hasan ali toptaş, 1958 yılında denizli'nin çal ilçesinde doğdu. 1975 yılında liseyi bitirdikten sonra uşak meslek yüksek okulu'na girdi. 1980 öncesinin kargaşasında okula ancak bir yıl devam etti ve öğrenimini yarıda bıraktı. 1981'de, çivril vergi dairesi'nde veznedar olarak çalışmaya başladı. 1985'te maliye bakanlığı'nın iki yıllık kurs sınavını kazanıp mesleki öğrenim görmek üzere ankara'ya gitti. 1987'de, o güne dek çeşitli dergilerde çıkan öykülerini "bir gülüşün kimliği" adlı kitapta topladı. 1988 yılında "yazıt" dergisinde yer aldı. aynı yıl, maliye bakanlığı'nın kursunu bitirip sincan vergi dairesi'nde icra memuru olarak yeniden göreve başladı. 1990'da, ikinci öykü kitabı "yoklar fısıltısı"nı yayımladı. "ölü zaman gezginleri" adlı öykü dosyasıyla 1992 yılında çankaya belediyesi ile "damar edebiyat dergisi"nin düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü kazandı. aynı yıl "sonsuzluğa nokta" adlı yayımlanmamış romanıyla kültür bakanlığı'nın düzenlediği yarışmada mansiyon aldı ve bu eser kültür bakanlığı tarafından yayımlandı.
1994 yılında "gölgesizler" adlı yayımlanmamış romanıyla yunus nadi roman ödülü'nü aldı. gölgesizler'in yayımlanmasından sonra 1996'da "kayıp hayaller kitabı" adlı romanı yayımlandı. ardından, "bin hüzünlü haz" adlı romanını yazdı ve yine bu kitabını da yayımlatacak yayınevi bulamadı. yazarın her kapıdan geri çevrilen bu romanı, sonunda adam yayınları tarafından kitaplaştırıldı ve roman, 1999 cevdet kudret edebiyat ödülü'nü aldı. ertesi yıl, aynı roman, marmara üniversitesi iletişim fakültesi öğrencileri tarafından en iyi roman ödülü'ne değer görldü. hasan ali toptaş, halen sincan malmüdürlüğü'nde memurluk yapmakta ve yazı yazmaya devam etmektedir.
******
"içine doğduğumuz dilin içinde atalarımızın ayak izlerinin, onların maceralarının, seslerinin ve sessizliklerinin olduğunu ve bütün bunların da bir nehir gibi genlerimizde aktığını düşünüyorum. dolayısıyla benim için dil sadece kelimelerden ibaret bir şey değil. iki kelime arasındaki boşluk bile dile dahildir, çünkü o boşluk o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur."
******
"...öyle sağlam duvarlar örer, öyle iyi ustalar oluruz ki zamanla içimize ördüğümüz duvarlar gün gelir ete kemiğe bürünür. kolları bacakları gözleri hisleri ve lisanları da olur. biz gittikçe üstümüze gelen ya da önümüzden iki adım gerileyip üzerimize bir adım gelen. onları noksanlıkların harcından yaptığımızdan öyle sağlam ve görkemli olurlar. dokunamadıklarımızın teninden, gidemediklerimizin uzaklığından, söyleyemediklerimizin dilinden, göremediklerimizin özleminden, gölgelerimizden yaparız o duvarları ve gün gelir bizden de akıllı olur iç duvarlarımız. korkularımızı, endişelerimizi kuytularımızı iyiden iyiye bürünürler ve hükmetmeye başlarlar ustalarına. ustalar eğilir duvarlarının önünde ona sunaklar adar ve çoğaltır yeni noksanlıklarla duvarın boyunu posunu, karartır rengini giderek. çeviririz hayatımızı iç ellerimizin ustalığıyla ördüğümüz iç duvarlarla. sonra yıkmak öyle kolay da olmayacaktır yine ustalık isteyecektir öte tarafı görmek duvarlarını aşmak. bildiğin her şeyi unutmak ya da noksanlıkları biriktiren o ustayı artık öldürmen bile gerekebilecektir. bir iç intihar da denebilir buna. o ustayı o duvara adanan son noksan olarak. ustadan pencere devşirerek."
******
"herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara göz ucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor."
