didem madak'ın 2002 yılında yayımlanan şiir kitabına adını veren şiiridir,
1-
"bir ilaç içsem bari" diye düşündüm,
"biraz kolonya sürünsem",
"ferahlasam, pencereyi açsam".
şöyle bir şey yazdım sonra:
"yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde".
berbattı,
bir şiire böyle başlanmazdı.
"iç ses" diye söylendim,
ardından "yıldırım gürses"...
aptal aptal güldüm bir de buna.
ayşecik vazoyu kırıyor
ve "tamir et bakalım" diyordu babasına.
yapıştırsam da parçalarını hayatımın
su sızdırıyordu çatlaklarından.
karnabahar kızartmıyordu asla
başrolde kadınlar.
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrı'nın eliydi.
sayamadım kaç âh döküldü dallarımdan.
binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
çok şey görmüşüm gibi,
ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
- "âh..." dedim sonra
- "âh!"
"iç ses", diye söylendim
çocukken şöyle dua ederdim tanrı'ya:
"tanrım, bana hiç erimeyen,
kırmızı bir bonbon şekeri yolla".
eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
kardeşimle kendimize durmadan,
olmayan çayları,
olmayan fincanlardan içerdik.
olmayan kapıları açardık,
olmayan ziller çaldığında.
siyah papyonlu olurdu mutlaka
resim defterimizdeki damat.
yedi günde yarattığımız dünya
mutlu olurduk pastel koksa.
ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı'ya:
"olanlar oldu tanrım
bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!"
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
"kapının arkasında yokum" demiştim
ve "divanın altında da".
"bulamazsınız ki artık beni,
hayatın ortasında".
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
beni kimse bulamazdı
tanrı'nın arkasına saklansam.
o kocamandı, en kocamandı o.
bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
bir zamanlar kendimi
bulunmaz hint kumaşı sanmıştım.
"kaç metredir benim yokluğum?"
benden daha çok var sanmıştım.
benim yokluğumdan dünyaya
bir elbise çıkar sanmıştım.
dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
sonunda ben de alıştım.
- "âh..." dedim sonra,
- "âh!"
"güzin abla"sı kitaplar olan bir kızdım,
içim sıkılmasa o kadar
tek bir satır bile okumazdım.
taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
"bir derdi var" derdim.
derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
"ninni" derdim, "ninni bebeğim"!
cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
plastik gözkapaklarının ardında,
bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
gözyaşları da.
ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
bu kadar kolay harcamazdım rüyâlarımı,
kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
insan çıtır ekmeği ısırdığında,
kırıklar dolar kucağına,
işte orası umudun tarlasıdır.
ve orada başaklar ağırlaştığında,
sayısız âh dökülür toprağa.
"iç ses", diye söylendim
ve "âh" dedim sonra,
böyle "âh" demeyi beli bükük bir âhlat ağacından öğrendim.
dallarına salıncak kurardı çocuklar,
hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
meyveleri tatsızdı
eski bir lânetten dolayı
herkes dişlerdi acı meyvelerini,
ve herkes söverdi ona.
ismini yazardı herkes onun bağrına,
âh derdi o. âh!
bıçağın ucundaydı insanların hâfızası
"insan unutandır
ve insan unutulmaya mâhkum olandır."
tanrı şöyle derdi o zaman:
âh!
ne çok dikeni vardı âhlat ağacının tanrım,
ulaşılamazdı,
sen sarılmak istesen ona,
o sana sarılmazdı.
ne çok dikenin vardı tanrım!
ne çok isterdim,
sana sarılamazdım.
ve şöyle derdim o zaman:
- "âh!"
âhlat âh'ların ağacıydı,
yaşlanmaya başlayanların,
itiraf edilememiş âşkların,
evde kalmış kızların.
ahlat âh'ların ağacıydı,
cezâyir nasıl cezâların ülkesiyse,
öyleydi işte.
ve etimoloji eti'lerden kalma
bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
meselâ o zamanlar
mutsuz olduğunda insanlar,
yok olurmuş bazı dakikalar.
gülümsedim o sıra,
bazen sevinirim,
sevinmek nedense hep yedi yaşında
ve "âh..." dedim sonra,
- "âh!"
bazen "âh" diyorum durmadan,
şimdi ben âhlatın başında,
otuz iki yaşımda.
âh'lar ağacı gibi.
rengârenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
istedim, hep istedim,
"sen iste" derdim, "iste yeter ki"
"vereyim".
her istediğimi verdim. arttım, fazlalaştım,
eksikli yaşamaktan.
"âh'lar ağacıyım", gibisi fazla.
başka bir şey istemem
artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
hesâbımı vermekten başka.
vâsiyetimdir:
dalgınlığınıza gelmek istiyorum
ve kaybolmak o dalgınlıkta.
at arabasıyla kâğıt toplardı
her sabah çingene kadınlar.
