1. "bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor"
    #105616 ofelia | 7 yıl önce
    0şair 


  2. ve bu benim
    yalnız bir kadın
    soğuk mevsimin eşiğinde
    yeryüzünün kirli varlığını anlamanın başlangıcında
    göğün kederli ve yalın ümitsizliğinin
    ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğünün.
    #93745 mjorate | 7 yıl önce
    0şair 
  3. 20. yüzyıl fars şiirinin kederli, büyük şairi, yönetmen füruğ ferruhzad, 1935 yılında tahran'da doğdu. şair, yedi çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğudur. küçük yaşta şiir yazmaya başlamıştır.

    füruğ ferruhzad, 16 yaşında dönemin ünlü isimlerinden perviz şapur'la evlendi. 1952 yılında ilk kitabı "tutsak" yayımlandı. 1953 yılında füruğ ferruhzad ve perviz şapur'un kamyar ismini verdikleri bir oğulları oldu. 1954 yılında kocasıyla geçimsizlik nedeniyle boşandılar. yasalar gereğince oğlu babasına verildi. (şair, ölümüne kadar oğlunu bir daha göremeyecek, ve şairin bütün yaşamı oğul hasretiyle geçecektir.) bütün bunlar olurken füruğ ferruhzad şiir yazmaya devam ediyordu. kocasından ayrıldıktan sonra bir edebiyat dergisinde başka bir isimle "günah" adlı bir şiiri yayımlandı. şiir, yasak bir aşkın erotizmiyle doluydu. bu şiirin bir kadın tarafından yazılmış olması, iran edebiyatı'nın sınırları düşünüldüğünde o güne kadar görülmemiş bir durumdu, bu yüzden "günah" şiiri iran'ın o günkü edebiyat ortamında çok fazla dikkat çekti. kısa zaman sonra füruğ ifşa edildi. "günah" şiirinin ona ait olduğu ortaya çıktı. füruğ, ailesi ve eski kocası tarafından kınandı, yargılandı. onlara göre ferruhzad, bu şiiriyle yaşadığı yasak bir ilişkiyi itiraf etmiş sayılıyordu. füruğ ferruhzad, derin bir bunalım yaşadı, ölmeye kalkıştı, bir süre bir psikiyatri kliniğinde kaldı.

    şair, olanlara rağmen yine de şiir yazmayı bırakmayacaktır. 1956 yılında şairin kendisini ve şiirini hiçbir zaman anlamadığını düşündüğü eski kocası perviz şapur'a ithaf ettiği söylenilen ikinci şiir kitabı "duvar" yayımlandı. 1958 yılına gelindiğinde füruğ ferruhzad, ünlü yazar ve yönetmen ibrahim gülistan ile tanıştı. (ibrahim gülistan'la birliktelikleri şairin ölümüne kadar devam edecektir.) ferruhzad'ın evli ve çocuk sahibi olan ibrahim gülistan'la ilişkisi füruğ ferruhzad ölünceye değin her zaman dedikodu ve eleştiri konusu olmuştur. senaryo ve öykü yazan ibrahim gülistan'la birlikte sinema alanında çalışmaya başlayan füruğ ferruhzad, bu dönemde dokuz ay avrupa'da kaldı. yine bu dönemde şairin "isyan" isimli şiir kitabı yayımlandı. 1962 yılında yaptığı "bir ateş" isimli belgesel filmiyle italya'da, 1963 yılında cüzzamlılar hakkında çektiği "kara ev" filmi ile almanya'da oberhausen film festivali'nde ödül aldı. yine 1963 yılında unesco, daha sonra ise bernardo bertolucci, füruğ hakkında belgesel film yaptı. şair, "kara ev" filminin çekimleri sırasında cüzzamlılar evi'nde birlikte yaşadığı anne ve babası cüzzamlı olan hüseyin isimli bir çocuğu evlat edindi. aynı yıl şairin "yeniden doğuş" isimli kitabı yayımlandı.

    1967'nin şubat ayında bir trafik kazası sonucu 32 yaşında yaşamını yitiren füruğ ferruhzad, öldüğünde, o öldükten sonra yayımlanacak olan "inanalım soğuk mevsimin başlangıcına" isimli kitabı üzerinde çalışıyordu. tahran'da toprağa verilen şairin ölü bedeni mollalar, onun cenaze namazını kılmayı reddettikleri için iki gün bekletilmiştir. ferruhzad'ın cenaze namazı en sonunda bir yazar tarafından kıldırılmıştır. genç yaşta ölen füruğ ferruhzad, öldüğünde geride kısa süren yaşamına sığdırabildiği şiir kitaplarını, filmlerini ve oğullarını bırakmıştır. oğlu kamyar büyüdüğünde ressam olmuş, defalarca annesini resmetmiştir, şairin diğer oğlu hüseyin ise annesinin şiirlerini almanca'ya çevirmiştir.


    eserleri:

    - tutsak (1952)
    - duvar (1956)
    - isyan (1959)
    - yeniden doğuş (1964)
    - inanalım soğuk mevsimin başlangıcına (bu kitabı tamamlayamadan 1967'de öldü.)

