1. (bkz: )'u (bkz: ) ve daha derinde (bkz: ) ile kıyaslama sebebim olan, 2011 yapımı filmdir.

    sadece küçük ve yerel çaplı festivallerde aldığı ödüllerin küresel olanlarıyla yer değiştirmesini de çok isterdim. ayrıca, o yerel ödüllerin bu filme katkısı da, afişin üzerine karınca alfabesiyle yazılmış olan kelimelerden öteye geçmiyor. sanılmasın ki yerel ödüller boktur, püsürdür. elbette ki yerleri ayrıdır ama festival filmi sınırına bu kadar yakın ve aynı derecede bu kadar iç içe olan bir filmin yerel ödüllerle sınırlandırılmasına deli gibi karşıyım ben. bu kadar ödül -ki imdb'ye göre toplamda 41 ödül kazanmıştır- ne filmin geniş kitlelerce izlenmesine önayak olmuştur ne de "ödül takıntılı" çevrelerce değerli görülmesini sağlamıştır. sonuçta, kapitalizmin elinin değip de kirletmediği alanlar yok gibi. bu filme de dokunmasını ve kirletebildiği kadar güzelleştirmesini beklerdim ben.

    nichols'un 5 uzun metraj filminin 4'ünde, take shelter'da da başrolde olan var. 'da da önündeki iki şöhretli yıldızın arkasında kaldığını görüyoruz. diğer filmlerinin teması da, senaryosu da, içeriği de bu filmden çok farklı ancak, yönetmenin kişisel çözümlemede sınırları zorlayıp ekran titrettiğini de fark etmek mümkün. filme geri dönersek; melancholia ile karşılaştırma yaptığım ilk an, filmin henüz 10. dakikasının dolmadığı andı.

    -- spoiler --


    curtis'in fırtına saplantısının, çevresine ve ailesine olduğu kadar, kendisine de bilinçli olarak acı çektirdiğini görmeye başladığımı hatırlıyorum. aynı durum melancholia'nın ilk bölümünde justine'in yaşadığı ağır depresyonda da vardı.


    -- spoiler --


    iki yönetmeni birbirlerine bu kadar yakın bulmamda diğer önemli bir nokta da, hem melancholia'da hem take shelter'da filme doğrudan etki eden karakterlerin soyadlarının olmamasıdır. bu karakterlerin sayısı -her iki filmde de- öyle 3-5 değil, en az 8-9'dur. bu küçücük ve görece önemsiz ayrıntıda bile nichols'un von trier ile dirsek temasında olduğunu düşünebiliriz. en azından ben öyle düşündüm.

    filmin sıkıcı, uzun -2 saat kadar- ve anlatacağını ağzında geveleyen bir tarzı olduğu da düşünülebilir. yer yer bu eleştiriye katıldığımı da söyleyebilirim. ama böyle bir konu; kişisel sınırların paramparça oluşunun anlatıldığı bir konu, en az bu kadar uzun anlatılabilirdi. biraz kafa karıştırmaya başladım ama en iyi böyle anlatabiliyorum. yani diyorum ki, senaryo bu kadar derin olduğu için film de bu kadar uzuyor. ilk yarım saatte başroldekilerin neler yaşayacağına dair bir öngörüye sahip olan izleyici, geride kalan uzun kısmı sıkılarak izleyebiliyor ve film ile kendini özdeşleştiremiyor. bu bir olasılık elbette. gene de, anlatmak istediklerini bir anda boşaltıp dipte kalan tortuları damla damla ruha aktaran film sayısı gerçekten de çok az. bu azınlığın bir üyesi olduğu için de filmi sevmeyebilir, izlerken sıkılabilir, "böyle hayat mı olur yaae" serzenişleriyle kendinizden geçebilir, filmi yarıda kesip köşedeki tekelden 2 bira kapıp bambaşka hayallere dalabilirsiniz. kendi içinizden bir parçanın anıra anıra bağırdığını duymazdan gelmek bu kadar basit işte.

    kadroda yer alan ve 'tan, 'den ve 'ı da 'dan hatırlamanız mümkün. ilk paragrafta söylediklerimle kıyaslayınca, filmin neden bu kadar geri plana atıldığını daha fazla sorgulamaya başlıyorum. izlememeniz ruhunuzda büyük gedikler açmayacak, izlemeniz ise zaten orada olduğunu bildiğiniz gedikleri nasıl kapatacağınıza dair bir fikir verecektir size. öneririm.

    41 yerel ödül bazen hiçbir şey demektir.

    afiş

    fragman
    #57185 lake of the hell | 8 yıl önce
    0film