2008'te basılan kısa hikayeler derlemesi knuckemstiff 'ten 3 yıl sonra yazdığı ilk romanı the devil all the time ile küçük bir kitle tarafından tanınmaya başlayan amerikalı yazar donald ray pollock'ın hem anlatıcısı hem de romandaki ayrıntıların içine başarıyla aktarılmasında büyük pay sahibi olduğu, 3 ay önce vizyona giren, en iyi netflix filmlerinden biri. pollock'ın filme katkısı o kadar fazla ki, filmdeki ana karakterlerin kendi yazdığının hayal ettirdiğine yönelik seçimler yapılıp yapılmadığını da denetlemiş.
filmi kısaca "1940'larda başlayan güney amerika'ya özgü bir hikayeler tomarının, izlerken göz bebeklerinizden kan fışkırtması" olarak özetlemek mümkün. bu kan, yer yer -sadece hristiyanlık değil, bence ayrım fark etmeksizin bütün dinleri kapsayan- dini yobazlık, yer yer eğitimsizliğin doğurduğu yobazlık, yer yer de amerika'nın güney eyaletlerine özgü olduğu düşünülen saf cehalet kaynaklı olabiliyor. dini yobazitenin kökü elbette ki "ey inanlar!" vaazlarıyla başlayan, arka odalarında türlü suçların işlendiği gerçek-yalan dünya ayrımının kesişim kümesinde yoğunlaşıyor. eğitimsizlikten doğan yobazlığın tarifini "askerden sonra bulduğu yol asfaltlama işini saati 43 sent'e yapan, doğduğu yerden başka hiçbir yeri görmemiş, eğitim yerine, aile kurup hayatın içine yok olmaya balıklama atlamayı seçmiş kişilerin yarattığı derin buhranlarla dolu yarık" olarak yapabilirim. saf cehaletin köküne inmek ise, insanlıktan bile eski olduğu için anlatmaya değmeyecek, harf israfı olacaktır. filmin anlatımının mükemmele en çok yaklaştığı sekanslar, bu kanın oluk oluk aktığını ya görerek ya da hissederek fark ettiğiniz sahnelerden oluşuyor (iyi insan-kötü insan ayrımı). illa ki somut bir şekilde akan kan aramayanların, filmin gerilim dozunu içlerine çekerken oldukça keyifleneceklerini düşünüyorum.
pollock'ın filmin anlatıcısı rolünde olması müthiş olmuş. hem karakterlerin iç dünyasını kendisi oluşturduğu için hem de karakter gelişimlerinde "aslında düşündüğü şuydu ama gerçekçi olmayacağı için vazgeçecekti" şeklinde yaptığı küçük açıklamaları tadında verdiği için izleme zevkiniz kendiliğinden artacak. ben tek bir anlatıcının bütün hikayeyi aktör ve aktrislere gerek kalmaksızın anlatacağını düşünüyordum, (iyi ki) yanılmışım. amerikalı yönetmen antonio campos'un hiçbir filmini izlememiştim. afterschool'uyla başlamayı düşünüyorum. filmin kadrosu ise, her oyuncudan bekleneni yapması üzerine kurulu bir filmde, gereken şekilde düzenlenmiş. filmin ağır topu olan robert pattinson'ın aslında en yaratıcı yan rolde olduğunu anlamak, başrolde zannettiğiniz bill skarsgard'ın görevini yerine getirdikten sonra sahneden inmesinin hazzını almak, berbat spider-man rolü üzerine yapışacak olan tom holland'ın karakter oyunculuğu yapabilecek kadar kendini geliştirdiğini izlemek, under the silver lake ile müthiş bir performans sergilediğini düşündüğüm, geleceğin aranan aktrislerinden olacağından emin olduğum riley keough'nun filmin eksik parçalarını birbirine bağlayan zamk görevini önemsemek, harry melling'in bu rol için neler yaptığını okudukça eğlenmek ve izlediğim her filminde kendisini geliştirebileceği çapı genişlettiği için beni şaşırtmaya devam eden müthiş aktris mia wasikowska'nın tiyatro sahnesindeymişçesine gerçekçi rolünü şaşırarak izlemek; filmden sonra aklımda kalanlar.
pattinson ve melling'e bir parantez açmak isterim: pattinson'ın vampirli filmlerden sonra kendisini "full-time actor" konumuna sokabilmek için çok çalıştığını düşünüyorum. filmi baştan sona, tek başına götürebilen 30'lu yaşlarındaki sayılı aktörlerden biri olduğundan ise eminim. the devil at the time'daki rahip "preston teagardin" rolü için güneyli aksanını kendi kendine çalışması, vaaz vererek çevresini etkilemek adına evinden hiç çıkmadan dönemin televizyon programlarını ve konuşmacılarını tekrar tekrar izlemesi, dublör kullanmaması ve aksanı için çekimlerde kendisini yargılayacak olanlardan önce kendi kendini yargılamayı şart koşması güzel ayrıntılar. melling'in örümcekli sahnesinin tamamen gerçek olduğunu ve "örümcek yerine yılan olsaydı kötü olurdu, böyle iyi oldu" diyebilecek kadar yürek yemiş bir aktör olduğunu bilmek de önemli.
güney amerika'nın '50'lerini ve '60'larını kısa hikayeler anlatılıyormuşçasına izlemek ve dönemin şartlarını insanlık, vicdan, adalet arayışı ve kimsesizlik acısı çerçevesinde taraf tutmadan değerlendirmek istiyorsanız, the devil at the time bulunmaz nimet. tek kötü yanı olarak netflix işi olmasını görüyorum ama bu ayrıntı, filmin popülerliğini artırırsa, doğrudan olumlu yöne dönecektir. kitabın türkçe baskısı yok sanırım. orijinal baskısını en kısa zamanda okumak için sabırsızlanıyorum.