- 1992 kültür bakanlığı roman ödülü (mansiyon) (sonsuzluğa nokta)
- 1992 çankaya belediyesi öykü ödülü (ölü zaman gezginleri)
- 1994 yunus nadi roman ödülü (gölgesizler)
- 1999 cevdet kudret edebiyat ödülü (bin hüzünlü haz)
- 2006 orhan kemal roman ödülü (uykuların doğusu)
- 2013 sedat simavi edebiyat ödülü (heba)
Güvenlik kamerası vs yoksa tacize delil göstermek çok zor, ama birçok kişinin "benim de başıma geldi" demesi bir "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" dedirtiyor. Ha bu edebi değerini küçültür mü? ece ayhan'ın kaymakamlığı sırasında bir çocuğa saldırdığı ve bu yüzden memuriyetten ihraç edildiği iddiası, cemal süreya'nin beraber olduğu kadınlara şiddet uygulaması onları çöpe attırdı mı ki tacizci olması hasan ali toptaş'ı bir kalemde sildirsin(dostoyevski örneğini herkes verecek ben yerli edebiyattan yürüdüm)?
hakkındaki taciz iddiaları ile ilgili dün muğlak bir özür yayınlayan yazardı, everest yayınları, bugün itibari ile bundan sonra kendisi ile çalışmayacaklarını belirtti.
bugün kötü bir gün geçiren çağdaş yazarımız. önce, trt 2 için verdiği bir röportajda çeviri bir eser okuyacakken genç çevirmenlerin işlerini tercih etmediğini ifade ettiği için genç çevirmenler ve genç çevirmenlerin işlerini destekleyen okurlar tarafından kınandı. daha bu kınamaların çok taze olduğu bir saatte üzerine bir de tacizci damgası yapıştırıldı, twitter kullanıcısı birkaç kadın birbiri ardına kendisinin özellikle kendileri de yazmaya düşkün genç kadın okurları duygusal olarak istismar ettiğinden dem vurarak taciz anılarını anlatmaya başladılar. iddiaların bazıları birinci şahıs ağzından, bazıları ise "bizim bir arkadaş" kıvamında devam etmekte. sosyal medyadaki kanıtsız ve anonim linç akımlarından etkilenmeyen, yazarı eserinden ayırabilen bir okuru olarak şaşkınlıkla izliyorum. yine bunlardan bağımsız olarak, kendisinin bir okuru olarak romancılığını o kadar da beğenmem, dili şahanedir ama edebi dil de her şey değil, eserlerine denk geldikçe sıklıkla dili için okuduğum, fakat özel olarak romancılığı için tercih etmediğim bir yazardır, bakalım hakkındaki iddialar mesnetli çıkacak mı, mesnetsiz çıkarsa da "ne de olsa anonim olan" iddia sahipleri acaba özür dileyecekler mi, ilginç bir edebiyat gündemi dönüyor, çevirmen tercihiyle ilgili konuda yorum yapacaktık, nerelere düştük.
editle gelen ek: ben girdiyi yazana dek adıyla sanıyla açık açık iddiaları destekleyen hatta kendileri de edebiyat dünyasından bazı kadınlar da olmuş...
pelin buzluk'un bir öyküsünü kendisine atfetmesi, iddiaların bulanıklığı hakkında en çok konuşulan olguydu, pelin buzluk kendi beyanında bunu yanıtlayıp "taciz olayından sonra ithafı diğer baskılardan kaldırttım," demiş. yine kendi muğlak özrü de iddiaları kabul ettiği anlamında yorumlanan ve bulanık kalan bir diğer olguydu, hasan ali toptaş da o konu hakkında "ben farkına varmadan kırdıklarımdan özür diledim ama herhangi bir taciz iddiasının gerçekliği yoktur," demiş.
Kelime yığınlarıyla ne anlattığı bir çok okur tarafından anlaşılmayan, mistizimle okuyanı gerçeklikten koparan yazar.
