-
"bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor" -
bir başka doğuş
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk mevsimin eşiğinde
yeryüzünün kirli varlığını anlamanın başlangıcında
göğün kederli ve yalın ümitsizliğinin
ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğünün. -
20. yüzyıl fars şiirinin kederli, büyük şairi, yönetmen füruğ ferruhzad, 1935 yılında tahran'da doğdu. şair, yedi çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğudur. küçük yaşta şiir yazmaya başlamıştır.
füruğ ferruhzad, 16 yaşında dönemin ünlü isimlerinden perviz şapur'la evlendi. 1952 yılında ilk kitabı "tutsak" yayımlandı. 1953 yılında füruğ ferruhzad ve perviz şapur'un kamyar ismini verdikleri bir oğulları oldu. 1954 yılında kocasıyla geçimsizlik nedeniyle boşandılar. yasalar gereğince oğlu babasına verildi. (şair, ölümüne kadar oğlunu bir daha göremeyecek, ve şairin bütün yaşamı oğul hasretiyle geçecektir.) bütün bunlar olurken füruğ ferruhzad şiir yazmaya devam ediyordu. kocasından ayrıldıktan sonra bir edebiyat dergisinde başka bir isimle "günah" adlı bir şiiri yayımlandı. şiir, yasak bir aşkın erotizmiyle doluydu. bu şiirin bir kadın tarafından yazılmış olması, iran edebiyatı'nın sınırları düşünüldüğünde o güne kadar görülmemiş bir durumdu, bu yüzden "günah" şiiri iran'ın o günkü edebiyat ortamında çok fazla dikkat çekti. kısa zaman sonra füruğ ifşa edildi. "günah" şiirinin ona ait olduğu ortaya çıktı. füruğ, ailesi ve eski kocası tarafından kınandı, yargılandı. onlara göre ferruhzad, bu şiiriyle yaşadığı yasak bir ilişkiyi itiraf etmiş sayılıyordu. füruğ ferruhzad, derin bir bunalım yaşadı, ölmeye kalkıştı, bir süre bir psikiyatri kliniğinde kaldı.
şair, olanlara rağmen yine de şiir yazmayı bırakmayacaktır. 1956 yılında şairin kendisini ve şiirini hiçbir zaman anlamadığını düşündüğü eski kocası perviz şapur'a ithaf ettiği söylenilen ikinci şiir kitabı "duvar" yayımlandı. 1958 yılına gelindiğinde füruğ ferruhzad, ünlü yazar ve yönetmen ibrahim gülistan ile tanıştı. (ibrahim gülistan'la birliktelikleri şairin ölümüne kadar devam edecektir.) ferruhzad'ın evli ve çocuk sahibi olan ibrahim gülistan'la ilişkisi füruğ ferruhzad ölünceye değin her zaman dedikodu ve eleştiri konusu olmuştur. senaryo ve öykü yazan ibrahim gülistan'la birlikte sinema alanında çalışmaya başlayan füruğ ferruhzad, bu dönemde dokuz ay avrupa'da kaldı. yine bu dönemde şairin "isyan" isimli şiir kitabı yayımlandı. 1962 yılında yaptığı "bir ateş" isimli belgesel filmiyle italya'da, 1963 yılında cüzzamlılar hakkında çektiği "kara ev" filmi ile almanya'da oberhausen film festivali'nde ödül aldı. yine 1963 yılında unesco, daha sonra ise bernardo bertolucci, füruğ hakkında belgesel film yaptı. şair, "kara ev" filminin çekimleri sırasında cüzzamlılar evi'nde birlikte yaşadığı anne ve babası cüzzamlı olan hüseyin isimli bir çocuğu evlat edindi. aynı yıl şairin "yeniden doğuş" isimli kitabı yayımlandı.
1967'nin şubat ayında bir trafik kazası sonucu 32 yaşında yaşamını yitiren füruğ ferruhzad, öldüğünde, o öldükten sonra yayımlanacak olan "inanalım soğuk mevsimin başlangıcına" isimli kitabı üzerinde çalışıyordu. tahran'da toprağa verilen şairin ölü bedeni mollalar, onun cenaze namazını kılmayı reddettikleri için iki gün bekletilmiştir. ferruhzad'ın cenaze namazı en sonunda bir yazar tarafından kıldırılmıştır. genç yaşta ölen füruğ ferruhzad, öldüğünde geride kısa süren yaşamına sığdırabildiği şiir kitaplarını, filmlerini ve oğullarını bırakmıştır. oğlu kamyar büyüdüğünde ressam olmuş, defalarca annesini resmetmiştir, şairin diğer oğlu hüseyin ise annesinin şiirlerini almanca'ya çevirmiştir.
eserleri:
- tutsak (1952)
- duvar (1956)
- isyan (1959)
- yeniden doğuş (1964)
- inanalım soğuk mevsimin başlangıcına (bu kitabı tamamlayamadan 1967'de öldü.)