    ödülleri:

    - 1962 yılında yaptığı belgeselle italya belgesel filmler festivali'nde birincilik ödülü.
    - 1963 yılında ?kara ev? filmiyle, almanya'daki oberhausen film festivali'nde en iyi film ödülü.


    türkçede füruğ ferruhzad:

    - sonsuz günbatımı, furuğ ferruhzad, çeviri: onat kutlar-celal hosrovşahi, ada yayınları, 1989.
    - sadece ses kalıcıdır, furuğ ferruhzad, çeviri: cavit mukaddes, yapı kredi yayınları, 1997.
    - ve yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, öteki yayınevi, 1999.
    - furuğ-i ferruhzad bütün şiirleri, çeviri: kutlukhan eren, şule yayınları, 1999.
    - bir başka doğuş, furuğ-i ferruhzad, çeviri: hatice gülcan topkaya, om yayınları, 2002.
    - yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, telos yayınları, 2002.
    - furuğ-i ferruhzad, furuğ ferruhzad, çeviri: kenan karabulut, gendaş yayınları, 2002.
    - aşk şiirleri, furuğ ferruhzad, çeviri: fahri özdemir, kırmızı yayıncılık, 2006.
    - dünya sevmek için çok küçük, furuğ ferruhzad, çeviri: kenan karabulut, gri yayınevi, 2006.
    - yaralarım aşktandır, furuğ ferruhzad, çeviri: haşim hüsrevşahi, kanguru yayınları, 2009.
    - yeryüzü ayetleri, furuğ ferruhzad, çeviri: makbule aras, can yayınları, 2009.
    - ses, ses, yalnız ses çeviri, haşim hüsrevşahi, kavis yayınları, 2011
    - furuğ-i ferruhzad-bütün şiirleri, çeviri, kutlukhan eren, şule yayınları, 2012
    - yaralarım aşktandır, çeviri haşim hüsrevşahi, totem yayınları 2014





    tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
    seni, kendinde tekrarlayarak
    çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.

    ben bu ayette seni ah çektim, ah
    ben bu ayette seni
    ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!

    yaşam belki
    uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
    yaşam belki
    bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
    yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
    yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
    ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
    şapkasını kaldırarak,
    başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle "günaydın" diyen.

    yaşam belki de o tıkalı andır,
    benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
    ve bir duyumsama var bunda
    benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.

    yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
    aşk boyutlarındaki yüreğim,
    kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
    saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
    ve senin bahçemize diktiğin fidanı
    ve bir pencere boyutlarında öten
    kanarya ötüşlerini.

    ah..
    budur benim payıma düşen,
    budur benim payıma düşen,
    benim payıma düşen,
    bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
    benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
    ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
    benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.

    ve "ellerini
    seviyorum" diyen
    sesin hüznünde ölmektir.

    ellerimi bahçeye dikiyorum,
    yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
    ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
    yumurtlayacaklar.

    küpeler takacağım kulaklarıma
    ikiz iki kirazdan
    ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
    bir sokak var orada,
    aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
    küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
    bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.

    bir sokak var benim yüreğimin
    çocukluk mahallesinden çaldığı,
    zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
    ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
    bilinçli bir simgenin oylumu
    aynanın konukluğundan dönen.

    ve böylecedir,
    birisi ölür
    ve birisi yaşar.
    hiçbir avcı,
    çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.

    ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
    okyanusta yaşayan
    ve yüreğini tahta bir kavalda
    usul usul çalan
    küçük hüzünlü bir peri
    geceleri bir öpücükle ölen
    ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...

    çeviren: haşim hüsrevşahi




    ne için durmalıyım? ne için?
    kuşlar çoğul maviliği aramaya gitmişler
    ufuk dikeydir,
    ufuk dikeydir ve hareket fıskiye gibi
    görünümde ışıklı yıldızlar oynuyor
    yeryüzü, yükseklikte kendini tekrarlıyor
    ve gökyüzü kuyuları ilişki bağlantılarına dönüşüyor
    ve gündüz öyle geniştir ki
    gazetenin küçük beynine sığmıyor.

    ne için durmalıyım?
    yol hayatın kılcal damarları arasından geçiyor.
    çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek,
    ve şafağın kimyasal atmosferinde
    sadece ses kalacak,
    zaman zerreciklerine bağlanan ses.

    ne için durmalıyım?
    bataklık; kokuşmuş böceklerin çoğaldığı yerden
    başka ne olabilir?
    morgun benliği ölülerin şişmiş cesetlerinden ibarettir.

    ve ateş böceği...ah...
    ateş böceğinin konuştuğu an
    karanlıktaki alçak adam koflanan
    erkekliğini gizliyor

    ne için durmalıyım?
    kurşunlu harflerin işbirliği boşunadır
    ve kurşunlu harflerin işbirliği
    bu değersiz düşünceyi kurtarmaz.

