Dalgalar kıyıya vururken, Çocukluğumu -bir yerde yalnız diye tanımlayabileceğim çocukluğumu- hayal ettiğim şehirsin. Beni ben yapan şeylerden birisin. denizinde alabora olsam da, içime dolan sıcak rüzgarlarını seviyorum.
ne doğduğum, ne doyduğum yerdir memleketim; açlıktan ölsem de, benim memleketim istanbul'dur. dünyaya bir kere daha gelsem, aynı ömrü bir daha yaşasam, yine seni isterim, yine seni severim istanbul.
şöyle ki; kimseyi seni sevdiğim gibi sevmek istemiyorum.
atsan atılmaz... satsan satılmaz... ben bunun neyini seviyom aq der durursun... kafamı zikeyim ne işim var benim bununla dersin... ama aşuftedir şuhtur... bir şekilde kandırır seni gördüğün güzelliklere tav olusun... unutursun her şeyi. ertesi sabah gözünü yine onla açarsın... kendine mi sövmelisin yoksa ona mı bilemezsin yine...
Buyuksehir belediyesi pet siseleri toplamak icin akilli otomatlar kurmaya baslamis sehir.
Gunluk 17bin ton atik ureten sehrin bu atiklarinin 6-7bin tonu geri kazanilabilir nitelikte ve bir sekilde geri donusum merkezlerinde ekonomiye geri donduruluyor.
Bu miktari arttirabilmek icin para her zaman etkin olmustur. Bu ayni supermarketlerdeki alisveris arabalarina benziyor. Eger o arabaya 1 tl takmissak o 1 tl hatrina arabayi geri goturup yerine birakiyoruz yoksa kendi otomobilimizin yaninda birakip cekip gidiyoruz. Ben buna 1 tl nin gucu diyorum. Yerde gorsek belki egilip amayacagimiz 1 tl hepimizi nasil hizaliyor.
Belediye makinalari soyle kurmus, 330 ml lik sise karsiligi 2kr, 500 ml lik sise 3kr, 1000 ml lik sise 6kr, 1500 luk 9kr. Cok mu? degil, yeter mi? bence fazla bile. Hep ayni klise ama almanyada her evin iki ayri cop bidonu var, geri donusebilenler ve geri donusemeyenler. Sikiyosa geri donusebilen bir atigi diger kutuya at, adamin gotunu keserler. Dolayisiyla bilinci arttirmak adina, etrafta basi bos atilan pet siselerden kurtulmak adina iyi bir uygulama.
Fakaaat umarim bu toplananlar gercekten insanlarin atiklarini ayirdigina degecek sekilde degerlendiriliyordur, niye mi. Kocaeli de her cop konteynerinin yanina ambalaj ve plastik geri donusubilen atiklari ayri toplamak degisik renkte ve tipte konteynerler koydular. Buraya kadar guzel, insanlar bilincli veya bilincsiz dogru veya yanlis birseyleri ayirip oraya atmaya basladi, peki belediye ne yapti, normal cop toplama araci geldiginde bunun icindekileri de diger coplerle beraber topladi. Senin benim emek emek ayirdigimiz karton ve ambalajlari diger evsel coplerle karistirdi, islatti. Yani geri donusum imkansiz oldu. Bir iki defa belediyeyi aradim, ya bunlar neden ayri aracla toplanmiyor diye, uygun arac yok, o yuzden normal araclarla aliyoruz dediler. Peki simdi ne oldu, bizim apartmanin iki tane cop konteyneri oldu. Kimse artik ambalaj konteynirina ambalaj atmiyor, nirmal evsel atigini atiyor, sorunca da hakli olarak yaw zaten belediye bunlari ayni topluyor niye ayiralim ki diyor.
Ayni durum cam toplama konteynerli icin de gecerli, biz evde camlari ayirip goturup oraya atalim diyoruz, gecen gittim agzina kadar dolu, anaa dedim ne guzel doldurmus millet icini diye, dolmus ama maalesef camla degil, ne bulmussa atmis vatandas , misir kocani bile vardi.
Ez cumle, bu tarz seyler aliskanlik arttirir, o yuzden 2 kurus 3 kurus demeden bu uygulamalari destekleyip yayginlastirmak lazim ki bu kultur otursun.