ödülleri:
- 1962 yılında yaptığı belgeselle italya belgesel filmler festivali'nde birincilik ödülü.
- 1963 yılında ?kara ev? filmiyle, almanya'daki oberhausen film festivali'nde en iyi film ödülü.
türkçede füruğ ferruhzad:
- sonsuz günbatımı, furuğ ferruhzad, çeviri: onat kutlar-celal hosrovşahi, ada yayınları, 1989.
- sadece ses kalıcıdır, furuğ ferruhzad, çeviri: cavit mukaddes, yapı kredi yayınları, 1997.
- ve yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, öteki yayınevi, 1999.
- furuğ-i ferruhzad bütün şiirleri, çeviri: kutlukhan eren, şule yayınları, 1999.
- bir başka doğuş, furuğ-i ferruhzad, çeviri: hatice gülcan topkaya, om yayınları, 2002.
- yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, telos yayınları, 2002.
- furuğ-i ferruhzad, furuğ ferruhzad, çeviri: kenan karabulut, gendaş yayınları, 2002.
- aşk şiirleri, furuğ ferruhzad, çeviri: fahri özdemir, kırmızı yayıncılık, 2006.
- dünya sevmek için çok küçük, furuğ ferruhzad, çeviri: kenan karabulut, gri yayınevi, 2006.
- yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, kanguru yayınları, 2009.
- yeryüzü ayetleri, furuğ ferruhzad, çeviri: makbule aras, can yayınları, 2009.
- ses, ses, yalnız ses çeviri, haşim hüsrevşahi, kavis yayınları, 2011
- furuğ-i ferruhzad-bütün şiirleri, çeviri, kutlukhan eren, şule yayınları, 2012
- yaralarım aşktandır, çeviri haşim hüsrevşahi, totem yayınları 2014
yeniden doğuş
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!
yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle "günaydın" diyen.
yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.
yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.
ah..
budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.
ve "ellerini
seviyorum" diyen
sesin hüznünde ölmektir.
ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar.
küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.
ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...
çeviren: haşim hüsrevşahi
sadece ses kalıcıdır
ne için durmalıyım? ne için?
kuşlar çoğul maviliği aramaya gitmişler
ufuk dikeydir,
ufuk dikeydir ve hareket fıskiye gibi
görünümde ışıklı yıldızlar oynuyor
yeryüzü, yükseklikte kendini tekrarlıyor
ve gökyüzü kuyuları ilişki bağlantılarına dönüşüyor
ve gündüz öyle geniştir ki
gazetenin küçük beynine sığmıyor.
ne için durmalıyım?
yol hayatın kılcal damarları arasından geçiyor.
çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek,
ve şafağın kimyasal atmosferinde
sadece ses kalacak,
zaman zerreciklerine bağlanan ses.
ne için durmalıyım?
bataklık; kokuşmuş böceklerin çoğaldığı yerden
başka ne olabilir?
morgun benliği ölülerin şişmiş cesetlerinden ibarettir.
ve ateş böceği...ah...
ateş böceğinin konuştuğu an
karanlıktaki alçak adam koflanan
erkekliğini gizliyor
ne için durmalıyım?
kurşunlu harflerin işbirliği boşunadır
ve kurşunlu harflerin işbirliği
bu değersiz düşünceyi kurtarmaz.
ben ağaçların soyundanım
ve bu "bayat" havayı solumak kederlendiriyor beni,
ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana
tüm güçlerin sonu güneşin gerçeği
ve ışığın bilinciyle birleşmekten ibarettir,
birleşmek.
yel değirmenlerinin çürümesi doğaldır,
ne için durmalıyım?
ben yeşil buğday salkımlarını
göğsüme alarak, sütle besliyorum,
ses, ses, sadece ses,
su akışının sesi
ve dişi toprak kabuğu üzerine
yıldız ışığının düşüş sesi ve aşkın yayılma sesi
ses, ses, sadece ses kalıcıdır.
