1. bir düşüncenin, fikrin eyleme geçerek yazıya dökülmesi. yazmak eylemini konuşma dilinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi sanırım duyguların belirli ölçüde törpülenerek istenilen fikir veya metni daha sağlıklı verebilmesidir bu sebeple logosantiriktir.

    günlük hayatta karşımızdaki insanın dış görünüşü, mimikleri, duruşu vb etkenler konuşurken bizi büyük ölçüde etkiler. heyecanlanırız, sinirleniriz, seviniriz ve çoğu zaman bu duygu yüklü konuşmalar o an kurmak istediğimiz cümlelerin kurulmasına mani olur bu yüzden duygu dolu sohbetlerden sonra genelde "ah şunları şunları da söyleyecektim fakat o an aklıma gelmedi" veya "ben asıl şu, bu meseleleri konuşmak istiyordum fakat sohbetin gidişatı yüzünden bunları konuşamadık" gibi hayıflanmalar yaşanır, bu sebepten önemli kararları alırken kimileri yazmayı tercih eder çünkü kelimeler duyguların esiri olmadan seçilebilir, düzenlenebilir, hatırlanabilir ve asıl amaca daha yakın bir şekilde ifade edilebilir.

    bu eylemi gerçekleştirmede etkin rol oynayan bir husus okumaktır. yazmadan önce metin taramak, kitap okumak ve bu okumalardan sonra mantıklı ve anlaşılabilir bir şekilde yazmak kullanılan dili geliştirir farklı kaynaklar ve durumlar tarandığından kendini daha rahat ifade edebilir.

    fakat hemen herşeyde olduğu gibi nankör bir tarafı da vardır bunun, tekrar edilmezse unutulur tekrar kazanılması zaman alır, mesela son birkaç aydır merak edip özellikle belirli bir kısmını okumak haricinde kitap açmıyorum, insanlarla fazla etkileşime girmesem bile politik olaylar ve ülke gündemi yüzünden duygu doluyum, bu sebepten okumaya ayrılabilecek zamanı genelde gündelik dizi, film izleyerek veya oyun serilerini bitirerek geçiriyorum. bu kendi yazı dilimin gözlemlenebilir şekilde bir yozlaşmaya doğru ilerlediğini farkettiriyor, duygu dolu olmanın, bir türlü içten içe kemiren olaylara karşı tepki verememenin yan etkisi yani dingin bir ruh haline girmeni engelliyor.

    tabi bunların yanı sıra otosansürün de büyük etkisi var, mesela insan bu denli duyguyu üzerinden atmak için bir takım eleştirileri dilediğince yazmak, üstündeki kini nefreti boşaltmak istiyor fakat yazarken kendini "şunu söylememek gerekir, bunu konuşursam şu olur, bu olayı alegoriyle anlatabilir miyim, şu kelime yerine bunu kullansam mı" diye düşünürken bağlamdan uzaklaşıyor ve sonunda böyle yapış yapış ne anlatmak istediği tam olarak anlaşılamayan, isteyenin istediği yere çekebileceği ve asla tam olarak hedeflenmek istenen düşüncenin yerini bulamayan garip bir metin ortaya çıkarıyor, bu aynı yeni bir dil öğrenirken farklı bir persona yaratıyor gibi, karakterinizin üzerine size yakın gibi görünen fakat tam olarak şekli şemali belli olmayan bir persona yapıştırıyor bu da yeni yazıda otosansür diliniz oluyor.

    korkmadan, baskılanmadan, özgürce konuşabilmek ve yazabilmenin mümkün olmasını isterdim fakat tarihe bakınca bunu başaramayan ve yazıları, eleştirileri, romanları dahi öldükten sonra yayınlanan yazarların olduğunu biliyorken bunun ne kadar olası olduğunu sorguluyor insan.
    #286440 isthatnotokey | 2 yıl önce
    0eylem