1. tarafından çevrilmiş şöyle bir türkçe hali daha vardır ki şahsen şimdiye kadar okuduğum çevirilerin içinde beni en çok vuranı oldu, hatta galiba ilk kez bu şiire vuruldum, birkaç yıl önce ilk keşfettiğimde de sevip dönüp birkaç kez okumuş fakat hiç bu kadar irdelememiştim, bugün neredeyse gözümden yaş geliyordu:

    s'io credesse che mia risposta fosse
    a persona che mai tornasse al mondo,
    questa fiamma staria senza pius scosse.
    ma perciocche giammai di questo fondo
    non torno vivo alcun, s'i 'odo il vero,
    senza tema d'infamia ti rispondo.

    gel gidelim o zaman, sen ve ben,
    akşam göğün üstüne serilirken
    masaya serilen baygın bir hasta gibi;
    gel gidelim, geçerek o yarı terk edilmiş sokaklardan
    mırıltılı inzivalarından
    tek gecelik ucuz otellerdeki uykusuz gecelerin
    ve lokantaların, yeri talaşla kaplı ve kabuğuyla istiridyenin:
    o sokaklar ki sıkıcı bir tartışma gibi uzayıp gider
    sanki fırsat kollar hainler
    sürüklemek için seni boğan bir soruya...
    ah, sorma, "nedir?"
    gel gidelim, ziyaret vaktidir.

    gidip geliyor kadınlar odada
    michelangelo'dan konuşa konuşa.

    sırtını pencere camlarına
    sürten sarı sis,
    burnunu pencere camlarına
    dayayan sarı duman
    yaladı diliyle akşamın
    kenarlarını,
    oluklardaki su birikintilerinin üstünde oyalandı,
    bacalardan dökülen
    kuruma buladı sırtını,
    kayıp gitti balkondan, aniden aşağı atladı,
    görünce tatlı bir ekim gecesi olduğunu,
    bir kez dolanıp evin etrafını uykuya daldı.

    aslında zaman var daha
    sokakta kayıp gitmesine sarı sisin,
    sürterek sırtını pencere camlarına;
    zaman var, zaman var daha
    tanışacağın yüzlere takınacağın yüzünü hazırlamaya;
    zaman var öldürmeye ve yaratmaya,
    zaman var kalkıp tabağına bir soru bırakan
    ellerin bütün işleri ve günlerine;
    senin için zaman ve benim için zaman,
    ve yüzlerce kararsızlık için zaman,
    ve kurulan sonra bozulan hayaller için zaman var,
    kızarmış ekmekle çaya uzanmadan.

    gidip geliyor kadınlar odada
    michelangelo'dan konuşa konuşa.

    aslında zaman var daha
    "cüret edebilir miyim, cüret edebilir miyim?" diye tasalanmaya
    geri dönüp merdivenleri inmeye zaman var,
    kafamın ortasında kel bir noktayla-
    (diyecekler ki: "nasıl da dökülüyor saçları!")
    sabahlığım ve sebatla çeneme yükselen yakamla,
    kravatımla, şık ve mütevazı, gerçi uyduruk iğnesi-
    (diyecekler ki: "aman nasıl da cılız kollarıyla bacakları!")
    cüret edebilir miyim
    rahatını bozmaya kainatın?
    bir dakikada zaman var
    alınan ve yeniden alınan kararlar için, tersine çevireceği bir dakikanın.

    çünkü zaten hepsini bilirim, bilirim hepsini-
    bilirim akşamları, ikindileri, sabahları,
    ölçtüm çay kaşıklarıyla yaşamımı;
    bilirim bir düşüşle ölen boğuk sesleri
    gömülen uzak bir odadan gelen müziğin altına.
    öyleyse nasıl cüret ederim?

    hem zaten bilirim gözleri, bilirim hepsini-
    seni hemen damgalayan gözleri,
    ya bir tarife hapsedilirsem, toplu iğne geçirilirse üstüme,
    ya kıpırdanıp durursam iliştiğim duvarda,
    o zaman nasıl başlarım,
    zamanın ve alışkanlıklarımın izmaritlerini tükürmeye?
    nasıl cüret ederim?

    hem zaten bilirim kolları, bilirim hepsini-
    bilezikli kolları, beyaz ve çıplak
    (ama lambanın ışığında, açık kahve tüylerle kaplı!)
    bir elbiseden yayılan koku mu
    beni konudan böylesine uzaklaştıran?
    masaya uzanan, ya da şalların örttüğü kollar.
    cüret etmeli miyim o zaman?
    nasıl girerim lafa?