cücelerin ülkesinde
sıfır üzerine dolaşıyor ölçü mihenkleri
ne için durmalıyım?
ben dört unsura itaat ediyorum
ve yüreğimin yasalarını
körlerin yerel hükümeti düzenlemiyor.
böceğin etle sarılı boşlukta, yararsız
dolaşımı ve
vahşice ulumalar
beni ilgilendirmiyor.
beni çiçeklerin kanlı soyu yaşamaya sorumlu kılmış
biliyor musun? çiçeklerin kanlı soyu
çeviri: cavit mukaddes
kızıl gül...
kızıl gül
kızıl gül
kızıl gül
o beni kızıl gül bahçesine götürdü
ve ıstıraplı saçlarıma kızıl gül taktı karanlıkta
ve sonunda
kızıl gül yaprağı üstünde benimle yattı
ey felçli güvercinler
ey adetten kesilmiş deneyimsiz ağaçlar, ey kör
pencereler
yüreğimin altında ve derinliğinde uyluklarımın, şimdi
kızıl bir gül sürgün vermekte
kızıl gül
kızıl
bir bayrak gibi
ayaklanmada
ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe
öpücük
her iki gözünde onun günah gülüyordu
yüzüne ay ışığı gülüyordu
o suskun dudakların geçişinde
sığınmasız bir yalaz gülüyordu
utangaç ve silik bir istekle dolu
bakışları sarhoşluk renginde olmalı
gözlerine baktım ve söyledi:
aşktan bir ürün almalı
bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
gecenin gizlisine saklandı
bir soluk kaydı bir yüze
iki dudak ortasında öpüş yalazlandı
gazel
benim sesimi taşlarca dinliyorsun
taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun
ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun
okşayışın yeşil dalı olan elimi
ölü yapraklarla seviştiriyorsun
şaraptan daha sapkınsın ve gözü
yalazlara oturtuyor döndürüyorsun
ey kanımın bataklığının altın balığı
hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun
sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
göğsüne bastırıyor söndürüyorsun
gölgelerde, oturdu senin furug?un ve uçuklaştı
gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?
akbaba
tepemde bir akbaba
hırsla ölmemi bekliyor
ben ise düşünüyorum
nasıl bir tuzak kurayım ki
bana yaklaşsın da
onu vurayım
soluk almak için
oturmaya kalksam
işte yıkıldı diye
saldırıyor yüzüme
onu vurmak için
anlayınca fırsat beklediğimi
hızla dönüyor gökyüzüne
kuşaktan kuşağa
onca insanlar öldü
yem olarak, şu ihtiyar akbabaya
deneyimlerim sesleniyor ki
bitimindeyiz zamanın
yaklaşan bir sonu var
ya senin, ya ihtiyar akbabanın
bu cadı, bu kocamış
leş yiyenin yazgısı, sana bağlı
başaramazsan eğer
sıran geldi demektir
tepemde bir akbaba
hırsla bekliyor ölmemi
vay eğer
fırsatı ben kaçırırsam
dökülüyor suskunluğuna akşamın
ezanın ayak sesleri
kent akşamının hayalinde yanıyor
altın ormanları düşlerin
ve odamın suskunluğunda
cuma akşamıyla uğraşıyor
ezanın ayak sesleri
benim elimde kitap
cuma akşamı sessiz
kopuk kopuk geliyor kulağıma,
ezan
kime söylüyor
ne diyor
kent
uğraşıyor Cuma akşamıyla
ve o garip ses
yalın bir köylü gibi
yitiyor kentin çağıltısında
ben yine
kitap okuyorum
acıyorum bahçeye...
çiçekleri düşünen yok!
balıkları düşünen yok!
inanmak isteyen yok:
bahçe ölüyor!
yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan!
sanki bahçenin duygusu
soyut bir şey
bahçenin yalnızlığında solan.
evimizin avlusu yapayalnız.
yabancı bir bulutun yağmasını bekliyor
evimizin avlusu.
esniyor.
ve boşalmış evimizdeki havuz.
düşüyor ağaçların tepesinden toprağa
küçücük acemi yıldızlar.
ve balık yuvalarının loş pencerelerinden
öksürük sesleri geliyor geceler.
evimizin avlusu yapayalnız.
babam diyor:
"geçti benden!
benden geçti!
eledim unumu,
astım eleği."
ve odasında sabahtan akşama dek
ya şâhnâme okuyor
ya nâsihüttevârih.
