1. yaştan bağımsız olarak "anlık olarak insanın ağzına sıçıverecek" iki şeyden biridir. diğeri de, sebepsiz ya da karşılıksız aşktır.

    bu gece ortaokul yaşlarımdan beri tanıdığım, araya uzun süreli iletişimsizlik girse bile ayrı kalmaya dayanamadığım arkadaşımın düğününe gittim. bazı şeylerin değeri yıllarla ya da zamanla anlatılamıyor. "o benim 2 milyon yıllık arkadaşım" dediğin kişinin damat olduğu, müstakbel gelinin de seninle arasının nefis olduğu, düğün sahiplerinin arkadaşlarının çoğunluğu oluşturduğu bir ortamda şişenin dibinin gerçekten de bir önemi olmuyor. 2. duble rakının sertliği hakkında göz ucuyla yorum yapabilecek kadar seni tanıyan, bünyen alkol ihtiva etmezken de 2 cümleyi takılmadan kuramadığın zamanları senden daha iyi bildiği için o 2 cümleyi henüz ilk dublen masaya servis edilmemişken ve elbette ki sen takılmaya devam ederken soluksuz olarak dinleyen, seninle fiziksel ya da sözel teması yıllar içinde en aza inmiş, sonradan edindiği arkadaşlarıyla olan irtibatı ise tavan yapmış olsa bile seni gene de gelin ve damatın karşısındaki yerlere konumlandırabilecek, senin düğüne katılacağını bildiği için şarkı listesine özellikle senin adına yazılmış, tüm türkiye'nin ezbere bildiği şarkıyı koyabilecek (ve bu şarkı çalmaya başladığı anda tüm düğün ahalisinin oturduğun yerde sana bakmasını sağlayabilecek) kişi benim en uzun süreli arkadaşlarımdan biriydi. zaten gelinle de, damat kadar olmasa bile, ortak ilgi alanları sebebiyle iyi bir iletişim kurabildiğimiz için sahiplerinden biri olarak kendimi gördüğüm bir düğüne gittim ben bu gece.

    yanımda +1 olarak getirdiğim, hem gelini hem de damadı sadece 1 kere görmüş olan arkadaşımın düğün ortamına çabucak ayak uydurabilmesiyle birlikte, sevdiklerimi koruma alışkanlığım sayesinde gelişmiş tam bir baba gibi davranma eşiğimi geride bırakmıştım. bu korumacı ve kollamacı yönümü keşfetmem ile uygulamam arasında yıllar var benim. keşfetmem ortaokul yıllarımda oldu, bilinçli şekilde uygulamaya dökmem ise 30'a yakın yaşlarımda. "babam gibisin, şu korumacılığını üzerinden bi' atsan, belki seninle sevişebiliriz bile" demiş arkadaşlarım da oldu. bu başka bir girdinin konusu gerçi, konumuz alkol.

    4 duble rakı, üzerine saçma sapan bir karışım oranıyla hazırlandığı çok belli olan 2 kokleyl shot ve 1 bira ile bu satırları yazmaya çalışıyorum. katıldığım hiçbir düğünde ne içtiğimi saydım ne de "acaba ne kadar alkol hakkımız var" dedim. bu seferkinde ise hem içtiklerimi saymaya çalışıp başaramadım hem de hakkımız olduğunu bilmeden içtikçe içtim ve hakkımız bittiğinde çevremdekilerin içtiklerini onlara çaktırmadan ödedim. anlatmaya çalıştığım durum şu: evinden oldukça uzakta gerçekleşen bir kır düğününe kendi imkanlarıyla katılmış herkes ya içtiğini sayar ya da saatin tik taklarını. ben ikisini de yapmadım veya yapamadım çünkü düğünün her iki tarafı da benimdi. ulan, hanginizin adı bir şarkıya verilmiş ve o herhangi bir düğünde çalınmış? benimki 2 kere çalındı ve her ikisinde de düğüne katılanların hemen hemen tamamı "hadi abi, sen de gel" bakışıyla beni sahneye çağırdı.