    ben ağaçların soyundanım
    ve bu "bayat" havayı solumak kederlendiriyor beni,
    ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana
    tüm güçlerin sonu güneşin gerçeği
    ve ışığın bilinciyle birleşmekten ibarettir,
    birleşmek.

    yel değirmenlerinin çürümesi doğaldır,
    ne için durmalıyım?
    ben yeşil buğday salkımlarını
    göğsüme alarak, sütle besliyorum,
    ses, ses, sadece ses,
    su akışının sesi
    ve dişi toprak kabuğu üzerine
    yıldız ışığının düşüş sesi ve aşkın yayılma sesi
    ses, ses, sadece ses kalıcıdır.

    cücelerin ülkesinde
    sıfır üzerine dolaşıyor ölçü mihenkleri
    ne için durmalıyım?
    ben dört unsura itaat ediyorum
    ve yüreğimin yasalarını
    körlerin yerel hükümeti düzenlemiyor.

    böceğin etle sarılı boşlukta, yararsız
    dolaşımı ve
    vahşice ulumalar
    beni ilgilendirmiyor.

    beni çiçeklerin kanlı soyu yaşamaya sorumlu kılmış
    biliyor musun? çiçeklerin kanlı soyu

    çeviri: cavit mukaddes


    ...

    kızıl gül
    kızıl gül
    kızıl gül

    o beni kızıl gül bahçesine götürdü
    ve ıstıraplı saçlarıma kızıl gül taktı karanlıkta
    ve sonunda
    kızıl gül yaprağı üstünde benimle yattı

    ey felçli güvercinler
    ey adetten kesilmiş deneyimsiz ağaçlar, ey kör
    pencereler
    yüreğimin altında ve derinliğinde uyluklarımın, şimdi

    kızıl bir gül sürgün vermekte
    kızıl gül
    kızıl
    bir bayrak gibi
    ayaklanmada

    ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe




    her iki gözünde onun günah gülüyordu
    yüzüne ay ışığı gülüyordu
    o suskun dudakların geçişinde
    sığınmasız bir yalaz gülüyordu

    utangaç ve silik bir istekle dolu
    bakışları sarhoşluk renginde olmalı
    gözlerine baktım ve söyledi:
    aşktan bir ürün almalı

    bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
    gecenin gizlisine saklandı
    bir soluk kaydı bir yüze
    iki dudak ortasında öpüş yalazlandı




    benim sesimi taşlarca dinliyorsun
    taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun

    ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
    dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun

    okşayışın yeşil dalı olan elimi
    ölü yapraklarla seviştiriyorsun

    şaraptan daha sapkınsın ve gözü
    yalazlara oturtuyor döndürüyorsun

    ey kanımın bataklığının altın balığı
    hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun

    sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
    göğsüne bastırıyor söndürüyorsun

    gölgelerde, oturdu senin furug?un ve uçuklaştı
    gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?




    tepemde bir akbaba
    hırsla ölmemi bekliyor
    ben ise düşünüyorum
    nasıl bir tuzak kurayım ki
    bana yaklaşsın da
    onu vurayım

    soluk almak için
    oturmaya kalksam
    işte yıkıldı diye
    saldırıyor yüzüme
    onu vurmak için
    anlayınca fırsat beklediğimi
    hızla dönüyor gökyüzüne

    kuşaktan kuşağa
    onca insanlar öldü
    yem olarak, şu ihtiyar akbabaya

    deneyimlerim sesleniyor ki
    bitimindeyiz zamanın
    yaklaşan bir sonu var
    ya senin, ya ihtiyar akbabanın

    bu cadı, bu kocamış
    leş yiyenin yazgısı, sana bağlı
    başaramazsan eğer
    sıran geldi demektir

    tepemde bir akbaba
    hırsla bekliyor ölmemi
    vay eğer
    fırsatı ben kaçırırsam

    dökülüyor suskunluğuna akşamın
    ezanın ayak sesleri
    kent akşamının hayalinde yanıyor
    altın ormanları düşlerin
    ve odamın suskunluğunda
    cuma akşamıyla uğraşıyor
    ezanın ayak sesleri

    benim elimde kitap
    cuma akşamı sessiz
    kopuk kopuk geliyor kulağıma,
    ezan
    kime söylüyor
    ne diyor
    kent
    uğraşıyor Cuma akşamıyla
    ve o garip ses
    yalın bir köylü gibi
    yitiyor kentin çağıltısında
    ben yine
    kitap okuyorum


    ...