"lanet olsun balığına da kuşuna da!
ben öldükten sonra
ne fark eder
ha bahçe olmuş
ha olmamış!
yeter emekli maaşım bana!"
anamın bütün hayatı
serilmiş bir seccade
cehennem korkusunun eşiğinde.
anam her şeyin altında
arar bir günah izini
ve düşünür:
bir bitkinin küfrü
lekelemiştir bahçeyi.
anam dua okur gün boyu.
doğal bir günahkârdır anam!
ve üfler tüm çiçeklere.
ve üfler tüm balıklara.
ve üfler kendisine.
anam bekler durur hep
ilahî bir zuhûru,
ilahî bir bağışı.
biraderim "kabristan" der bahçeye.
biraderim güler otların kargaşasına
ve sayar
balık cenazelerini
suyun hasta kabuğu altında
bozuşmuş zerreciklere dönüşen.
biraderim felsefe düşkünü.
biraderim bahçenin şifasını
bulur bahçenin yok oluşunda.
içip buldu mu kafayı
yumruklar kapıyı, duvarı.
ve çalışır söylemeye
çok dertli,
yorgun
ve umutsuz olduğunu.
ve taşır umutsuzluğunu yanında
çarşıda, pazarda
kimliği, takvimi, mendili, çakmağı,
tükenmez kalemi gibi.
ve öyle küçüktür ki umutsuzluğu
her akşam
kaybolur meyhanenin izdihamında.
ve çiçek dostuydu kızkardeşim.
yüreğindeki sade sözleri,
dayak yiyince anamdan,
götürürdü onların müşfik ve sessiz topluluğuna.
ve konuk ederdi kimi zaman
balık ailelerini
güneşle,
tatlıyla.
şehrin öte yakasında onun evi
yalancıktan evler arasında,
yalancıktan kırmızı balıklarla,
sığınarak yalancıktan eşinin aşkına
ve yalancıktan elma ağaçlarının dalları altında
yalancıktan şarkılar söyler
ve doğal çocuklar yapar.
ne zaman gelse bizi görmeye
eteklerinin ucu bulaşır bahçenin fakirliğine,
kolonya banyosu yapar.
ne zaman gelse bizi görmeye
hamiledir hep.
evimizin avlusu yapayalnız.
yapayalnız evimizin avlusu.
gün boyu
un ufak oluş
ve çatırdayış sesleri gelir kapının ardından.
bizim komşular bahçelerinde çiçek yerine
makineli, top, tüfek ekerler hep toprağa.
bizim komşular kapak koyarlar hep
çini havuzlarının üstüne.
ve çini havuzlar,
-istemese de kendileri-
gizli barut depoları.
ve bizim sokağın veletleri
doldururlar okul çantalarını
küçük bombalarla.
serseme dönmüş bizim evin avlusu.
yitireli beri kalbini
korkuyorum
bunca elin saçma tasavvurundan.
ve korkuyorum
bunca suratın yabancı yabancı
cisme bürünüşünden.
yapayalnızım ben
geometri dersini çılgınca seven
bir öğrenci gibi.
ve düşünüyorum:
hastaneye kaldırmalı bahçeyi.
düşünüyorum...
düşünüyorum...
düşünüyorum da...
yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
ve boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan.
gecenin soğuk caddelerinde...
Pişman değilim
Düşünürken yenilgiyi, o acı yenilgiyi
Çünkü ölüm tepesinin doruğunda
Öptüm yazgımın çarmıhını
Gecenin soğuk caddelerinde
Hep tedirgin ayrılıyor çiftler
Birbirlerinden
Bir tek fısıltı duyuluyor: Hoşça kal! Hoşça kal!
Gecenin soğuk caddelerinde
Pişman değilim
Zamanın ötesinde akıp gidiyor benim yüreğim
Yaşam yeniden doğuracak onu
Yeniden yaşatacak beni rüzgarın
Göllerinde yüzen haberci gülü
..... ..... ..... .....
Bak, gene de nasıl dokunabiliyorum
Kalıntısıyla ellerimin karanlık düşlerin dibine
Nasıl bir dövme yapabiliyorum yüreğime kan lekesi gibi
Suçsuz mutluluklarından yaşamın?
Pişman değilim
Benden konuş ey sevgilim bir başka benle
Gecenin soğuk caddelerinde
Gene aşk dolu gözlerini gördüğün
Benden!