    şu şarkı olayını bu kadar geniş geniş anlatmamalıydım. amacım kendim övmek değil (her türlü "kendini övmüş pezevenk" eleştirisi gelecek, eminim). katıldığım en iyi düğün olduğu için alkolün nelere kadir olduğundan bahsedeceğim. önce eksiler, sonra artılar:

    - benim gibi zaten konuşma ve doğrudan iletişim konusunda ciddi sıkıntılara sahip biriyseniz, alkol sizin sadece anlık olarak dostunuz olabilir. ilk birada ya da ilk kadehte gevşersiniz ve daha akıcı konuşmaya başladığınızı anlarsın. 2. ve 3. tekrarda ise, artık alkol almadan önceki haline dönmek istersiniz. sert sessizlerin acımasız bakışları, alkolle haşır neşirliğiniz hakkında söz edilebilecek bir noktaya vardığında alaycılığa dönüyor. her zaman takılmadan kurabildiğiniz cümlelerin kelimeleri o kadar kolay görünmüyor, gözünüz korkuyor.

    - samimiyet algınız bozuluyor, herkese lan'lı, lun'lu cümleler kurmaya başlayıp utandığınızı görüyorsunuz karşınızdakilerin gözlerinde. ben 20 küsur yıldır tanıdığım damadın babası ve annesine "senden n'aber?" dediğimi duydum bugün. aynı kişilere bu 20 küsur yıl boyunca hiçbir zman sen diye hitap etmediğim gibi, "n'aber?" gibi oldukça argo bir soruyu da sormamıştım. gene de, aramızdaki "ellerinde büyüme" samimiyetinden ötürü sadece alttan aldıklarını oldukça açık bir şekilde belirten bir bakışla baktılar bana. karşımdakinin gözlerine bakıp aşağılandığımı anladığım çok an olmuştur bu hayatta ama hiçbiri ben takım elbise giymişken değildi.

    - samimiyet kurma düzeyinizi iyi ayarlamanız gereken kişilere karşı sizi laçkalaşmış bir vida oyuğu haline sokabiliyor. ben genel olarak bundan zerre kadar rahatsız olmam ama karşınızdaki türk değilse ve türkiye'ye gelip bu ülke hakında edinebileceği bilgileri ülke geneli düşünüldüğünde oldukça elit bir düğün ortamında arıyorsa, bu durum sıkıntı yaratabiliyor. ben 2 alman elemanın kucağına oturup masanın diğer tarafındakilerin fotoğrafını çektim. düğün sonunda ayrılırken de, bütün ecnebiler gelin ve damadı aralarına alıp benden fotoğraflarını çekmemi istediler. söz konusu 2 alman ise, benden ve kadrajdan olabildiğinde uzakta durmaya çalışıyordu. işaret edip "why don't you be with them?" dedim. "'cause you sit on my lap, i wanna be out of where you are" dedi bana. o sırada ben herkese gülümsemelerini işaret ediyordum. homofobiklik hariç, sanırım bu denli içmeseydim bu alman elemanın kucağına oturup fotoğraf çekmezdim ve böyle bir soğukluk olmazdı. fazla samimiyetin hızı artınca, karşı taraf için itici biri haline gelebiliyorsunuz.

    - fiziksel uyuşmanın sınırlarını görmenizi içinde olduğunuz ortamın engellemesi sebebiyle, her şeyin normalmiş gibi devam ettiğini düşünmeniz büyük bir hata oluyor. bu gece 3. dublede buz kalmamıştı ve servis yapan elemanlar da unuttu bunu. ben de birkaç kere hatırlattıktan sonra sonuç alamadığımı gördüğüm için ılık rakıyı gömmeye başladım. o sırada da iç anadolu bölgesi'ne ait türküler çalmaya başladı. yanımdaki balıkesirli öğretmen cem kolumdan tuttuğu gibi sahneye götürdü beni. gelin ve damadın da olduğu bir sahnede oynarken, zamanın yavaşladığını, damada karşı kalça kıvırtırken onun hiçbir tepki veremediğini gördüm. bunu küçük dayım ölmeden önce sülalecek katıldığımız bir düğünde de yaşamıştım. bünyemde gene alkol vardı ve dayımın havada süzülmeye başladığını görmüştüm. bu gece ise, cem'le birlikte yerimize oturduğumuzda "olm, çok hızlı oynuyordun yahu. kafan mı iyi oldu?" dediği zaman bir şeylerin yanlış olduğunu anladım.

