-
" ...boş bir çöl dışında hiçbir şey yok. Gezegenin meşhur kırmızı rengi demir oksidin her şeyi kaplamasından kaynaklanıyor. Yani burası sadece bir çöl değil. Burası öyle eski ki, gerçekten paslanmakta olan bir çöl. "
işte tam da böyle bir yerde, koca bir gezegende, mars 'ta görev sırasında bir dizi şanssızlık eseri öldü sanılarak tek başına geride bırakılmış mark watney in hikayesini anlatıyor "the martian" yani türkçe adıyla Marslı.
"...Tuhaf bir his gerçekten. Nereye gitsem ilkin araçtan dışarı mı çıktım! Oraya gelen ilk kişi benim! Bir tepeye mi tırmandım? O tepeye tırmanan ilk kişi benim. Bir taşı mı tekmeledim. O taş bir milyon yıldır yerinden kımıldamamıştı... Koca gezegende tek başına kalan ilk kişi de bendim."
Koca bir gezegende, ölümden kurtulduktan sonra hayatta kalmak ve yaşamaya devam edebilmek. Sizi ayakta tutacak ne olacak peki? Umut elbette ki; kurtulma, hayatta kalma umudu.
"...En büyük tehlike umudunu kaybetmesi. Eğer hayatta kalma imkanı olmadığı sonucuna varırsa, çabalamayı bırakacak."
Çabalamak. İyi bir mühendis ve botanikçi (büyük şans) olan Watney 'in hayatta kalma ve kurtulma çabasına şahit oluyoruz kitap boyunca. Elbette ki, koskoca bir gezegende tek başına böyle bir çaba içine girebilmek, umutlarınızı hayatta tutabilmek için, karamsar değil, tam tersine her şeye pozitif bakabilen, hafif de kırık bir adam olmanız gerekiyor. Ve evet, Watney tam da böyle bir adam işte. hafif kırık ve her şeye pozitif bakan, bardağın hep dolu tarafını gören bir adam.
Kitabın özellikle ilk yarısında Watney 'i umutsuzluğa kapılmış, karamsar çok az görebiliyoruz. Kitabın belki zayıf noktalarından birisi de bu. böyle bir atmosferde, insanın normal şartlarda korkudan altına yapacağını düşünebilirsiniz. riddley scott 'ın yönettiği ve 2015 yılında gösterime giren uyarlamanın da, aldığı yegane eleştiri buydu aslında. biraz fazla eğlenceli bir film olarak görülmüştü marslı; ancak kitaptan çok da farklı bir watney çıkmıyor işte karşınıza, bir şekilde hep güldürüyor sizi hayata bakışı ile :
"...Şimdi yanlış bir fikre kapılmayın tabii ki, ben anasının kuzusu birisi falan değilim. Ben sadece arada sırada bebek bezi takan (gdf elbisesinde takmanız gerekiyor) yetişkin birisiyim. kamptayken evini özleyen bir çocuk değilim ya ?"
Peki, sadece dünyadan marsa yolculuğun bile aylar sürdüğü düşünülürse, kurtulma umudunu dünya ile iletişime geçebilme ve kendisini almaya gelecek birilerini bekleme temelleri üzerine kuran Watney, ne yiyor ne içiyor en basitinden diye sorabilirsiniz. seçildiği görev için botanikçi olarak da yetiştirilen Watney, hayatta kalma savaşı sırasında kendi pisliğini gübre olarak kullanarak patates bile yetiştiriyor mars 'ta:
"- Watney: mahsuller patates; şükran günü için hazırlayacağımız patateslerden yetiştirdim.......... ayrıca: mürettebata hayatta olduğumu söylesenize! manyak mısınız, amına koyayım"
- Jpl: ........... ayrıca, lütfen diline sahip çık. yazdığın her şey, tüm dünyada canlı olarak yayınlanıyor.
- Watney: bakın! memelere bakın! -> (.Y.)
Hemen hemen her sonucun, kitapta mantıklı bir açıklaması yapılmaya çalışılmış. Yukarıda olduğu gibi Nasa 'nın, şükran gününü mars 'ta geçirecek mürettebata verdiği patatesler, o uzun bekleme sürecinde günlük kalori ihtiyacını karşılayacak kaç kilo patates yetiştirilmesi gerektiği hesabına varana kadar. Ve dünya ile iletişime geçtiğinde dahi, gene o alaycı yanını görüyoruz Watney 'in. kitabı okurken yukarıda ki gibi arada bir karşınıza çıkan küfürler, suratınızda tebessümle okumanızı sağlıyor 400 sayfalık kitabı. gerçek dünyada ( ehm, aslında gerçek mars 'ta ) böyle bir şeyin imkanı yok diyebilirsiniz. inanın bana, üniversitede biyoloji veya kimya okumadıysanız, kafanızda ki soru işaretlerini gidermek için oldukça uğraşmış yazar Andy Weir.
"...Kendimi beğenmiş bir tavır sergilemek istemem ama gezegendeki en iyi botanist benim bir kere.
