uzun bir süre boyunca birkaç sayfa okuyup okuyup bıraktığım, en sonunda dün sabah saatlerinde "bu kez bitireceğim yeter artık" deyip yeni baştan başlayarak nihayet bu sabah bitirebildiğim kısa bir hakan günday romanı. uzun süre kenarda durma nedeni günday'ın kitapta kullandığı jargondu benim için ve ne yalan söyleyeyim üşengeçliğim yüzünden kelimelerin anlamlarını araştırmak zor geliyordu, he "o kadar mı karışık, cümlenin anlamından anlaşılmıyor mu?" derseniz, anlaşılıyor da aslında. galiba ben zaten pek okumak istememişim zamanında bu kitabı. daha önce okumadığım için bir şey kaybetmiş de hissetmiyorum açıkçası. sadece bundan sonraki antalya ziyaretlerimde daha bir kuşkulu bakacağım sanıyorum "turizm emekçilerimize".
yukarıdaki girdide yazılan kelimeler ve anlamlarına eklenebilecek olan kelimeler:
ceviz: kötü, işe yaramaz
miralamak: bakmak, izlemek
papi: baba
fumar: sigara
paks: kişi
potpot: kumar
şaso: vajina
vor: göt
zurnik: oral seks
piyz: alkol
pafküf: esrar
todis: çingene
ataka: para
camper: yürü, ikile
trika: sakal
tokar: turizm sektöründe tezgahtarların turistlere çaktırmadan veya çaktırarak dokunmalarına, daha da ileri giderek elleşmelerine turizm jargonunda verilen ad.
istemem yan cebime koy, der gibi olmuşum da güzel laflar ama bak bunlar:
-- spoiler -- "Dacikler, yaşadıkları ülkelerin vatandaşlarından oluşan gruplara karışıp ülkelerine turist gibi tatil yapmaya gelirler. Bazen en kalın müşteri, bazen de en cevizi olurlar. Bir tezgâhtar için, dacik bir kumardır. Ne kadar harcayacağı kesinlikle belli değildir. Ülkesinden uzakta tram kazanan birini kazıklamanın yolu, etnik köken ya da dini etkileyip mala çevirmekten geçer. Milli Görüş ya da PKK. Daciklerin tramı beyazdır, temizdir. Kara tramın aklandığı bir dünyada, beyaz tramın karalandığı tek coğrafi ve tarihi konum daciklerinkidir. Tram abuşluğu sevmez. Elbet terk eder. Bağışlar, haraçlar, Türkiye tatillerinde girilen center'lar. Tramın kaçacağı bir delik mutlaka vardır. Daciğin cüzdanıysa bir süzgeçtir. Süzgeç deliklerini tıkamak için daciğin yapması gereken ilk iş, Türk televizyon kanallarını izlemesini sağlayan çanak antenini satmasıdır. TRT Int, yeterlidir. Çünkü ne daciğin bıraktığı köy, ne de daciğin kendisi aynıdır. Daciğinki, laboratuvarda yaratılmış farklı bir Türklük biçimidir. Yaralı bir göbek bağını kesmek herkes için yararlıdır. Günümüzün daciği asla Türkiye'de yaşayamayacak olan bir Türk'tür. Zaten Mustafa Kemal Atatürk de "Ne mutlu Türk'üm diyene!" demiştir. "Ne mutlu Türkiye'de yaşıyorum diyene!" değil."