Ve hatırla beni, kederle öperken o
Gözlerinin altındaki çizgileri...
kuş ölümlüdür
kederliyim
kederliyim
balkona çıkıyorum ve gecenin
gergin tenine dokunuyor parmaklarım
sönmüş tüm bağlantı ışıkları
sönmüş tüm bağlantı ışıkları
artık kimse güneşle tanıştırmayacak beni
kimse götürmeyecek
serçelerin şölenine
uçuşu hatırla
kuş ölümlüdür
çeviri: celal hosrovşahi
içim acıyor bahçeye
çiçekleri düşünmüyor kimse
balıkları düşünmüyor kimse
kimse
kalbi güneşin altında iltihaplanan
hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin
ölmekte olduğuna
inanmak istemiyor
ve bahçenin duygusu sanki
kendi yalnızlığında çürümüş soyut bir şeydir
evimizin avlusu tenha
evimizin avlusu
bilinmez bir buluttan yağmur bekleyerek
esnemekte
ve boştur evimizin havuzu
tecrübesiz küçük yıldızlar
ağaçların üstünden yere düşüyorlar
balık yuvalarının rengi uçmuş pencerelerinin
aralığından
öksürük sesleri geliyor geceleri
evimizin avlusu tenha
baba:
"benden geçti diyor" diyor
"benden geçti
unumu eledim eleğimi astım"
ve odasında
sabahtan gün batımına
ya şehname okuyor
ya nasihü't-tevarih
baba anneye diyor ki:
"lanet olsun balığa da kuşa da
ben öldükten sonra
bahçe ha olmuş ha olmamış
neye yarar
emeklilik maaşım bana yeter"
annenin bütün hayatı
cehennem korkusu eşiğine serili bir seccadedir
anne her şeyde günahın ayak izlerini arıyor
ve bahçeye de bir bitkinin küfrünün bulaştığına inanıyor
anne bütün gün dua ediyor
anne doğuştan günahkar
ve bütün çiçeklere okuyup üflüyor
ve bütün balıklara okuyup üflüyor
anne zuhuru bekliyor
ve gökten inecek lütfu
erkek kardeşim bahçeye kabristan diyor
erkek kardeşim otların karışıklığına gülüyor
ve suyun hastalıklı derisi altında
çürümüş parçacıklara dönüşen
balık ölülerini sayıyor
erkek kardeşim felsefeye bağımlı
bahçenin iyileşmesini, yok edilmesinde görüyor
düşünüyor erkek kardeşim
sarhoş olup sonra
duvara yumruğunu geçiriyor
çok dertli, çok yorgun, çok umutsuz olduğunu
anlatmaya çalışıyor
o umutsuzluğunu da
kimliği, takvimi, mendili, çakmağı, tükenmez kalemi gibi
çarşı pazar dolaştırıyor
ve umutsuzluğu
o kadar küçük ki her gece
meyhanenin kalabalığında kayboluveriyor
çiçeklerin dostu olan ve
anne ona vurduğunda
yüreğinin yalın sözcüklerini
çiçeklerin şefkatli, suskun kalabalığına götüren kız
kardeşim
zaman zaman balık ailelerini
güneşe ve tatlıya davet ederdi
onun evi şehrin öteki ucunda
o naylon evinde
kırmızı naylon balıklarıyla
eşinin naylondan aşkının sığınağında
ve naylon elma ağaçlarının dalları altında
naylon şarkılar söylüyor
ve sahici çocuklar doğuruyor
bizi her ziyarete gelişinde
eteklerinin uçlarına bahçenin fakirliği bulaştığında
kolonyayla yıkanıyor
bizi her ziyarete gelişinde
hamile
evimizin avlusu tenha
evimizin avlusu tenha
bütün gün kapının ardından parçalanma sesleri geliyor
ve patlama sesleri
komşularımız bahçelerinin her köşesine
çiçek yerine
şarapnel ve makineli tüfek dikiyor
komşularımız fayans havuzlarının üstünü kapatıyorlar
ve fayans havuzlar istemeye istemeye
gizli barut ambarına dönüşüyor
ve mahallemizin çocukları okul çantalarına
küçük bombalar dolduruyor
evimizin avlusu şaşkın
ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum
ben bunca elin boşunalığını düşünmekten
bunca yüzün yabancılaşmasından
korkuyorum
ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar
yalnızım
ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir
sanıyorum...
sanıyorum...
sanıyorum...
ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta
sanıyorum...
sanıyorum...
sanıyorum .. .
ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta
hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalmakta
çeviri: makbule aras
cuma
sessiz cuma
terk edilmiş cuma
eski sokaklara benzer hüzünlü cuma
hastalıklı tembel cuma
sünen sinsi esnemeler cuması
bekleyişsiz cuma
teslim olmanın cuması
boş ev
sıkıntılı ev
gençliğin baskınına kapalı ev
karanlık ev ve güneşin hayali ev
yalnızlık, fal ve kuşku evi
perde, kitap, dolap ve resimler evi
ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu
garip bir su akıntısı gibi
bu terk edilmiş sessiz cumalarda
bu sıkıntılı evlerde
benim yaşamım
aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu...
çeviri: haşim hüsrevşahi
yeniden merhaba diyeceğim güneşe
yeniden merhaba diyeceğim güneşe
gövdemde akan nehirlere
bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
benimle birlikte kuru mevsimlerden geçen
bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
gecenin kokusunu hediye eden kargalara
yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
yeniden merhaba diyeceğim
geliyorum, geliyorum, geliyorum,
saçlarımla: yeraltı kokularının devamı
gözlerimle: karanlık tecrübesiyle
duvarların ötesinden kopardığım dallarımla,
geliyorum, geliyorum, geliyorum,
ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
yeniden merhaba diyeceğim.
çeviri: cavit mukaddes
güneş doğuyor
bak nasıl içinde gözlerimin
eriyor damla damla keder
karanlık ve isyancı gölgem nasıl
tutsağı oluyor güneşin
bak
yok oluyor tüm varlığım ve beni
içine alıyor bir kıvılcım
fırlatıyor taa doruklara
bak nasıl
sayısız yıldızla
doluyor gökyüzüm benim
uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
ve kokular ve ışıklar ülkesinden
şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
fildişi, bulut ve kristal
götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
götür şiirlerin ve coşkuların kentine
yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek
bak
nasıl yandım ben bu yıldızlarla
ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
yıldızlar topladım
eskiden ne kadar uzaktı toprak
gökyüzünün mor köşelerine
yeniden duyuyorum şimdi
senin sesini
karlı kanatlarının sesini meleklerin
bak nerelere ulaştım sonunda ben
samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa
birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
yıka beni dalgaların şarabıyla
ipeğine sar beni öpüşlerinin
işte beni yeniden bitmeyen gecelerde
bırakma artık beni
beni yıldızlardan ayırma
bak tam karşımızda gecenin mumu
damla damla nasıl eriyor
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
gözlerimin simsiyah kadehi
senin ninnilerini dinlerken
ve bak nasıl
şiirlerimin beşiğine
sen doğuyorsun, güneş doğuyor.
çeviri: onat kutlar-celal hosrovşahi
-
bazen iyi ki her sevdiğim şairin ya da yazarın yazdıkları tüm kitapları alıp yazdıkları her cümleyi okumuyorum diye şükrediyorum. iyi ki her şeyi hemen tüketmiyorum. iyi ki şaşırabiliyorum. okumadığım dizeleriyle karşılaştığımda beni mutlu eden şair-şaire.
"ne bir umut var avutacak gönlümü
ne tanıdık bir haberci ne haber
ne gözlerde bozguncu bakışlar
ne dalga seslerinden eser
aşk ve ışık ve karanlıklar şehrinden
gündoğumunda eteğini sürüyerek gitti bir kadın
yolunu kaybetmiş zavallı kuş
yuvasına doğru gitti yorgun argın
kim, acıyla gözyaşı döktü ardından
kim, onun dilinden anladı
kimse tanımadı o yabancıyı
sesi, derin bir çınlamaydı
bir çift göze takılıp kaldı belki de bulur diye
umudun ve arzunun sakladığı yeri
günahın eteğine attı onu
alev alev o iki göz yazık ki
...
bir gece ansızın son buldu bekleyişi
heves döktü dudakları onun yangısına
neden bunca yaktı onun canını
neden astı onu kadehten süzülen damlalara
ne yaptınız o hasta ruha
hani o şehrinizden eteğini sürüyerek giden?
neden... ey hasretimin âşinâsı
koynumdan el gibi çıkıp gitmen?
şimdi bu o... bu soğuk sessizlik
ne tanıdık bir haberci ne haber
ne gözlerde gönülçelen bakışlar
ne dalga seslerinden eser"
(Rüzgâr Bizi Götürecek kitabından...) -
"kuş ölür, sen uçuşu hatırla." diyerek hayat felsefemi bulmamı sağlayan kadın.