çocukluğumda benim için sonbahar okula yağmurlu, çiseleyen, yağışsız olsa bile kapalı, serinle soğuk arası bir havada okula gidip gelmekle dolu bir şeydi. ıslaklık, yapraksız çıplak ağaçlar, kömür kokusu, soba sıcaklığı. eve hapsoluş. dışarı çıktığımda yüzüme vuran ıslak rüzgar.
geçen günlerdeki yağmur bana tüm bu anıları anımsattı ve fark ettim ki ben istanbul'u böyle kabullenmişim. benim için ne boğaz demek ne sultanahmet ne de beyoğlu. ıslak bir sonbahar, kömür kokan bir kış, belki birkaç günlük kar. yaz istanbul için istenmeyen bir mevsim gibidir ve dönüş hep sonbaharadır. belki de bu yüzden bu şehri en çok baharda seviyorum, ama tanıdığım istanbul'u hep sonbaharda buluyorum.
türklerin, fetih öncesinde bile konstantinopolis'i adlandırma şekli.
lakin yine de bu isim halk arasında kalmış ve resmi yazılarda "konstantiniyye" ismi kullanılmıştır. zaten istanbul da "stimboli" (şehir) kelimesinden türetilmiş bir isim.
konstantiniyye yerine istanbul'un resmi kullanıma geçmesi ise 1920'lere doğru gerçekleşmiştir.
hatta ptt, "istanbul" kullanımını yaygınlaştırmak için üzerinde "constantinople" yazan paketleri göndericiye iade etmiştir "üzerine 'istanbul' yazın" diye.
sözleri ve müzikleri fikret kızılok'a ait olan, mustafa kemal'in mektuplarından ve notlarından yararlanılarak kendisinin ağzından kronolojik bir şekilde hayatının anlatıldığı 'mustafa kemal devrimcinin güncesi' adlı albümün 6. şarkısı. www.youtube.com/... sözleri :
istanbul... daha ilk bakışta orta çağı anımsattı bana. sanki insanlar hala yüzyıllar öncesi gibi yaşıyordu. kara çarşaflı, peçeli hayaletler gibi karanlık basmadan korkudan evlerine koşuşan kadınlar... asma çardaklarının gölgesinde, günde beş vakit ezan sesiyle kımıldayan çehreler... haliç'in ötesinde ölü bir görüntüden ibaret kalan türk mahalleleri ve şarkın değişmez sessizliği, uyuyorlar... oysa beyoğlu, pera ve baş döndürücü sokakları sonunda liman, şık faytonlar, mağazalar, tiyatrolar, müzikaller, bambaşka bir sosyal çevre... vergi vermeyen, sırtını kapitülasyonlara dayamış, merkezi hükümete önem vermeksizin yaşayan bir bambaşka istanbul... osmanlı'nın üzerindeki yabancı baskısı o derece şiddetliydi ki; sanki türkler kendi vatanlarında esir, yabancılar efendiydiler. aklıma tevfik fikret'in 'sis' şiiri gelirdi: istanbul... ey facire-i dehr. dünyanın koca kahpesi. ''ilk hükümdarlar istanbul'da olsaydı. osmanlı diye bir şey olamazdı.'' derdim. hangi devlet olursa olsun burada çürür. ama istanbul'dan hoşlanıyordum. fuatla arkadaş olmuştuk. onunla istanbul'u gezerdik, keşfetmediğimiz yeri kalmamıştı. bir gün, kayıkla büyükada'ya gittik, çamların arasında kamp kurduk, kap, kacak, çıra, yiyecekler getirdik. bir şişe de rakı... bu anason kokulu içkiyi hiç denememiştim, birayı bilirdim biraz da şarap. sonra sarayburnu, boğaz ve haliç; rum, ermeni ve türkler, tarihin yazgısı onları ah ile vah arasında bir çizgide bırakmıştı. aynı kayıkta biri yanni, biri mehmet, aynı denizi paylaşan iki kürek.