--
spoiler --
-- spoiler -- " "Türkiye'de rakı içerken kadehi önce sofraya vurur sonra diğer kadehlerle tokuştururuz." "Neden?" "İki nedeni var. Öncelikle sağlıklarına içtiğimiz ancak sofrada olmayan ve sevdiğimiz kişileri anmak için. İkinci nedense rakının insanı konuşturmasından kaynaklıdır. Kadeh sofraya vurulursa gizlilik yemini edilmiş demektir. O sofrada konuşulacak her konu o sofrada kalacaktır. Rakı insanı soyar. Sarhoş, sofradan çıplak kalkandır. Ama sofranın adı rakı sofrasıdır. Yani çıplaklar kampı. Şerefinize!" ... "Sizin en büyük sorununuz da bu. Bir rakı sofrasında dost olup ertesi sabah birbirinizi bıçaklayabiliyorsunuz. İlk tanışmada yakınlaşıp birbirinizi tanıdıkça uzaklaşıyorsunuz. Bizse tersini yapıyoruz. Uzaktan başlayıp ağır ağır yaklaşıyoruz. Dost olmamız uzun sürüyor ama dostluklarımız kalıcı oluyor. Doğu ile Batı arasındaki fark hilal ile haç arasındaki fark kadar. Hilal bombeli. Hactaysa dik açılar var. Hilal altında yaşayanlar da bombeli hayatlara sahip. Genişler, kurallarla ilgilenmiyorlar, zamanla ilgileri yok, çöl kumu gibi uçuşuyorlar. Haçın gölgesindekilerse sert ve köşeli hayatlar yaşıyorlar. Yasaları, kuralları olan, dik açılı hayatlar. Hilalin altındaki insana haçın gölgesindeki düzeneğe inanıyor. Dolayısıyla hilalle yaşayanların her biri ayrı bir düzenek geliştiriyor. Küçük çeteler. Küçük düzenler. Haç insana tek bir düzenek emrediyor. Doğu ile Batı arasındaki fark bu." ... "Batı düzeneğe inanıyorsa Batı bireyciliği nereden geliyor?" ... "Batı'da insanların kökü birdir. Dalları gelişir. Kökten bağlı olanlar sosyal düzen tarafından birbirine benzer hallere sokulmuş insanlardır. Ancak bunlar büyüyüp gelişir ve ayakları sosyal güvenlik numaralarına saplanmışken elleriyle gidebildikleri kadar uzağa yükselirler. Oysa Doğu, kapalıdır. Kök ve dallar birlikte yaşar. Bunun nedeni, dalları koruyacak tarafsız bir sosyal düzeneğin olmamasıdır. Dal, ancak köküne yakınsa yaşar. Otuz beş kişilik aileler, tek evin içinde birlikte ölür. Evden kaçılmaz. Çünkü bu deliliktir. Evden kaçanı kimse koruyamaz. Batı'daysa evden kaçmak, gelişmenin tek yoludur. Aslında her ne kadar Doğu, doğaya daha yakınmış gibi dursa da hayvanların yavrularıyla ilişkileri düşünüldüğünde Batı toprağa çok daha yakındır. Toplumların bir el olduğunu düşünürsek, Batı'da eller açıktır. Avuç toplum, parmaklar bireydir. Doğu'daysa eller yumruk olmuştur. Bu yüzden Doğulularla savaşmak için hepsini birden yok etmek gerekir. Yumruk bilekten kesilmelidir. Batılılarsa, parmak kırar gibi tek tek alt edilmelidir. Parmaklar teker teker kesilmelidir. ... Doğu Batı'nın sırtıdır. Batı'nın zayıflığı, kendini sırtından bıçaklayabilecek kadar uzun kollara sahip ve kör olmasıdır. Dünya etrafında kovalamaca oynamanın sonu yorgunluktan ölmektir. Kendi kuyruğunu yiyen bir yılan ne kadar yaşayabilir? Yönler sadece denizciler ve pilotlar içindir. Sorulması gereken dünyanın nerede olduğudur. Doğuda mı batıda mı? Ve bu yönlerin merkezinde ne olduğu merak edilmelidir. Her şey matematiktir. Dünya'dan ne çıkarsa sonuç sıfır olur?" "
--
spoiler --
-- spoiler -- "Aklının korunması için Tanrı'ya ilk yalvaran insanın dileği yerine getirildi. O günden bu yana insanın aklı, Tanrı tarafından korundu. Belki bir kasada, belki de cennette. Çünkü aklın, insan bedeninden kaçabileceği beş delik ve akıl yoksunu bedende delilik vardı. Akıl, insandan korundu. İnsan beş duyulu bir hayvan oldu. Bedeni ölümlü, aklı korunan, beş duyulu bir hayvan. Tanrı'nın insan olarak doğacağı güne kadar böyle sürecek. Aklı, insanla öldüğü gün öpüşecek. Hayattakilerse son ana kadar koklayacak, duyacak, görecek, tadacak, dokunacak ama asla düşünemeyecek. Çünkü aklı alınmış insana bırakılmış olan beyin, sahibine sadece hayal veren bir organdır. Var olanın üzerine kurulan hayaller. Oysa akıl yoktan düşünce yaratır. Yoktan var etmek bir düşünce, yoktan var ettiğini düşünmek bir hayaldir. İnsan düşünmez düşündüğünü hayal eder. Akıl sadece Tanrı, beyinse bir çocuk tarafından korunabilir. İnsanı koruyansa ölümdür. Bir hayal organıyla yaşadığı sürece kendine zarar verecek olan insanı sonsuz acıdan kurtaran ölüm, doğumdan üstündür."