Bir yerde bir kere mahsul yetiştirdin mi, orayı "resmi" olarak kolonize etmiş olduğunu söylüyorlar. Yani teknik olarak, ben mars 'ı kolonize ettim.
kapak olsun, Neil Armstrong! "
Sadece yemek değil, patateslerin su ihtiyacı için de Watney 'in mühendislik kafasından faydalanılmış. kendi sidiğinden su arıtma sistemini kullanarak, hem kendisi, hem ekinleri için gerekli su ihtiyacını da karşılaşıyor Watney. Ve elbetteki, karşısına çıkan sorunlarla, mühendis kafasının verdiği avantajla başa çıkıyor.
"Nasa 'ya ne yaptığımı söyledim. (özetle) konuşmamız şöyleydi:
- Ben: Su arıtıcıyı parçaladım, sorunu buldum ve düzelttim.
- Nasa: İt herif "
Yazarın ilk kitabı olmasından sebeple, hikaye örgüsü ne kadar iyi olsa da karşınızda edebi bir şaheser olmadığına eminim. ancak bu hiç bir şekilde kitabın elinizden düşmeyecek olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Arada Türkçe 'ye çevrilmesi sırasında yaşanan bazı baskı hatalarını da (yazım yanlışları) göz ardı edebilirseniz, yağ gibi akıp gidiyor kitap. bazen anlamakta zorlandığım tanımlamalar oldu, işin içine kimya girdiğinde hayal gücümü çok zorlayan sahneler vardı. Hele ki işin içinde Nasa 'da olunca, içi boş bazı kısaltmalar da takibi güçleştirdi. Bazen de okuduğunuzu kafanızda canlandırmaya çalıştığınızda yazarın sonunda yerleştirdiği sürpriz cümlesiyle gülüveriyorsunuz :
"...Bir elimde ateşleyici, ötekinde oksijenimle masanın üzerinde dururken, uzandım ve bir deneme yaptım.
ha siktir, işe yaradı! "
Ancak;
Bir süre sonra, Watney 'in sahip olduğu pozitif ruh hali ve alaycılık sizi öyle bir sarıyor ki, kafaya kitabın hiç bir eksikliğini takmadan onun dünya ile ilk iletişime geçeceği anı beklemeye başlıyorsunuz. Elindeki uydu tertibatı, işin başında harap olduğu için, haberleşme sisteminden yararlanabileceğini düşündüğü, 1997 senesinde mars üzerinde devre dışı kalan Pathfinder 'ı aramaya çıktığını sürpriz bir şekilde öğrendiğiniz anda örneğin, içinizi bir heyecan kaplayıp "aslanım benim" diyorsunuz sizde Nasa 'dakiler ile birlikte. Yürü be...
Gün gün, mars yüzeyinde ne yaptığını anlatıyor Watney, Ve aslında biz Watney 'in tuttuğu bu günlüğü okuyoruz kitap boyunca. arada tabi ki dünyada, Nasa 'da olanlar ve onu geride bırakan ekibinin yaşadıkları ile birlikte. bazen Watney bunun bilinci ile, bu günlüğü dinleyeceğini tahmin ettiği insanlarla da kafa buluyor, ve gene o sırıtma yerleşiyor yüzünüze :
"...Etrafta bir kıvılcım oluşturmak için bir sürü tel ve pil vardı. Fakat odunu sadece ufak bir elektrik kıvılcımıyla yakamazsınız. O yüzden yerel palmiye ağaçlarından şeritler kestim. ardından birkaç dal parçası topladım ve tutuşması için yeterli sürtünme sağlanana kadar dalları birbirine...
Hayır, öyle değil tabii ki. çubuğu saf oksijene maruz bıraktım. Bir kıvılcım çaktım; kibrit çöpü gibi alev aldı."
Watney, zamanının çoğunu kurtulmak için yapması gerekenlerle uğraşarak geçiriyor. Uzun yolculuklara çıkıyor, denemelerini yapıyor. ancak sıkıldığında, ekipten geride kalanların zaman geçirmek için yanında getirdikleri ile idare ediyor. Bazen 6 milyon dolarlık adam gibi modası geçmiş dizileri izlemek zorunda kalıyor, bazense boktan müziklere maruz kalıyor.
"Günlük girişi: sol 39
....barı mideye indirip kumandanımın dinlemek için ne getirdiğine bakalım.
Günlük girişi: sol 39 (2)
Disco. lanet olsun, Lewis "
İletişime geçmeyi başardığında Nasa 'dan uydu aracılığı ile müzik göndermesini bile istiyor sonunda.
işte böyle bir kitap Marslı. Güzel bir hikaye ve her şeye olumlu bakan, kırık bir ana karakter ve onun kurtulmak için umudunu ayakta tutma çabası. Benim tavsiyem kitabı okumadan önce, içine düşülen durumun umutsuzluğunu göstermesi açısından Kızıl Gezegen ( red planet ) filmine bir göz atmanız yönünde. Birbirlerinden ne kadar bağımsız olsalar da, kızıl gezegeni izledikten sonra kitabı okursanız çok daha etkili olacağını düşünüyorum. Film demişken, söz konusu kitap Matt Damon 'un başrolünü oynadığı (tesadüf, benzer bir rolle interstellar 'da da çıkmıştı karşımıza) bir film haline geldi.