şiirleri kar ve sigara kokar. -
Benim küçük ağacım ,
rüzgâra aşıktı.
Evsiz barksız rüzgâra...
Rüzgârın evi nerede?
Füruğ Ferruhzad / Yeryüzü Güncesi -
Bir zaman bir yerde bir şekilde bir şiiri karşıma çıkmış.
Nereden aklıma estiyse "dur la ben bi okuyayım şunu, kaydedeyim" demişim besbelli.
hiç de huyum değildir halbuki...
telefonumun ses kaydedicisinin klasöründeki isimsiz, otomatik isimlendirilen rastgele dosyaları sırayla dinleyip dinleyip silerken karşıma çıktı bu şiirin kaydı.
cümlelere bakıyorum, benim kuracağım cümleler değil. kursam kurarım ama dedim ya, benim cümlelerim değil. öyle, biraz yabancı.
ama kimin olduğu hakkında en ufacık bir fikrim yok.
bir zamanlar aklıma gelenleri konuşup, anlatıp kaydediyordum, bilmiyorum belki de öyle bir şeydir.
neyse, dinlediğim şey çok hoşuma gitti, iyi ki okumuşum ama neydi ki bu? nereden çıkmıştı?
sonra işte google'a yazdım,
"inanın ne olur bana, diri değilim ben"
meğersem füruğ ferruhzad şiiri imiş.
(bkz: gece görüşmesi) 'ni yazan kadınmış meğer füruğ ferruhzad. burada senelerdir başlığı varmış, senelerdir hakkında çok güzel bir kaç şey yazılmış ve öylece kalmış, ben ise daha bir kaç gün olmuş bunları göreli.
çok garibime giti, biraz canım sıkıldı.
ilk girdiyi okuyunca 32 yaşına öldüğünü öğrendim, daha da canım sıkıldı.
bu bilgiye canımın sıkılması genç gittiğinden değil. 32 yıl seneye neler neler sığdırmış insanlar...
şöyle bir 32 yıl geriye bakıyorum da... geçtiğimiz 32 yılı neyle, nasıl doldurabilirdim de neyle nasıl doldurdum (ya da boş bıraktım)
belki de o yüzden yüzlerce yıl yaşamak istiyorumdur. 30-40-50-60-100-150 yılda bir bok başaracağım yok, belki birkaç bin yıl yaşarsam ardımda elle tutulur bir şeyler bırakabilirmişim gibi hissediyorum.
"inanın ne olur bana,
diri değilim ben"
-- spoiler --
gece görüşmesi
ve o şaşırtıcı yüz
konuştu benimle pencerenin öbür yanından ve dedi ki:
«hak, açıp gözünü görenindir
ben ürkütücüyüm yitme duygusu gibi
ama gene de tanrım,
nasıl korkulur benden?
sisli çatıları üstünde gökyüzünün
hafif ve başıboş dolaşan
bir uçurtmadan başka
hiçbir şey olmayan benden?
aşkımı, isteğimi, nefret ve acılarımı
gece ayrılığında mezarların
kemirmiştir adı ölüm olan bir fare…
ve o şaşırtıcı yüz
ince, uzun ve çok zayıf
akan çizgileri esen rüzgârla
her an silinen ya da değişen
ve yumuşak ve uzun saçları
kapılarak gecenin görünmez dalgalarına
serilen karanlığın ovalarına
deniz dibi bitkileri gibi
aktı pencerenin öbür yanında
ve bağırdı:
inanın ne olur bana!
diri değilim ben!
saydam çizgilerin ardında hâlâ
görüyordum karanlığın koyulaşmasını
ve gümüş çam kozalaklarını
ama o
salmıyordu her şeyin üstünde ve sonsuz yüreği
ulaşıyordu doruklara
sanki yeşil duygusuydu ağaçların
ve sonsuza dek sürüyordu gözleri
haklısınız
hiç aynaya bakmadım ben
ölümümden sonra
öylesine ölüyüm ki artık hiç bir şey
kanıtlayamaz
benim ölümümü
ah!
duydun mu kuytu köselerinde bahçenin
geceye sığınıp ayışığına koşan
ağustos böceğinin sesini?
