibi her albümde farklı işbirlikleriyle enteresan ve yenilikçi işler çıkartan ilginç bir oluşum. Nitekim ekibe katılan her yeni müzisyenin farklı şeyler kattığı Archive’ın 18 yıllık müzik kariyerinde trip-hop’tan post-rock’a, elektronika’ya kadar uzanan geniş bir janr aralığı var.
2009’da piyasaya çıkan ve bence grubun en -ve tek- başarısız albümü Controlling Crowds’un ardından Archive’ın gidişatı beni endişelendirmişti, ama neyse ki yaz sonunda piyasaya çıkan With Us Until You’re Dead (WUUYD) ile modifiyeli 2012 model Archive da gün yüzüne çıkmış oldu.
Albüm aslında bir Archive seçkisi gibi. Trip-hop’tan progresif ve saykodelik rock’a, hatta elektronika’ya kadar uzanan oldukça farklı türlere dahil edilebilecek son derece karanlık tınılara sahip. Fakat WUUYD’yi özel kılan şey tüm bu birbirinden kopuk gibi duran janrları karman çorman bir halde değil son derece derli toplu, 12 şarkının kusursuz bir bütün oluşturacağı şekilde dağıtması. Yani önce düşük bpm’de bir trip-hop dinleyip ardından senfonik bir progresif rock şarkısı gelmiyor. Tüm bu janrlar arası gidiş gelişler aynı şarkının içinde olabiliyor. Bunun en önemli örneği albümün açılış şarkısı olan Wiped Out.
Pollard Berrier’in tüyleri diken diken eden akıl almaz vokallerine zaten Lights albümünden aşinayız, bu albümde de uçmaya ve uçurmaya devam ediyor. WUUYD’de ayrıca Holly Martin’in kadın vokal olarak başta Hatchet ve Violently olmak üzere çıkardığı performansa şapka çıkartmak gerek.
Violently, Wiped Out, Hatched, Damage, Conflict ve Interlace albümün ele başı şarkıları olsalar da bu altının dışında kalanlardan da boşa atışmış kurşun yok. Şarkılar arasındaki geçişler de düşünüldüğünde 12 şarkı (bonuslarla beraber 14) tek bir şarkıymışçasına başlayıp (her ne kadar bir Archive klasiği olarak 6-7 dakikalık bolca şarkı olsa da) bir çırpıda bitiyor. Bu nedenle albümü sakın shuffle modunda dinlemeyin.
Sonuç olarak WUUYD bence, Radiohead’in vizyonuna, UNKLE’ın ve DJ Shadow’un çok yönlülüğüne, Black Angels’ın karanlığına, Pink Floyd’un anıtsal eserlerini hatırlatan epik öğelere sahip -Archive’ın kendi müzikal geçmişinin olmasa da- yılın en iyi albümü… – Meriç Funda.
Esbjörn Svensson Trio – 301
Cemal Süreya’nın her defasında kendini kanıtlayan dizelerinde dediği gibi “Her ölüm erken ölümdür.” Esbjörn Svensson’un 2008’deki ani ölümü de birçok insana yine bu hissiyatı yaşattı. Kurduğu E.S.T. ile İskandinav cazına bambaşka bir boyut katan, elektronik, rock ve klasik müzik türleri ile cazı şahane bir şekilde kaynaştıran müzik dehası sadece 44 yaşında bir dalış kazasında hayatını kaybetti.
Esbjörn’ün ölümünden sonra E.S.T. doğal olarak varlığını sürdüremedi. Grup üyelerinden Dan Berglund ve Magnus Öström müzik kariyerlerine solo olarak devam ettiler. E.S.T.’yi dinleyicileri ise Esbjörn’ün ölümü kadar müzikal olarak pek muadili olmayan grubun dağılışına da üzüldüler. Grup 2008 yılından sonra bir best of albümü çıkardı. Tabi bu best of albüm kimseyi kesmemişti. Ardından da Hamburg konserlerini piyasaya sundular. 2012 başlarında ise uluslararası caz dergilerinde E.S.T.’nin yeni şarkılardan oluşan bir albüm çıkartacağı söylentisi yayılmaya başladı. Peki bu nasıl mümkün oluyordu? Esbjörn hortlamadığına veya ekibe yeni bir piyanist katılmadığına göre bu albüm nasıl hazırlanacaktı?