Özet geç diyenler için : alın, okuyun. ne gerçekçilik, ne ilk kitap olmasının getireceği rahatsızlıklar... gerçekten iyi bir hikayeyi, iyi bir şekilde anlatıyor. ( ithaki yayınları 2014, türkçe ceviri : Emre Aygün )
"...Şimdi sıra bir sonraki görevimde: on iki saat boyunca oturup hiç bir şey yapmamak. başlasam iyi olacak." -
aynı adlı kitaptan uyarlanan ve 2015 senesinde gösterime giren ridley scott filmi
kitabı okuduktan yaklaşık 10 ay sonra, neredeyse satır satır hatırlıyor olmamdan dolayı filmi sinemada izlerken bir türlü "film" olarak odaklanamadım ve kafamda sürekli kitapla karşılaştırdım. aslında bir noktada bu, filmin iyi (veya aslına sadık) bir uyarlama olmasına işaret. benim kendi adıma kitapta en vurucu bulduğum sahneler filmde de kendisine yer bulmuş.
temelde filmin kitaptan tek eksiği watney 'in hayata bağlılığını tam yansıtamıyor beyaz perde, en azından kitap kadar. kitap, aslında bir hayata tutunma mücadelesi. watney, hayata sımsıkı tutunmuş durumda ve kitap boyunca bunu hissediyoruz. film ise, elbetteki süreden de dolayı bunu "kitap kadar" hissetiremiyor. bunun dışında, kitabı da yüzünüzde sürekli tebessümle, hatta yeri geldiğinde kahkaha atarak okuyordunuz ki, filmde de bu duygu devam etmiş, o açıdan da başarılı bir film olmuş.
ridley scott 'ın varlığını elde karanlık bir hikaye olmadığından tam hissedemiyorsunuz alien ve blade runner gibi filmlerle sevdiyeseniz yönetmeni, ki sanıyorum bunu da istememiş kitaba bağlı kalma duygusuyla. yoksa ilk planlarda
-- spoiler --
olduğu gibi, yalnızlığı - çaresizliği hatta gezegenin kendisini kullanıp çok daha karanlık bir film ortaya çıkartabilirdi. ama başta da dediğim gibi, kitap "umut" ve hayata sarılma ile ilgili. scott 'da kafayı taktığı konuları aslında artık çok daha alengirli anlatıyor alien 'dan prometheus 'a evrilen dilini düşününce.
toplamak gerekirse, kitabı okurken kafanızda canlandıramadığınız veya canlandırdığınız her sahneyi süre elverdiğince perdeye aktarmış yönetmen. kitabın dramatik havası bazı anlarda gerçekten yükseliyordu gene havasına hakim o eğlenceli diline rağmen, filmde de o dramatik hava korunmuş fazlasıyla. bu açıdan kitaptan elbetteki daha başarılı duruyor. kitabı bitirdiğinizde dramın tadı damağınızda kalıyordu kitabın genel karakterinden dolayı, filmde ise böyle bir sıkıntı yok.
benim en sevdiğim yanlarından birisi filmin sonu oldu. kitaba göre çok daha dolu ve üzerinde durularak, ayrıntılı geçilmiş son. kapanış kitaba göre çok daha akılda kalıcı bir dile sahipti.
kısacası, kitaba bağlı kalındığı için sevmeme ihtimali yok filmi. matt damon zaten cuk oturmuş, başkası da olmazmış o role, ki başından beri başka bir isim akla gelmedi bile. daha öncede söylediğim gibi kitaptan sadece esinlenilseydi ve üzerine başka bir film çekilseydi, ridley scott sayesinden ortaya bir mihenk taşı çıkabilirdi bu mekan-konu ilişkisi ile, ama bu haliyle bir film olarak değerlendirmek için kitabı unutup tekrar izlemek lazım (en azından benim için).
-
hassas bünyeler için aşağısı az biraz spoiler içeriyor olabilir. ama spoiler aralığına almalık bir durum olmadığını düşünüyorum, istemeyen okumasın.
filmi izleyeli epey olmuştu da kitabını yeni okudum. öncelikle bence kitap daha güzel. daha çok heyecan verdi bana. öte yandan filmi izlerken hiç öyle gelmemişti, kitabı okurken fark ettim, ben yıllardır mark watney'le evliymişim zaten. herif kocamın aynısı. ıcık cıcık her şeyin kaydını tutma, açlıktan gebereceği kesin olduğu halde gereksizce bir rahatlık, saçma sapan espriler yapıp kendi kendine gülme, nasa'nın arızalanan su arıtıcısıyla ilgili "bak sakın elleme, düzeltemezsen boku yedin" demesine rağmen aleti tamir etmeye girişip bunu becerme, sonra da dönüp yavşak yavşak "yha ben onu hallettim bu arada" deme gibi hal ve hareketler fazla tanıdık ve yer yer sinir bozucu.
tanım: benim herif mars'ta mahsur kalsa yaşayacağı olayları anlatan nadide eser.