    çiçekleri düşünen yok!
    balıkları düşünen yok!
    inanmak isteyen yok:
    bahçe ölüyor!
    yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
    boşalıyor bahçenin zihni usul usul
    yeşil anılardan!
    sanki bahçenin duygusu
    soyut bir şey
    bahçenin yalnızlığında solan.

    evimizin avlusu yapayalnız.
    yabancı bir bulutun yağmasını bekliyor
    evimizin avlusu.
    esniyor.
    ve boşalmış evimizdeki havuz.
    düşüyor ağaçların tepesinden toprağa
    küçücük acemi yıldızlar.
    ve balık yuvalarının loş pencerelerinden
    öksürük sesleri geliyor geceler.
    evimizin avlusu yapayalnız.

    babam diyor:
    "geçti benden!
    benden geçti!
    eledim unumu,
    astım eleği."
    ve odasında sabahtan akşama dek
    ya şâhnâme okuyor
    ya nâsihüttevârih.
    "lanet olsun balığına da kuşuna da!
    ben öldükten sonra
    ne fark eder
    ha bahçe olmuş
    ha olmamış!
    yeter emekli maaşım bana!"

    anamın bütün hayatı
    serilmiş bir seccade
    cehennem korkusunun eşiğinde.
    anam her şeyin altında
    arar bir günah izini
    ve düşünür:
    bir bitkinin küfrü
    lekelemiştir bahçeyi.
    anam dua okur gün boyu.
    doğal bir günahkârdır anam!
    ve üfler tüm çiçeklere.
    ve üfler tüm balıklara.
    ve üfler kendisine.
    anam bekler durur hep
    ilahî bir zuhûru,
    ilahî bir bağışı.

    biraderim "kabristan" der bahçeye.
    biraderim güler otların kargaşasına
    ve sayar
    balık cenazelerini
    suyun hasta kabuğu altında
    bozuşmuş zerreciklere dönüşen.
    biraderim felsefe düşkünü.
    biraderim bahçenin şifasını
    bulur bahçenin yok oluşunda.
    içip buldu mu kafayı
    yumruklar kapıyı, duvarı.
    ve çalışır söylemeye
    çok dertli,
    yorgun
    ve umutsuz olduğunu.
    ve taşır umutsuzluğunu yanında
    çarşıda, pazarda
    kimliği, takvimi, mendili, çakmağı,
    tükenmez kalemi gibi.
    ve öyle küçüktür ki umutsuzluğu
    her akşam
    kaybolur meyhanenin izdihamında.

    ve çiçek dostuydu kızkardeşim.
    yüreğindeki sade sözleri,
    dayak yiyince anamdan,
    götürürdü onların müşfik ve sessiz topluluğuna.
    ve konuk ederdi kimi zaman
    balık ailelerini
    güneşle,
    tatlıyla.
    şehrin öte yakasında onun evi
    yalancıktan evler arasında,
    yalancıktan kırmızı balıklarla,
    sığınarak yalancıktan eşinin aşkına
    ve yalancıktan elma ağaçlarının dalları altında
    yalancıktan şarkılar söyler
    ve doğal çocuklar yapar.

    ne zaman gelse bizi görmeye
    eteklerinin ucu bulaşır bahçenin fakirliğine,
    kolonya banyosu yapar.

    ne zaman gelse bizi görmeye
    hamiledir hep.

    evimizin avlusu yapayalnız.
    yapayalnız evimizin avlusu.
    gün boyu
    un ufak oluş
    ve çatırdayış sesleri gelir kapının ardından.
    bizim komşular bahçelerinde çiçek yerine
    makineli, top, tüfek ekerler hep toprağa.
    bizim komşular kapak koyarlar hep
    çini havuzlarının üstüne.
    ve çini havuzlar,
    -istemese de kendileri-
    gizli barut depoları.
    ve bizim sokağın veletleri
    doldururlar okul çantalarını
    küçük bombalarla.
    serseme dönmüş bizim evin avlusu.

    yitireli beri kalbini
    korkuyorum
    bunca elin saçma tasavvurundan.
    ve korkuyorum
    bunca suratın yabancı yabancı
    cisme bürünüşünden.
    yapayalnızım ben
    geometri dersini çılgınca seven
    bir öğrenci gibi.
    ve düşünüyorum:
    hastaneye kaldırmalı bahçeyi.
    düşünüyorum...
    düşünüyorum...
    düşünüyorum da...
    yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
    ve boşalıyor bahçenin zihni usul usul
    yeşil anılardan.


    ...

    Pişman değilim
    Düşünürken yenilgiyi, o acı yenilgiyi
    Çünkü ölüm tepesinin doruğunda
    Öptüm yazgımın çarmıhını

    Gecenin soğuk caddelerinde
    Hep tedirgin ayrılıyor çiftler
    Birbirlerinden
    Bir tek fısıltı duyuluyor: Hoşça kal! Hoşça kal!
    Gecenin soğuk caddelerinde

    Pişman değilim
    Zamanın ötesinde akıp gidiyor benim yüreğim
    Yaşam yeniden doğuracak onu
    Yeniden yaşatacak beni rüzgarın
    Göllerinde yüzen haberci gülü

    ..... ..... ..... .....