    şöyle mi desem? hava kararırken dar sokaklardan geçtim
    pencereden kolu sarkan yalnız adamların
    pipolarından yükselen dumanı seyrettim.

    kıskaçları aşınmış bir yengeç olmalıydım
    sessiz denizlerin dibinde kaçışan.

    ikindi de, akşam da huzurlu bir uykuda.
    uzun parmaklar okşayınca,
    içi geçmiş... yorgun... ya da numaradan hasta,
    uzanmış yere gün, senle benim yanıma.
    çaydan, kekten, dondurmadan sonra
    yeter mi gücüm anı bir dönüm noktasına taşımaya?
    ama ağlasam ve oruç tutsam da, ağlasam ve yakarsam da,
    kafamı (biraz kelleşmiş) bir tepsiye koysam da,
    peygamber değilim ben - ve mühim değil bu;
    yücelik anımın titreştiğini gördüm,
    ebedi uşak'ın ceketimi tuttuğunu ve kıs kıs güldüğünü gördüm
    yani diyeceğim, korkmuştum.

    hem buna değer miydi zaten,
    fincanlardan, reçelden, çaydan sonra,
    porselenlerin, biraz senle benden konuşmanın arasında
    değer miydi buna,
    ısırıp bırakmak bir tebessümle konuyu
    bir kürenin içine sıkıştırmak kainatı
    kahredici bir soruya çevirmek onu,

    "ben lazarus, öteki dünyadan geliyorum,
    her şeyi söylemek için size, her şeyi söyleyeceğim size," demek-
    bir kadın, yerleştirip yastığı başının altına,
    deseydi, "demek istediğim bu değil aslında
    bu değil aslında."

    hem buna değer miydi zaten,
    değer miydi buna,
    günbatımlarından, avlulardan ve ıslak sokaklardan,
    romanlardan, çay fincanlarından, yeri süpüren eteklerden sonra-
    bundan ve başka nelerden sonra? -
    mümkünü yok demek istediğimi söylemenin!
    ya sihirli bir fener yansıtsaydı perdeye zihnimdekileri:
    değer miydi anlatmaya?
    yerleştirip yastığı ya da fırlatıp şalını,
    pencereden yana dönen biri gibi:
    "bu değil aslında,
    bu değil aslında demek istediğim."

    ...

    yo! prens hamlet değilim ben, olamam da;
    ona bağlı bir lordum, hani
    bir iki sahneyi başlatan, kalabalık gösteren maiyeti,
    prense öğüt veren; şüphesiz kolay bir maşa,
    hürmetkar, memnun işe yaramaktan,
    politik, ihtiyatlı ve kılı kırk yaran;
    ağzında hep büyük laflar, ama biraz aptal kaçan;
    aslında bazen saçmalayan-
    bazense soytarı adeta.

    yaşlanıyorum... yaşlanıyorum...
    paçalarını kıvıracağım pantolonumun.

    saçlarımı geriye mi tarasam? cüret edebilir miyim şeftali yemeye?
    beyaz keten pantolon giyip öyle çıkacağım sahile yürümeye.
    denizkızlarının seslerini duydum şarkı söyleyen birbirlerine.

    sanmam ki bana söylesinler.

    dalgaların üstünde deniz tarafına giderken gördüm onları
    rüzgarın esip de suların kara saçlarına düşürdüğü
    ak dalgaları tarıyorlardı.

    oyalandık denizin odalarında denizin dilberleriyle
    başlarında kızıl ve kahve yosundan taçlar
    ta ki insan sesleri bizi uyandırıncaya, biz boğuluncaya kadar.
    #212530 taro | 4 yıl önce
    0şiir