belki de tüm yıldızlar
yitik bir gökyüzüne göçüp gitmişler
ve kent, nasıl ıssızdı kent
bütün bir yol boyu
kimseyle karşılaşmadım
rengi uçuk heykeller
tütün ve toz kokan
bir kaç çöpçü
ve yorgun, uykulu bekçilerden başka kimseyle
yazık
ölmüşüm ben
ve sanki aynı boşuna gecenin devamıdır
gece…
sustu
ve ağlama duygusu ve acı ve kederle doldurdu
gözlerinin uçsuz bucaksız alanını
hiç düşündünüz mü
yaşamın kederli maskesinin gölgesi altında
yüzlerini gizleyen
sizler
bu üzücü gerçeği?
bugün yaşayanların
bir başka dirinin posasından başka, bir şey olmadığını?
sanki ilk gülüşünde
yaslanıp gitmiştir bir çocuk
ve nasıl güvenebilir şimdi bu yürek
-bu asıl sözleri değiştirilmiş,
-bu bozulmuş mezar yazıtı
-bu tasa kesmiş saygınlığına
kendisinin?
belki de var olma alışkanlığı
ve yatıştırıcılar
çoktan tüketmiştir insanın
saf ve yalın iskeletini
belki de ıssız bir adaya
alıp götürmüşlerdir
ruhlarımızı
belki de düşte görmüşümdür ben ağustos böceğinin sesini
belki de rüzgârlı süvarilerdir
bu tahtadan mızraklara yaslanmış
bekleyip duran sabırlı yayalar
ve o yüce düşünceli bilgeler olmalı
bu zayıf, beli bükülmüş afyon düşkünleri
doğru olmalı doğru olmalı kimse
beklemiyor artık bir başlangıcı
ve yüreği aşkla dolu genç kızlar
uzun iğneleriyle nakışlarının
delmişler çabuk kanan gözlerini
şimdi duyulan sabah uykularının derinliklerinde
yankımasıdır karga seslerinin
ve kendilerine geliyor aynalar
tek tek ve yapayalnız biçimler
teslim oluyorlar şimdi
uyanışın dalgın saatlerine
ve gizli saldırısına karanlık karabasanların
yazık
tüm anılarımla birlikte ben
kanlı masallar söyleyen, kan’dan
hiç böylesine küçülmüş yaşamayan gururdan
fırsatımın sonunda bekliyorum
ve kulak veriyorum: hiç ses yok
ve çok derinden bakıyorum: kıpırdamıyor bir yaprak bile
ve temizliğin
ta kendisi olan adım
tozuna bile dokunamıyor şimdi
mezarların…
titredi
ve birden döküldü iki yana
ve uzun iç çekişler gibi uzandı bana
yarıklardan çıkarak
yalvaran elleri
çok soğuk
çizgilerimi kesiyor rüzgâr
düşünüyorum bir tek insan var mı şimdi
yıkılmış yüzüyle
tanışmaktan
korkmayan?
zamanı değil mi artık
açılsın bu pencere, açık açık açık
yağsın gökyüzü oradan
kendi kimliğinin ölüm namazını
kılsın insan inleyerek?
belki de bir kuş sesiydi o yankılanan
ya da rüzgâr, ağaç dalları arasından
ya da ben bir üzüntü ve utanç dalgası gibi
çıkmazlarından yüreğimin
yükselen ben
gördüm birden o iki el
iki acı sitem
benim ellerime doğru uzanan
yalancı tan ışığının aydınlığında
yok oldu.
ve bağırdı bir ses
soğuk ufuklardan:
hoşça kal!
-- spoiler -- -
"Eğer şair olmak istiyorsan kendini şiire ada. Hesaplardan ve çok konuşmalardan vazgeç. Çok basit mutluluklara razı olanları bırak. Etrafına bir duvar ör ve bu duvar içinde, daha iyi bir dünyaya gelmek, şekillenmek ve kavramların çeşitli anlamlarını keşfetmek için yeniden başla. Ben aynısını yapıyorum -ama acı- çok acıdır. Dayanıklılık ve yetenek ister..."
***
"Ben bir 'kadın' yani 'bir insan' olmak istiyordum. Benim de nefes almaya, bağırmaya hakkım olduğunu söylemek istiyordum. Başkaları feryatlarımı dudaklarımda, nefesimi göğsümde boğup susturmaya çalışıyorlardı. Onlar en keskin silahları seçmişlerdi. Ben daha fazla gülemiyordum. Bu ne gülüşlerimin ne de gücümün tükenmesindendi. Ben yeni bir enerji ve gücü yine de 'gülmek' için harcadığımdan, birden bu çevreden bir süre uzak durmaya karar verdim."
- Furuğ Ferruhzad -
***
ayrıca, (bkz: dost ve akraba ülke iran'a yolculuk)