    Bak, gene de nasıl dokunabiliyorum
    Kalıntısıyla ellerimin karanlık düşlerin dibine
    Nasıl bir dövme yapabiliyorum yüreğime kan lekesi gibi
    Suçsuz mutluluklarından yaşamın?

    Pişman değilim
    Benden konuş ey sevgilim bir başka benle
    Gecenin soğuk caddelerinde
    Gene aşk dolu gözlerini gördüğün
    Benden!
    Ve hatırla beni, kederle öperken o
    Gözlerinin altındaki çizgileri...




    kederliyim
    kederliyim
    balkona çıkıyorum ve gecenin
    gergin tenine dokunuyor parmaklarım
    sönmüş tüm bağlantı ışıkları
    sönmüş tüm bağlantı ışıkları

    artık kimse güneşle tanıştırmayacak beni
    kimse götürmeyecek
    serçelerin şölenine
    uçuşu hatırla
    kuş ölümlüdür

    çeviri: celal hosrovşahi




    çiçekleri düşünmüyor kimse
    balıkları düşünmüyor kimse
    kimse
    kalbi güneşin altında iltihaplanan
    hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin
    ölmekte olduğuna
    inanmak istemiyor
    ve bahçenin duygusu sanki
    kendi yalnızlığında çürümüş soyut bir şeydir
    evimizin avlusu tenha
    evimizin avlusu
    bilinmez bir buluttan yağmur bekleyerek
    esnemekte
    ve boştur evimizin havuzu
    tecrübesiz küçük yıldızlar
    ağaçların üstünden yere düşüyorlar
    balık yuvalarının rengi uçmuş pencerelerinin
    aralığından
    öksürük sesleri geliyor geceleri
    evimizin avlusu tenha
    baba:
    "benden geçti diyor" diyor
    "benden geçti
    unumu eledim eleğimi astım"
    ve odasında
    sabahtan gün batımına
    ya şehname okuyor
    ya nasihü't-tevarih
    baba anneye diyor ki:
    "lanet olsun balığa da kuşa da
    ben öldükten sonra
    bahçe ha olmuş ha olmamış
    neye yarar
    emeklilik maaşım bana yeter"

    annenin bütün hayatı
    cehennem korkusu eşiğine serili bir seccadedir
    anne her şeyde günahın ayak izlerini arıyor
    ve bahçeye de bir bitkinin küfrünün bulaştığına inanıyor
    anne bütün gün dua ediyor
    anne doğuştan günahkar
    ve bütün çiçeklere okuyup üflüyor
    ve bütün balıklara okuyup üflüyor
    anne zuhuru bekliyor
    ve gökten inecek lütfu

    erkek kardeşim bahçeye kabristan diyor
    erkek kardeşim otların karışıklığına gülüyor
    ve suyun hastalıklı derisi altında
    çürümüş parçacıklara dönüşen
    balık ölülerini sayıyor
    erkek kardeşim felsefeye bağımlı
    bahçenin iyileşmesini, yok edilmesinde görüyor
    düşünüyor erkek kardeşim
    sarhoş olup sonra
    duvara yumruğunu geçiriyor
    çok dertli, çok yorgun, çok umutsuz olduğunu
    anlatmaya çalışıyor
    o umutsuzluğunu da
    kimliği, takvimi, mendili, çakmağı, tükenmez kalemi gibi
    çarşı pazar dolaştırıyor
    ve umutsuzluğu
    o kadar küçük ki her gece
    meyhanenin kalabalığında kayboluveriyor
    çiçeklerin dostu olan ve
    anne ona vurduğunda
    yüreğinin yalın sözcüklerini
    çiçeklerin şefkatli, suskun kalabalığına götüren kız
    kardeşim
    zaman zaman balık ailelerini
    güneşe ve tatlıya davet ederdi
    onun evi şehrin öteki ucunda
    o naylon evinde
    kırmızı naylon balıklarıyla
    eşinin naylondan aşkının sığınağında
    ve naylon elma ağaçlarının dalları altında
    naylon şarkılar söylüyor
    ve sahici çocuklar doğuruyor
    bizi her ziyarete gelişinde
    eteklerinin uçlarına bahçenin fakirliği bulaştığında
    kolonyayla yıkanıyor
    bizi her ziyarete gelişinde
    hamile

    evimizin avlusu tenha
    evimizin avlusu tenha
    bütün gün kapının ardından parçalanma sesleri geliyor
    ve patlama sesleri
    komşularımız bahçelerinin her köşesine
    çiçek yerine
    şarapnel ve makineli tüfek dikiyor
    komşularımız fayans havuzlarının üstünü kapatıyorlar
    ve fayans havuzlar istemeye istemeye
    gizli barut ambarına dönüşüyor
    ve mahallemizin çocukları okul çantalarına
    küçük bombalar dolduruyor
    evimizin avlusu şaşkın
    ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum
    ben bunca elin boşunalığını düşünmekten
    bunca yüzün yabancılaşmasından
    korkuyorum
    ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar
    yalnızım
    ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir

    sanıyorum...
    sanıyorum...
    sanıyorum...
    ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta
    sanıyorum...
    sanıyorum...
    sanıyorum .. .
    ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta
    hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalmakta


    çeviri: makbule aras




    sessiz cuma
    terk edilmiş cuma
    eski sokaklara benzer hüzünlü cuma
    hastalıklı tembel cuma
    sünen sinsi esnemeler cuması
    bekleyişsiz cuma
    teslim olmanın cuması

    boş ev
    sıkıntılı ev
    gençliğin baskınına kapalı ev
    karanlık ev ve güneşin hayali ev
    yalnızlık, fal ve kuşku evi
    perde, kitap, dolap ve resimler evi

    ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu
    garip bir su akıntısı gibi
    bu terk edilmiş sessiz cumalarda
    bu sıkıntılı evlerde
    benim yaşamım
    aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu...

    çeviri: haşim hüsrevşahi




    yeniden merhaba diyeceğim güneşe
    gövdemde akan nehirlere
    bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
    benimle birlikte kuru mevsimlerden geçen
    bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
    gecenin kokusunu hediye eden kargalara
    yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
    tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
    yeniden merhaba diyeceğim
    geliyorum, geliyorum, geliyorum,
    saçlarımla: yeraltı kokularının devamı
    gözlerimle: karanlık tecrübesiyle
    duvarların ötesinden kopardığım dallarımla,
    geliyorum, geliyorum, geliyorum,
    ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
    yeniden merhaba diyeceğim.

    çeviri: cavit mukaddes




    bak nasıl içinde gözlerimin
    eriyor damla damla keder
    karanlık ve isyancı gölgem nasıl
    tutsağı oluyor güneşin
    bak
    yok oluyor tüm varlığım ve beni
    içine alıyor bir kıvılcım
    fırlatıyor taa doruklara
    bak nasıl
    sayısız yıldızla
    doluyor gökyüzüm benim

    uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
    ve kokular ve ışıklar ülkesinden
    şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
    fildişi, bulut ve kristal
    götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
    götür şiirlerin ve coşkuların kentine
    yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
    çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek
    bak
    nasıl yandım ben bu yıldızlarla
    ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
    durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
    yıldızlar topladım

    eskiden ne kadar uzaktı toprak
    gökyüzünün mor köşelerine
    yeniden duyuyorum şimdi
    senin sesini
    karlı kanatlarının sesini meleklerin
    bak nerelere ulaştım sonunda ben
    samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa

    birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
    yıka beni dalgaların şarabıyla
    ipeğine sar beni öpüşlerinin
    işte beni yeniden bitmeyen gecelerde
    bırakma artık beni
    beni yıldızlardan ayırma
    bak tam karşımızda gecenin mumu

    damla damla nasıl eriyor
    nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
    gözlerimin simsiyah kadehi
    senin ninnilerini dinlerken
    ve bak nasıl
    şiirlerimin beşiğine
    sen doğuyorsun, güneş doğuyor.

    çeviri: onat kutlar-celal hosrovşahi

    #2214 ma icari | 8 yıl önce
    0şair, yönetmen 
  4. bazen iyi ki her sevdiğim şairin ya da yazarın yazdıkları tüm kitapları alıp yazdıkları her cümleyi okumuyorum diye şükrediyorum. iyi ki her şeyi hemen tüketmiyorum. iyi ki şaşırabiliyorum. okumadığım dizeleriyle karşılaştığımda beni mutlu eden şair-şaire.

    "ne bir umut var avutacak gönlümü
    ne tanıdık bir haberci ne haber
    ne gözlerde bozguncu bakışlar
    ne dalga seslerinden eser

    aşk ve ışık ve karanlıklar şehrinden
    gündoğumunda eteğini sürüyerek gitti bir kadın
    yolunu kaybetmiş zavallı kuş
    yuvasına doğru gitti yorgun argın

    kim, acıyla gözyaşı döktü ardından
    kim, onun dilinden anladı
    kimse tanımadı o yabancıyı
    sesi, derin bir çınlamaydı

    bir çift göze takılıp kaldı belki de bulur diye
    umudun ve arzunun sakladığı yeri
    günahın eteğine attı onu
    alev alev o iki göz yazık ki
    ...

    bir gece ansızın son buldu bekleyişi
    heves döktü dudakları onun yangısına
    neden bunca yaktı onun canını
    neden astı onu kadehten süzülen damlalara

    ne yaptınız o hasta ruha
    hani o şehrinizden eteğini sürüyerek giden?
    neden... ey hasretimin âşinâsı
    koynumdan el gibi çıkıp gitmen?