şarkının içinde söylenen başka bir yunanca şarkı :
mes tou vosporou ta stena o giannis klaei ta deilina kai o memetis dipla tou pinei kai tragoudaei tou
tourkos ego ki esi romios ki ego laos ki esi laos esi hristo ki ego allah omos ki oi dio mas ah kai vah
me ligi agapi kai krasi methao ki ego methas ki esi pies ligo apo to tasi mou aderfi kai kardasi mou
tourkos ego ki esi romios ki ego laos ki esi laos esi hristo ki ego allah omos ki oi dio mas ah kai vah
türkçesi :
boğaziçi’nde yanni ve mehmet, oturur yan yana akşamları. ağlar yanni ve mehmet içerek söyler şarkısını:
ben türk'üm, sen rum ben de halkım, sen de halksın. senin inancın isa, benimki allah ama ikimize de düşen ah ve vah.
biraz sevgi ve biraz şarapla sen de sarhoş olursun, ben de. al, iç tasımdan, dostum ve kardeşim.
ben türk'üm sen rum, ben de halkım sen de halksın. senin inancın isa, benimki allah ama ikimize de düşen ah ve vah.
Bir nevi doktor mengele. Metro ağı neşter, otobüsler bistüri, vapurlar makas, kalabalık da... kalabalık hep kalabalık, benzetemedim bir şeye. Ölmeden kurtulacağım senden istanbul!
Bu şehirde yaşanların başka yerde yaşayamam dedikleri,başka şehirde olanların ise bu şehrin curcunası beni yer bitirir deyip yaşayamam ben bu şehirde dedikleri metropol bir şehirdir İstanbul.
İmkanım olduğu halde orada yaşamayı seçmedim,seçemedim. "Yaşanmaz abi orada ya" dediğim;10 dakikalık yolu 1 saatte aldığın,insanların birbirine tedirgin bir tavırla yaklaştığı şehirdir. Gez,gör ama yerleşme.
Eziyet, yemin ediyorum eziyet. Ötesi değil. Sefasını zenginler sürüyor diyorlar, ben zengin olsam da burada yaşamazdım. Km karesine 3000 kişi düşen yerde zengin de olsan illa ki payını alırsın.
kadıköy ve beşiktaş civarındaki arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla tencere tava ve ıslık sesleri duyulmaya başlamış. burada da araç kornaları ve ıslıklar var. iyi şeyler olmayacak gibi.
üç dakika sonra gelen edit. tencere tava da başladı. mahalle yıkılıyor.
''beklenen büyük istanbul depremi'' olana kadar, üniversite için dahi gitmeyeceğim şehir. evet, o kadar ödleğim. arkadaşım, onca seneden sonra sen gittiğinde deprem olacaksa öl bir zahmet diyor. bir ben mi anksiyetiğim cidden bu konuda, anlayamıyorum.
2-10 kasım arası tüyap kitap fuarına ev sahipliği yapan şehir. fuar tepebaşı'ndayken iyiydi. üç dört kez giderdim iş çıkışı. allahın dağına taşındığından bu yana üç dört yılda bir gidip tövbe ediyorum. sonra unutuyorum işte. neyse, bu yıl gitmeyeceğim. tüyap demişken, çok değil onbeş yirmi yıl kadar önce akşam çıktığımızda kar taneleri uçuşurdu havada. bu gün sokağa yalınkat bir tişörtle çıktım yine de sıcaktı. kasımın beşi olmuş insanlar kolsuz, şort terlik geziyorlar. dünya çok hızlı değişiyor.
11-12 nisan 2020 sokağa çıkma yasağı'nı balkondan izliyorum. diğer semtlerde durum ne bilmiyorum. benim bulunduğum bölgede yasağı kırmaya çalışan yok. bir ara iki polis yürüyerek geçti cadde boyu. arada bir de motorlu kuryeler geçiyor. şaka gibi bir olaya tanık oldum az evvel. bir motorlu kurye trafik ışıkları kırmızıya dönünce durdu ve yeşil yanmasını bekledi. sıfır trafik, normal zamanda bunlar ışık tanımaz, yol tanımaz, kaldırıma falan çıkarlar. adam ne düşündü de kırmızıda durdu bilemedim ama komik geldi. öte yandan şaka olmasını dilediğim şeyler de oluyor sanırım kentte. ibb halk ekmek büfelerine ekmek dağıtım yapan kamyonların emniyet tarafından engellendiğine dair laflar var ortalıkta. benim göz menzilimde halk ekmek büfesi olmadığı için bilemiyorum. umarım şakadır. dün gece iki ekmek almak için millet birbirini ezdi. vatandaşı ekmekten mahrum etmek neyin kafası anlamıyorum.