--
spoiler --
-- spoiler -- "İnsan her şeyi düşünebilir. Düşünce, zemini sonsuzluk olan bir oyundaki piyondur. İstediği yere gider. Hayal kırıklığı, varoluş uykusuzluğu ya da sadece merak kurbanı olan insan, yeryüzündeki benzerlerinin tamamını öldürüp Tanrı'yla yalnız kalmak isteyebilir. Eğer oralarda bir yerdeyse, Tanrı'yla konuşmak için en yüksek dağın zirvesine çıkıp "Neden?" diye sorabilir. "Artık yalnızız. Ne mucizelerinden korkacak yığınlar var, ne de cennet ve cehennemine yollayabileceğin iki ayaklı hesap makineleri. Sadece sen ve ben. Anlat şimdi. Neden?" Düşünce, insanın ölümsüz olan tek organıdır. Sonsuza kadar, yeryüzünün sırtında zıplayan tenis topları gibi, bir kafatasından diğerine çarpar. Çarpma anında aklına bir düşünce geldiğini sanır ancak kafatası tenis topunun içeri girmesine izin vermezse zıplama devam eder. Geçirgen bir kafatası bulana kadar düşünceler seker ve zıplar. Ta ki beyinlerine süzülecekleri insanları bulup, onlar tarafından uygulamaya geçirilene kadar. Ancak o zaman düşünce davranışa dönüşür.
Kozan, odadaki halini o kadar anlamadı ki herkesi öldürüp Tanrı'yla yalnız kalmak istedi. Böylece her şeyi öğrenebilecekti. Ancak düşünce topu, tezgahtarın sert başına çarpıp sektiği için derhal vazgeçti. Zaten bir Tanrı varsa, herkesin ve her şeyindi. İnsanları öldürmek yetmeyecek, hayvanları, bitkileri, toprağı, havayı da yok etmek gerekecekti. Bunun bir adı bile vardı: kıyamet. Kozan beklemeye karar verdi. Böylesi daha kolaydı. Kendisini anlayamamış her insanın boğazındaki kılçık yarasıyla yaşamak zorundaydı. Yaşadığı süre içinde boğazı yarayla kaplanacak ve hiçbir zaman kendisini tanıyamamış olmanın acısını çekecekti. Tam "Deşa!" diyecekti ki tezgâhtarlık öncesi hayatını ve Türkçesini düşündü: "Siktir!" "
--
spoiler --
-- spoiler -- "Diplomasi ve turizm, insanlık olimpiyatının benzer kurallara göre oynanan iki disiplinidir. İkisinde de disiplinsizlik şarttır. Sonuç önemlidir. Sonuca varana kadar geçilen bütün yollar arkeolojik araştırmalara neden olacak kadar tarihe karışır. Yolların otoban ya da patika olmasının hiç bir önemi yoktur. Bireyler arasındaki diplomasi ve turizmde kazanan taraf, genellikle hayat şartlarının çarpıklığından ötürü tali yollar bulmak zorunda kalmış ülkelerin vatandaşlarıdır. Yol yoksa açılır. Greyder ya da tırnakla. Türkler, doğru bir örnektir. Bireysel çatışmaları zihinsel elastikiyetleriyle çözebilmeye alışmış yapıları, kartezyen mantığın anasını meterler. Ancak elastikiyetin fazla geliştiği bir toplumda sosyal ve siyasi ahenk yok olduğu için söz konusu toplumu yönetenler zayıf düşer ve mermer bir duvarı andıran kırık haçlı dünyaya çarpıp stratejik kazıklar yer. Tezgahtarlar bin bir tezgahla Avrupa Birliği'nin kurucu üye ülkelerinin vatandaşlarından tane tane yumoş indirirken, Türk hükümetleri milyonlarca yumoşluk savaş uçaklarını tek tezgahta satın alır. Oy verenler hayatta kalmayı öğrenip tezgahtar olurken oy alanlar siyasi kariyerleri boyunca turist kalır."
--
spoiler --
hepsini göster