2007 yılında Leucocyte albümünün üretimi esnasında Sydney’de stüdyoda takılırken yapılmış 9 saatlik kayıtlardan derlenmiş bir albüm 301. Adını da çalıştıkları stüdyodan alıyor. 2011 yılında Berglund ve Öström tarafından bu kayıtlardan bir albüm yapma fikri ortaya çıkıyor. Albüm tam bir E.S.T. albümü. İçerisindeki parçalar farklı tonlarda ve yine bir çok deneysel öğe taşıyorlar. Müzikal kalitesini tartışmanın zaten manasız olacağı 301 albümünde Three Falling Free Partt II benim favori parçam. Açıkçası albümün müzikal değerinden ziyade bence manevi değeri arkasındaki trajik hikayeden dolayı daha önemli. 301, daha çok fazla yapacak şeyi varken hayata veda eden güzel adam Esbjörn’e yakışan bir veda olduğu için bence yılın albümü. Ekşi Sözlük’te Piyade rumuzlu arkadaşın E.S.T. için yazdığı gibi: “Tanrının biz fanileri sınadığının resmidir. Önce ağzınıza bir parmak bal çalıyor. Sonra siz tam aman ne güzelmiş derken yeter bu kadar diyor. Hiç adil değil.” – Kerimcan Akduman
Cloud Nothings – Attack on Memory
Eğer 20 yaşındaysanız ve yeni albümünüzde Steve Albini ile çalışmaya karar veriyorsanız gürültüden şikayet edemezsiniz. Dylan Baldi de bunu biliyordu. Zaten şikayet ettiği de ses olmadı. Üçüncü albümündeki Albini dokunuşunu kabul ediyor fakat ünlü prodüktörün genelde stüdyoya gelip bilgisayarda oyun oynadığından yakınıyordu. Yanan gitarlar, hala bulmaya çalıştığı vokali ile birlikte hafızaya tecavüz ederken onun da şikayet etmeye ihtiyacı vardı.
Attack on Memory, yaşamak için unutmak zorunda olduklarınızı yüzünüze fena halde çarpıyor. Burada kural, hatırlamamak. Unutun. Geçmiş yok. Aslında bir gelecek de olmayacak. 5 dakika sonra dandik kulaklığınızın sol tarafı bozulacak ve siz bunu umursamayacaksınız. Cloud Nothings’ten ancak böyle keyif alabilirsiniz. Hiçlik, hiç bu kadar keyifli olmamıştı. – İnan Özdemir
Sharon Van Etten – Tramp
Sharon Van Etten’ın hikayesindeki kırılmaları imleme işini geçen haftaki seçkide Cem Ünalan üstlenmişti. Ben sadece 2012’de yaralarımın en derinlerini gören albümü, onları iyileştirme yolunda bana en kuvvetli şekilde koltuk çıkan yazarın sözleriyle anlatmak istedim.
“This Is How You Lose Her” içindeki dokuz öykünün her birinde Junot Diaz, aynı torbadan çekilmiş oldukları açık olan ümitsiz aşkları ele alıyor. Yersiz sanrılar görmene bir an olsun izin yok, bunun için sana sebep veren bir şey bulamayacaksın. Başından beri orada duran ümitsizliğin etki gücünü artırmak için ucuz numaralara başvurulmayacak. Kötü bir güne uyandığından eminsin ve ikinci bir emre kadar o günün içinde tıkılı kalmaya mecbursun. Bugüne dek zamanın akışıyla ilgili edindiğin/edindiğini sandığın bilgilerin hiçbir geçerliliği yok, sadece o emri bekliyorsun. Ümitsizce. Yolun sonunda bir teselli bulduğunu düşünüyorsun. Teselli, yolun bir sonunun olmaması.
“Ana Iris bir keresinde ona aşık olup olmadığımı sordu. Ona bir zamanlar yaşadığım şehir merkezindeki evin ışıklarından bahsettim, nasıl kırpıştıklarından ve hiçbir zaman sönüp sönmeyeceklerini tam olarak kestiremediğinden. Elindekileri yere koyardın ve beklerdin ve ışıklar karar verinceye dek gerçek anlamda hiçbir şey yapamazdın. Bu, dedim ona, onunla ilgili ne hissettiğim.” – Cem Pekdoğru
Robert Glasper Experiment – Black Radio
Black Radio kendine has bir albüm. Hangi müzik türüne daha yakın olduğunu söylemek bile zor. Belki de zamk vazifesi üstlenen yegane element Robert Glasper. R&B, jazz, funk, soul, hip hop… Hepsi Glasper’ın müzikal atmosferinde geniş kanatlarını açıyor.
Her sene farklı müzik türlerini birleştirmek amacıyla yola çıkmasına rağmen aynı ağaca selobantla elma ve armut yapıştırmaktan öteye geçemeyen yüzlerce gruba rastlıyoruz. Black Radio’yu farklı kılan, tutarlı bir müzik dili etrafında şekillenmiş olması. Experiment Band ve Robert Glasper’ın yarattığı dingin ama enerjik doku albümdeki tüm diğer isimlere sirayet ediyor; hip hop kültürünün demir leblebilerinden Lupe Fiasco ve Mos Def, Afrika’dan Dünya’nın her köşesine hayali seyahatler düzenleyen Stokley Williams, senelerdir eşsiz sesleriyle hayranlarını büyüleyen Lalah Hathaway, Erykah Badu, Chrisette Michele, Ledisi…
Albümün yeterince hip hop olmadığını düşünebilirsiniz ama Black Radio’nun öyle bir derdi yok zaten. Gettolardan kiliselere, zindanlardan Beyaz Saray’a dek siyah müziğin ayak izlerini takip etmek değil, yalnızca her şarkıyı egodan sıyrılmış bir titizlikle ele almak istiyorlar. Hem şarkıları yeterince urban bulmayanlar, efsanevi prodüktör Pete Rock’ın ellerinden çıkan Black Radio Recovered’a da göz atabilirler.