Övgüler düzenlere göre Türkçe'yi çok iyi kullanıyormuş. Ee, yani? Cümle var anlam derdi yok! Okuduklarımın nasıl anlattığı kadar ne anlattığı da önemlidir benim için. Kavrayamayarak kafamı karıştıran değil, vizyon kazandıran, öğreten kelime dizileri okumak isterim. Üzerine düşünüldüğünde deşifresi yapılamayan bir metin kuru kalabalıktan başka bir şey değildir bana göre. Edebiyat ne demek istediğini yazmak değil midir? Edebiyat, okuyanda duyarga yaratmalı, olumlu yönde değişiklik sağlamalı. Kişisel ve toplumsal deneyime katkı sunmalı.Toptaş'ın yazdıkları bu minvalde değil bana göre. (hasan ali toptaş bundan sonra "h.a.t." olarak anılacaktır)
İki gün önce sözlükte hakkında düzülen övgüleri okuyunca, hat' ın pazarlamacısı Prof. Yıldız ecevit'in "gecikmiş Türk romantizminin başyapıtı" diye ifade ettiği Bin Hüzünlü Haz kitabının pdf'ni okumaya başladım. Öncesinden taylan kara'nın kitabından ve farklı kaynaklardan edindiklerimden h.a.t. hakkında olumsuz bir malumatım vardı. Bu irdelemelerin nedeni Kitabını da okuyamayınca(!) daha iyi anlaşılıyor.
Kitabın ilk cümlesi: “Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor.” okuduğumda hemen "suçtan arınmış bir insan mümkün mü?" sorusu dürttü beni.
Gelin bir de aşağıdaki metne bakalım birlikte.
"Bütün bunlar birkaç dakikada olup bitiyor tabii ve her şey sona erip de gerçekler kafama bir kez daha dank edince, ben gene olanca yenilmişliğiyle koltuğuna oturup ekrandaki kanlı cinayet görüntülerini seyreden, etrafı beyaz duvarlarla çevrili, sümsük bir Alaaddin'e dönüşüyorum. Reklam filmlerinden oluşmuş korkunç bir sağanağın altında şemsiyesiz devleşen eşyalar diyelim değil kaçamıyorum ağızlarını açmış ince belli çamaşır makineleri ahu dilli kasetçalar diye ben buna şehla gözlü televizyonlar falan futbolcu dün şiddetle öksürmüş eyvah kaçamıyorum yok sözde içim boşalıyor yoksa ben dar kalçalı buzdolapları markasındanım asla kaçamıyorum bakire koltuk takımları podyum şirinleri feşmekân futbolcuda oh şarkıcının dalı narindir bu yıl benim yılım olacak demiş ve bakın benim yarınım fritöz deyince yok nice eksi kızlar arasında biri gibi zonkluyorum yok açamıyorum mu yok kendin için böyleyledin sende insan olarak karanlık hayallerindeydin ki, sonra, işte o cesetlerin arasında yüzlerine sıvanmış yapay bir hüzünle dolaşarak bir yandan haber yakalamış olmanın sevincini örtmeye, bir yandan da seyircilere balta, bıçak, ip ya da tabanca gibi cinayet aletlerini olanca korkunçluğuyla göstermeye çalışan televizyon muhabirleri, mikrofonlarının kordonlarını hızla toplayıp gidince, ekrana bu kez de birdenbire sulu şakalar üstüne kurulmuş, eften püften filmler üşüşüyor."
Yukarıdaki metin iki cümleden oluşuyor. İkinci cümle ile buna "ve" bağlanmış üçüncü cümle 100'den fazla kelimeden oluşuyor (kelime sayısını 100'e kadar saydım bıraktım). Sonu gelmeyen bu kelime zincirlerinin Ne anlattığını anlayan varsa bir zahmet bana da anlatsın. H.a.t.'ın romanları ile ilgili okur yorumlarına baktığınızda genelde "ne anlattığından çok nasıl anlattığına odaklanılmalı" gibi zorlama yorumlar yapıldığını görürsünüz. Bir kitap sonunda bu cümleyi kurmak için mi okunmalı? Ya olay örgüsü?... "Dil ustası" vurgusu yapılan yazarın bu kitabında başlangıç- gelişme-sonuç diye tanımlayabildiğim bir olay göremedim.
Dili neresinden tutacağını iyi bilen (bu da benim değil, h.a.t.'ı göklere çıkaran bir eleştirmenin ifadesi) bu yazardan okudukça anlam çıkaramadığım bazı cümlelerle devam edelim.