    şimdi bu o... bu soğuk sessizlik
    ne tanıdık bir haberci ne haber
    ne gözlerde gönülçelen bakışlar
    ne dalga seslerinden eser"

    (Rüzgâr Bizi Götürecek kitabından...)
    #292604 ma icari | 5 ay önce
    0şair, yönetmen 
  5. "kuş ölür, sen uçuşu hatırla." diyerek hayat felsefemi bulmamı sağlayan kadın.

    şiirleri kar ve sigara kokar.
    #280817 berdus | 3 yıl önce
    0şair, yönetmen 
  6. Benim küçük ağacım ,
    rüzgâra aşıktı.
    Evsiz barksız rüzgâra...
    Rüzgârın evi nerede?

    Füruğ Ferruhzad / Yeryüzü Güncesi
    #295315 ma icari | 2 ay önce
    0şair, yönetmen 

  7. Bir zaman bir yerde bir şekilde bir şiiri karşıma çıkmış.
    Nereden aklıma estiyse "dur la ben bi okuyayım şunu, kaydedeyim" demişim besbelli.
    hiç de huyum değildir halbuki...

    telefonumun ses kaydedicisinin klasöründeki isimsiz, otomatik isimlendirilen rastgele dosyaları sırayla dinleyip dinleyip silerken karşıma çıktı bu şiirin kaydı.
    cümlelere bakıyorum, benim kuracağım cümleler değil. kursam kurarım ama dedim ya, benim cümlelerim değil. öyle, biraz yabancı.
    ama kimin olduğu hakkında en ufacık bir fikrim yok.
    bir zamanlar aklıma gelenleri konuşup, anlatıp kaydediyordum, bilmiyorum belki de öyle bir şeydir.

    neyse, dinlediğim şey çok hoşuma gitti, iyi ki okumuşum ama neydi ki bu? nereden çıkmıştı?

    sonra işte google'a yazdım,

    "inanın ne olur bana, diri değilim ben"

    meğersem şiiri imiş.


    (bkz: ) 'ni yazan kadınmış meğer . burada senelerdir başlığı varmış, senelerdir hakkında çok güzel bir kaç şey yazılmış ve öylece kalmış, ben ise daha bir kaç gün olmuş bunları göreli.
    çok garibime giti, biraz canım sıkıldı.

    ilk girdiyi okuyunca 32 yaşına öldüğünü öğrendim, daha da canım sıkıldı.
    bu bilgiye canımın sıkılması genç gittiğinden değil. 32 yıl seneye neler neler sığdırmış insanlar...
    şöyle bir 32 yıl geriye bakıyorum da... geçtiğimiz 32 yılı neyle, nasıl doldurabilirdim de neyle nasıl doldurdum (ya da boş bıraktım)
    belki de o yüzden yüzlerce yıl yaşamak istiyorumdur. 30-40-50-60-100-150 yılda bir bok başaracağım yok, belki birkaç bin yıl yaşarsam ardımda elle tutulur bir şeyler bırakabilirmişim gibi hissediyorum.

    "inanın ne olur bana,
    diri değilim ben"

    -- spoiler --






    ve o şaşırtıcı yüz
    konuştu benimle pencerenin öbür yanından ve dedi ki:
    «hak, açıp gözünü görenindir
    ben ürkütücüyüm yitme duygusu gibi
    ama gene de tanrım,
    nasıl korkulur benden?
    sisli çatıları üstünde gökyüzünün
    hafif ve başıboş dolaşan
    bir uçurtmadan başka
    hiçbir şey olmayan benden?
    aşkımı, isteğimi, nefret ve acılarımı
    gece ayrılığında mezarların
    kemirmiştir adı ölüm olan bir fare…
    ve o şaşırtıcı yüz
    ince, uzun ve çok zayıf
    akan çizgileri esen rüzgârla
    her an silinen ya da değişen
    ve yumuşak ve uzun saçları
    kapılarak gecenin görünmez dalgalarına
    serilen karanlığın ovalarına
    deniz dibi bitkileri gibi
    aktı pencerenin öbür yanında
    ve bağırdı:
    inanın ne olur bana!
    diri değilim ben!
    saydam çizgilerin ardında hâlâ
    görüyordum karanlığın koyulaşmasını
    ve gümüş çam kozalaklarını
    ama o
    salmıyordu her şeyin üstünde ve sonsuz yüreği
    ulaşıyordu doruklara
    sanki yeşil duygusuydu ağaçların
    ve sonsuza dek sürüyordu gözleri
    haklısınız
    hiç aynaya bakmadım ben
    ölümümden sonra
    öylesine ölüyüm ki artık hiç bir şey
    kanıtlayamaz
    benim ölümümü

    ah!
    duydun mu kuytu köselerinde bahçenin
    geceye sığınıp ayışığına koşan
    ağustos böceğinin sesini?
    belki de tüm yıldızlar
    yitik bir gökyüzüne göçüp gitmişler
    ve kent, nasıl ıssızdı kent
    bütün bir yol boyu
    kimseyle karşılaşmadım
    rengi uçuk heykeller
    tütün ve toz kokan
    bir kaç çöpçü
    ve yorgun, uykulu bekçilerden başka kimseyle
    yazık
    ölmüşüm ben
    ve sanki aynı boşuna gecenin devamıdır
    gece…