Black Radio’nun hip-hop camiasına yeni bir ivme kazandırabileceğini söylemek imkansız ama Robert Glasper deneyiminin gittikçe daha da ilginç hale geldiğine şüphe yok. – Atlas Sepet
Jack White – Blunderbuss
Son 10 yılın en üretken isimlerinden, proje adamı Jack White’ın bu seneye kadar solo albüm yayınlamamış olması şaşırtıcıydı. The White Stripes’ta iplerin -soyadını hala taşıdığı- eski eşi Meg White’ın elinde olduğunu ve ancak şimdi tamamen kendine ait şarkılar yapabildiğini söylüyor White. İlk defa içini bu kadar açıyor (Bkz. Hip (Eponymous) Poor Boy), deliliğini sakınmıyor. Bir ona çakıyor bir buna. Tam bir ipini koparmışlık içinde lafını esirgemeden, yoluna çıkanı devire devire yürüyor ve buna tanık olmak çok hoşuma gidiyor. Şarkılarda hayaleti gezinen, White’a albüm boyunca işkence eden o güçlü, gaddar kadın karaktere kapılmamak (adeta Irene Adler) mümkün değil. Her yerde iğrendirici biçimde idealize edilen, adına “aşk” denen hadisenin insanı kepaze eden karanlık taraflarından bahsedilmesi bu yapış yapışlık dünyasında biraz nefes almamı sağlıyor. Gitar, piyano ve Jack White’ın çatallı sesinin hayat öpücüğü verdiği gospel, blues ve rock’n roll en ısırıcı haliyle karşımızda. Blunderbuss baştan sona hızı kesilmeyen bir lokomotif gibi, tansiyonu düşürmeden ilerliyor ve hedefi vuruyor.
White’a konserlerde eşlik eden, biri tamamen erkeklerden, diğeri kadınlardan oluşan iki grup var. İkisi de canavar gibi çalıyor şarkıları. Jack White ise mavi ışıklar altında bir maestro gibi Amerikan müziğinin soyağacını temize çekiyor. Bu yaz Roskilde’de Jack White ve Bruce Springsteen’i art arda izledikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim: Springsteen hepimizin patronu ama White’a da en azından bir kaptanlık yakışır. – Artemis Günebakanlı not: alıntıdır, ben hepsini tek tek dinleyip bayılmıştım, direkt aktarma istedim.
Başıma bir şey gelmeyecekse masumlar apartmanı soundtrack’ine taktım.
Kendimi dinlerken dizi karakterinden biri gibi falan sanıyom.
Kendi kendime ağlayabiliyorum.
Titanic The fountain Amelie Kill Bill Karayip korsanları Yüzüklerin efendisi ...
Tüm bunların müzikleri süper eyvallah da Yeşilçam film müzikleri bir başka be arkadaş. Ne bileyim aşık olduğun kadının, "ben mi daha güzelim yoksa Emma watson mı?” diye sorduğunda vereceğin cevap gibi... (Kristen Stewart xd) Yani onlar güzel de sen bir başka güzelsin be Yeşilçam. Çal da yabancı film müzikleri, müzik görsün be yeşilçam!
benim için bunlardır; canım kardeşim- cahit oben www.youtube.com/... ya ya ya şa şa şa - oğuz abadan www.youtube.com/... köprü- cahit berkay www.youtube.com/... ( köprüler, insanları kavuşturmak için yapılır, bu köprü ise bizi ayıracak ali'm) necla nazırın repliği katillerde ağlar- www.youtube.com/... ( Hıncını aldın mı güzel kız yıkılan hayallerin kurtuldumu, hadi devam et. Baban bu işi çok iyi bilirdi. Baban nasıl adam öldürülür öğretmedimi sana Örgütün başı olduğunu söylemedimi. Yaşadığın bu güzel hayatın parası nerden geliyor diye sordunmu hiç artık sorma güzel kız, çünkü çok geçç) cüneyt arkının repliği sevmek zamanı-www.youtube.com/... (Halil: Resminle benim aramdaki bir durum, seni ilgilendirmez. Ben senin resmine âşığım. Meral: İyi ama âşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim. Halil: Resmin sen değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın. Meral: Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor. Halil: Evet. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyen sahip olmak için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor. Ve ebediyen bakacak.) müşfik kenter-sema özcan diyaloğu