"kimi zaman terasa çıkıp dumansı kıpırtılardan oluşmuş kemik sarısı bir göğün altında hem kararsız adımlarla gezinir, hem dalga dalga uçuşan Alaaddin’in sesini dinler, hem de onu görebilmek için çok aşağılarda kalan şehre doğru sık sık başımı çevirip heyecanla bakarken..." "dumansı kıpırtı" ne ola ki?
"Hikâyeden çok hikâye görme arzusuna benzeyen, belli belirsiz, küçücük küçücük hikâyelerdi bunlar."
"Kimi zaman, bazı ayrıntıları örten sesten bir örtü. Kimi zaman, nefesi sararmış yaprak çıtırtılarına benzeyen, içler acısı bir son." sararmış yaprak çıtırtısına benzeyen nefes?
"Ateşlerin tepesinde de, yolunmuş sakallar gibi tel tel uçuşan dumanlar" dumanlar neden yolunmuş sakalla ki?
Yeter bu kadarı. Bana fenalık geldi eklerken. Okuyanı da düşünmeli...
edebiyatta, dış dünyanın olgu ve nesneleriyle benzerlik temelinde bağlantı kurmak babında imgelerin kullanıldığını; Yine edebiyatın psikolojinin, sosyolojinin, felsefenin alanında çokça dolaştığını bilecek kadar okur oldum. -Cepte bu bilgiler dururken- h.a.t.'ın, Arayış temalı, Psikoloji türünde yazdığı bu kitabında yer alan imge yığınlarının birbiri ile ilişkisiz olduğunu, okurda belirsizlik oluşturduğunu görebilirsiniz. Bu belirsizliğin yol açtığı bilinmezlik boşluğunda okura anlam çoğaltma serbestliği sağlamış. Bildiğin, insanı kör bir sokakta belirsizliğin ve boşluğun içine bırakmış.
Forbes dergisine göre 2016 yılında en çok kazanan yazarlar arasında 12. sırada imiş. Cirosu 2 milyonu geçmiş. Bizim halkımıza göre Çok satanlar rafında yer alıyorsa bir kitap iyidir, çok satan gazete iyidir, çoğunluk tarafından izlenen film iyidir... Öyle bir doğru yargı ki yıllardır halkın en çok beğendiği yönetim anlayışı ile yönetiliyoruz(!)
Israrla h.a.t. Kitapları okuyacaklara tavsiye; aklınızı iptal eder, sorgulamayı bırakırsanız bol bol büyülenirsiniz. Onun dışında boş boş okur, kıymetli zamanı kaybedersiniz.
Sonu, elsa morante'nin "insana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir" sözüyle getireyim.
Hasan Ali Toptaş tanımlanması en zor yazarlardan biridir. Türkçe dilini daha iyi kullanan başka bir yazar okumadım. Hasan Ali Toptaş hiç bir yanlışlık yapmadan kullandığı Türkçe'yi (sokakta kullanılan argo da dahil) dönemsel olarak yaşayan haliyle kullanır, dahası bile isteye -bence- hata olarak nitelenmeyecek "yenilik"ler yapar. Bu subjektif yorumu önemsiz bırakacak asıl benzersizliği, yazdığı düz yazının başka bir örneği olmayan akıcılığıdır. Belki bir sayfa nokta kullanmaz (tek cümle) ama bazen art arda iki kelime sonunda virgül kullanır, onları da tam yerinde kullanır. İsterse bir sayfalık metinde üç farklı zaman diliminde geçen eylemleri birbirlerinin içine sokarak ama aynı zamanda ayrı ayrı hikayeleştirir. Bunları yaparken ne duruluk bozulur ne de anlamsızlık olur. Anlamak isteği bile hissetmeksizin okursunuz, daha doğrusu içinize üfleyerek anlatır ne yazdıysa. Kendi söylemiyle bir virgülü koyacağı yeri, yeri gelir iki gün düşünür. tamlamalar kullanır, belki okuyana dek hiç duymamış olduğunuz, ya da bir zaman geçişini bitirirken başka birini başlatmıştır sadece bir kaç kelimeyle. tüm bunlar sadece biçimidir, sahnesinin dekorudur (baştan başa benzersiz ve harikuladedir ayrı), ama asıl, yazı* tüm haliyle öyle saf, öyle derinliklidir ki duyguları sanki cansız nesnelermiş, resimlenebilirmiş gibi hale sokar ve kelimeler değil o resimlere bakarmış gibi olur okuyan.
işte tam da bu yüzden asla başka dillere "yazıldığı" gibi çevrilemez. İşte tam da bu yüzden iyi ki türkçe biliyorum dedirtir bana.