    sustu
    ve ağlama duygusu ve acı ve kederle doldurdu
    gözlerinin uçsuz bucaksız alanını
    hiç düşündünüz mü
    yaşamın kederli maskesinin gölgesi altında
    yüzlerini gizleyen
    sizler
    bu üzücü gerçeği?
    bugün yaşayanların
    bir başka dirinin posasından başka, bir şey olmadığını?
    sanki ilk gülüşünde
    yaslanıp gitmiştir bir çocuk
    ve nasıl güvenebilir şimdi bu yürek
    -bu asıl sözleri değiştirilmiş,
    -bu bozulmuş mezar yazıtı
    -bu tasa kesmiş saygınlığına
    kendisinin?
    belki de var olma alışkanlığı
    ve yatıştırıcılar
    çoktan tüketmiştir insanın
    saf ve yalın iskeletini
    belki de ıssız bir adaya
    alıp götürmüşlerdir
    ruhlarımızı
    belki de düşte görmüşümdür ben ağustos böceğinin sesini
    belki de rüzgârlı süvarilerdir
    bu tahtadan mızraklara yaslanmış
    bekleyip duran sabırlı yayalar
    ve o yüce düşünceli bilgeler olmalı
    bu zayıf, beli bükülmüş afyon düşkünleri
    doğru olmalı doğru olmalı kimse
    beklemiyor artık bir başlangıcı
    ve yüreği aşkla dolu genç kızlar
    uzun iğneleriyle nakışlarının
    delmişler çabuk kanan gözlerini
    şimdi duyulan sabah uykularının derinliklerinde
    yankımasıdır karga seslerinin
    ve kendilerine geliyor aynalar
    tek tek ve yapayalnız biçimler
    teslim oluyorlar şimdi
    uyanışın dalgın saatlerine
    ve gizli saldırısına karanlık karabasanların
    yazık
    tüm anılarımla birlikte ben
    kanlı masallar söyleyen, kan’dan
    hiç böylesine küçülmüş yaşamayan gururdan
    fırsatımın sonunda bekliyorum
    ve kulak veriyorum: hiç ses yok
    ve çok derinden bakıyorum: kıpırdamıyor bir yaprak bile
    ve temizliğin
    ta kendisi olan adım
    tozuna bile dokunamıyor şimdi
    mezarların…

    titredi
    ve birden döküldü iki yana
    ve uzun iç çekişler gibi uzandı bana
    yarıklardan çıkarak
    yalvaran elleri
    çok soğuk
    çizgilerimi kesiyor rüzgâr
    düşünüyorum bir tek insan var mı şimdi
    yıkılmış yüzüyle
    tanışmaktan
    korkmayan?
    zamanı değil mi artık
    açılsın bu pencere, açık açık açık
    yağsın gökyüzü oradan
    kendi kimliğinin ölüm namazını
    kılsın insan inleyerek?
    belki de bir kuş sesiydi o yankılanan
    ya da rüzgâr, ağaç dalları arasından
    ya da ben bir üzüntü ve utanç dalgası gibi
    çıkmazlarından yüreğimin
    yükselen ben
    gördüm birden o iki el
    iki acı sitem
    benim ellerime doğru uzanan
    yalancı tan ışığının aydınlığında
    yok oldu.

    ve bağırdı bir ses
    soğuk ufuklardan:
    hoşça kal!


    -- spoiler --

    #292608 maraz1 | 5 ay önce
    0şair, yönetmen 
  8. "Eğer şair olmak istiyorsan kendini şiire ada. Hesaplardan ve çok konuşmalardan vazgeç. Çok basit mutluluklara razı olanları bırak. Etrafına bir duvar ör ve bu duvar içinde, daha iyi bir dünyaya gelmek, şekillenmek ve kavramların çeşitli anlamlarını keşfetmek için yeniden başla. Ben aynısını yapıyorum -ama acı- çok acıdır. Dayanıklılık ve yetenek ister..."

    ***

    "Ben bir 'kadın' yani 'bir insan' olmak istiyordum. Benim de nefes almaya, bağırmaya hakkım olduğunu söylemek istiyordum. Başkaları feryatlarımı dudaklarımda, nefesimi göğsümde boğup susturmaya çalışıyorlardı. Onlar en keskin silahları seçmişlerdi. Ben daha fazla gülemiyordum. Bu ne gülüşlerimin ne de gücümün tükenmesindendi. Ben yeni bir enerji ve gücü yine de 'gülmek' için harcadığımdan, birden bu çevreden bir süre uzak durmaya karar verdim."


    - Furuğ Ferruhzad -

    ***

    ayrıca, (bkz: )
    #36828 ma icari | 8 yıl önce
    0şair, yönetmen