    - odak noktanız kayıyor, karşınızdakine baktığınızı sanıyorken aslında onun tam arkasındaki kişiye ya da şeye bakıyor oluyorsunuz. bu durum ciddi manada çakırkeyif olmayla alakalı elbette. korkunç bir ilişkiden çıktığım ve kafam açılsın diye en sevdiğim barlardan biri olan 'a arkadaşlarım tarafından götürüldüğümde yaşamıştım bu hissi: " tişörtüyle gelene bir bira bedava" mottosu dillere destan caravan'da çalan bir grup vardı. ben davulcuyu izliyordum. ama bir şekilde vokale de gözümün kaymaya başladığını güç bela hatırlıyorum. en son hatırladığım da bu andı. gecenin sonunda solist yanıma gelp "abi ben eşcinsel değilim" demişti bana. davulcuya bakma amacıyla soliste kilitlenmemin sebebi, elbette ki tüm kötülüklerin anasıydı.

    - istemediğiniz anda gelen duygusallığın katalizörüdür alkol. bünyenize ne kadar çok katarsanız, bu duygusallığı yaşama ihtimaliniz o kadar artar. 'de gözlerin dolması, 'da hıçkırmalar ve en son olarak da 'da elleri yüze kapatıp ağlamalar... benim yaşadıklarımın hepsinin sebebi alkoldü.

    + hayata dair iyi düşüncelerinizi en üst noktaya çıkarır. bu noktaya çıktığınızda yenilmez olursunuz, yanı başınızda "ben çocuk istismarcısıyım" diyerek size küfreden biri olsa bile, ona gülümseyerek bakabilirsiniz. ben bunun en güzel örneğini direnişi'nde yaşadım. günlerce portakal gazına maruz kalmaktan ötürü kuru öksürüğe teslim olmuş akciğerlerim "bizim karaciğere de bi' güzellik yap be" dediği için bir gün birkaç bira içip öyle gitmiştim izmir'deki eski itfaiye'nin oraya. zaten ortalık gazdan geçilmiyordu. herkes kaçışmak için birbirini ezerken aydınlandığımı düşünmüştüm: panzerin üzerime doğru atmaya çalıştığı gaz bombalarının arasından kıvrılarak dümdüz devam etmeye çalışmıştım. bu sırada da gülümsüyordum. çevik kuvvet ordusu hem kasklarıyla hem de kalkanlarıyla aklımı başıma getirene kadar dünya'nın en güzel yerinde olduğumu düşünüyordum. hastanesi'nin acil servis bölümü gaz kokusundan geçilmezken, ben portakal gazlarından oluşan bulutun üzerine yüzümde büyük bir gülümsemeyle yürümüştüm. hatırladıkça halâ kendime gülüyorum.

    + yenilmez hissettiğiniz gibi, yenilmez olmadığınızı bilirsiniz ama her yerinizden girip çıkan duygusal kurşunlar sizi ye karşı sevecen ve yumuşak bir hale getirir, melankoliye gömülmenin dünya'nın en iyi şeyi olduğunu düşünürsünüz. kalabalık bir arkadaş grubunu kendi evinizde ağırladığınızda, köşede tek başına oturup karşısındaki duvara bakarak gülümseyen elemanın hissettikleri budur. belki de o eleman siz olmuşsunuzdur artık.

    + çevrenizdeki her şeyin sizin varlığınız sebebiyle değerlendiğini hissedip böbürlenirsiniz. "bu nasıl iyi bir şey oluyor lan?" diyebilirsiniz. bunu bir de, kafası oldukça çakırkeyif olan, dans pistinin yanındaki çimenik alana oturup parmağında tuttuğu tırtıla oynatmaya çalışan elemana söyleyin. benzerini, lise dönemimde boş bira şişelerinden yapıp gecenin köründe ve hugo'nun çocuklarını kurtardığımı düşündüğüm zamanlarda yaşadım ben. hugolina benim için halen bir tabu. hugo'ya küfreden adıyamanlı çocuk bile bu tabumu yıkamadı.

    alkol bütün kötülüklerin anası olabilir. alkole varmadan önce ne kadar iyi biri olduğunuzu düşünüp ona göre kötülüklerin anasının memesinden içmenizi öneririm. hiçbir şeyin salt kötü veya salt iyi olamayacağını görmeye başladığınız anın içinde de alkol olabilir.
    #97856 lake of the hell | 7 yıl önce
    0kimyasal madde