Toptaş tıpkı katagorize edilemeyecek şeyler gibi herhangi bir şekilde listelenemez, sıralanamaz, belki sıfatlandırılamaz bile.
kişisel olarak şöyle tanımlarım, ben eğer bir yazar olsaydım ve salman rushdie'yi okusaydım kıskançlıktan yazarlığı bırakırdım; Toptaş'ı okuduktan sonra ise varlığımı sorgulardım.
Süper gücü dili kullanma şekli olsa da tam bir varoluşçu olması da önemli bir özelliğidir.
Kitaplarında rüzgarın savurduğu yaprak misali oradan oraya düşe kalka gidersiniz. Her haliyle naiftir ki buna günün argo anlayışını yansıtması bile dahildir.
Herhangi bir kitabı ismine bakılmadan alınabilir, her eseri değerlidir.
Insan her türlü dalavere çevirebilme kapasitesine sahiptir. eserle yazarı aynı konuma atmak çok da akıl işi değil. tecrübeyle sabittir ki, çok sevilen müzisyen ya da sanatçı hayran olunan birisine yaklaştıkça bütün olumsuz özellikleri ortaya çıkar, hayal edilen kişilik özellikleri suya düşer. o derin anlamlar ile o derin anlamsızlıklar arasında çok da büyük mesafeler yok hayatta.
Bir çırpıda alelacele piyasadan silinen yazar. emrah serbes'in elini kolunu sallayarak dolaştığı dünyada hakkında açılmış tek bir dava olmamasına rağmen kimsenin kitaplarını basmadığı tabiri caizse vatansız bırakılan yazar. Yazdıklarını çok ağdalı bulsam da ortada ciddi bir haksızlık olduğunu düşünüyorum.
severek okuduğum yazar.
lakin romanlarını çok severek okusam da bazılarında, bazı karakterlere öyle cümleler kurduruyor ki tüm gerçekçiliği alıp götürüyor. o cahil kadıncağız bu cümleyi kurar mı hasan emmi, diye soruyor insan.
romanlarını oluştururken temel kaygısının yazmaktan ibaret olduğunu düşündüğüm; bir düşünceyi, duyguyu yazı yoluyla geçirmeyi ve anlamı ikinci plana atan yazar kişisi. simgesel anlatım tekniği ve benzetmeleri işlevsiz bir yoruculuğa sahip ve bütünlüklü değil. dilini sevmiyorum, tamlama, edat, bağlaç, ikileme tercihleri akıcılığı, duruluğu bozuyor. daha karmaşık, karışık desem daha doğru olur, bir anlatım sunmak için anlamı feda ediyor.
iyi bir romancı olan arslanoğlu'nun 'uykuların doğusu' adlı eseri için eleştirisini köşeye bırakayım. www.insanbu.com/...
dilin içinde kendi kendini okşayarak mırıldanan bir yazar benim için hasan ali toptaş. kurak edebiyatımız içinde yeşeren nadir bitkilerden biri olsa da, bugünkü rezillikler üzerine şunu artık umarım herkes öğrenir. sanatçı şerefsiz olur. hanımlar, beyler, genç kızlar, körpe oğlanlar. lütfen dikkat buyurun: aslanın inine iniyorsunuz. aslan bu, ısırır, tırmalar. sanatçıyla yazarla şaka olmaz. ısırır, tükürür, eller, bacına söver. sağı solu belli olmaz. borç ister, geri ödemez. sırrını verirsin, gider arkandan alay ederek aleme faş eder. o minnoş yazar, teke tekte olur bir ejderha. aman diyeyim. şaşırmayın böyle şeylere ve kendinizi sakının. gübrenin bokun çokça olduğu yerler verimli olur, sanatçı bitkisi oradan gür çıkar. please. kırdırmayın o billur yüreciklerinizi.