üst üste yığılırdı buruşuk kirli kâğıtlar
şaşırırdım
"kadınların mı yoksa kâğıtların mı memeleri kocaman?"
bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
"ne eğere gelirsin ne de semere" derlerdi bana,
yeniden doğmuş olurdum oysa,
öldüğümü sandıklarında,
yalnızca kâğıtlarda iyi koşan bir at olarak.
vasiyetimdir:
en güçlülerinden seçilsin
beni taşıyacak olanlar.
âhdım olsun,
yükleri ağırlaşsın diye iyice,
tabutumun içinde tepineceğim.
2-
bir göl vardı evimizin karşısında,
mavi gözleri olan,
kara yâğız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
ya siz,
nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaât?
nasıldı
öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
ilk üç vişneyi verdiğinde bâhçedeki ağaç
annem sevindiydi hatırlarım.
âh demişti.
âh!
üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
annem çok sevinmelerin kadınıydı.
bazen sevinince annem gibi,
rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
annem çok sevinmelerin kadınıydı,
sıcak yemeklerin.
başına diktikleri o taş,
ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
"iç ses!"
"bu bahsi kapa!"
mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
çoktandır öksüz olan mutfakta
buğulandı ve ağladı camlar,
gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
sanki biraz rahatladım.
kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
artık kimse mutsuz olmayacaktı.
"âh..." dedim sonra,
- "âh!"
iç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
aynı vampir gibi çıkacağız.
kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
sanki biraz ferahladım.
karıştırdım ve "iç ses" diye fısıldadım:
"hâlâ aç mısın?"
bir tren geçti yine tam o sıra
ustura gibi kara,
düdük çala çala,
geçti şiirimin ortasından.
"kes şunu" dedim, "kes artık!"
oldu olacak,
kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
merak ederdim,
"kesik başları ve sarı ışıklarıyla
nereye gider bu insanlar?"
raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
bir kara yılan gibi,
bilemezdim "menzil neresi?"
- "âh"... dedim sonra
ve acilen makas değiştirdim.
"iç ses", diye söylendim,
"raydan çıkma bundan sonra."
kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
sevinirdi,
"kocaman bir kara kediyi okşamış gibi" ellerim.
sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
muhabbet ederdik kuyrukta.
bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
fötr şapkalı kelimeleriydik,
çürük dişlerimizle bizler,
dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
saf ve pembe gülümserdik.
bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
"neden ilerlemiyor bu kuyruk" derdik,
"neden hep aynı yerdeyiz",
hayattan söz edilirdi,
"zor" denirdi,
ve ardından susulurdu mutlaka.
fötr şapkalı amcalardan biri
- "âh" derdi sonra,
- "âh!"
kuyruk, öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
3-
"bir arap şairi şöyle demiş,
savaşta yenilen hâlkına,
'ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır'"
uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
sorardı:
"daha yazacak mısın?"
"hayır" derdim,
"artık yazmayacağım."
ama şöyle denir:
"kılıç çeken kılıçla ölür".
ama şöyle denir:
"kaderden kaçılmaz".
ama yazgısını "yaldızlı çokomel kağıtları gibi",
tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
yıllarca biriktirdim
rengârenk çokomel kâğıtlarını kitap aralarında.
âşık olduğumda,
çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma "hayat" diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahâr onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
"kara yazgımı şimdi kim bilir
hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?"
- "âh..." dedim sonra
- "âh!"
"iç ses", diye söylendim,
başımda rüzgâr vardı
başımda uğultular...
kalbim usulca kıpırdardı
ve ses çıkarırdı dokununca
çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda rüzgâr vardı,
yine esiyordum
hızla dönmeye başladı kalbim
rüzgârgülüyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda uğultular...
fırtına çıktı sonra,
yaşadığını anladı kalbim,
"böyle yaşanamaz" derdi
bir başkası olsa.
bir zamanlar meydan okumak isterdim.
kaç meydanını okudum da bu hayatın.
yalnızca iki harfini öğrendim:
â
h!
"âh benim nergis kokulu cehâletim..."
ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
anlatmak isterdin kendini durmadan
bir bardağa bile olsa.
"ne diyecektin, ne söyleyecektin"
şairlerin şahı olsan,
bir âh'dan başka.
"âh benim nergis kokulu cehaletim
bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin."
- "âh!"
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrı'nın eliydi,
sayamadım kaç âh döküldü dallarımdan,
çok şey geçmiş gibi başımdan
- "âh" dedim sonra,
- "âh!"
"iç ses", diye söylendim.
"gel!"
"âh'lar ağacından sen de biraz meyve topla."
vâsiyetimdir:
"bin âhımın hakkı toprağa kalsın..."