iki ranger, bir fighter, bir sorcerer ve bir wizard'dan oluşan ekip kaçırılan bebekleri kurtarmak için içi goblin ve orc dolu bir mağaraya kahramanca girerler. kendilerini karşılayan hobgoblin'leri büyücüleri sayesinde geçiverirler. 10 tane hobgoblin haklayınca, kendini iyi hisseden ekipten bir ranger atlara bakmak için dışarı çıkar, diğerleri ise ilerler. yolun ikiye ayrıldığı bir noktada, fighter sağdaki yola, wizard ve ranger soldakine gider. sorcerer ise yol ayrımında beklemeye karar verir. sağdaki yola giden fighter bir kapı bulur. kapıyı dinler ve dm olan bana sorar.
f: bir şey duyuyor muyum? dm: duymuyorsun... f: o zaman arkaya bağırıyorum. burada bir kapı buldum!!! dm: bağırdığında kapının arkasında hareketlenen birilerinin sesini duydun.
paniğe kapılan yalnız savaşçı bir an düşünür ve; f: geriye doğru bağırarak kaçıyorum geliyorlar diye.
haliyle kapı açılır, yalnız fighter kaçarken arkadan gelen orclar javelin'lerini sallamaktadırlar. javelinlerle yaralan fighter gelen orclar tarafından biçilir. sorcerer kaçar, ötekiler içeride mahsur kalır.
aynı ekip mağarada gizli bir bölme bulur. iki ranger bilinçsiz halde olan fighter ve wizard'ı başlarında sorcerer ile güvenli bir yerde bırakmış, mağarayı araştırmaktadırlar.
daha önce sorcerer'ın keşfettiği gizli odada bulunan kuyuyu merak etmektedir dişi elf ranger. elinde meşale ile kuyunun başına gider. kuyunun içi karanlıktır ve dip kısmında koyu renkli bir sıvı vardır.
ranger: göremiyor muyum içini? dm: çok karanlık. ranger: meşaleyi atıyorum kuyunun içine, bakıyorum ne var diye. dm: (bir hasar zarı atar) meşale hızla düşüyor yanarak, dibe ulaştığı anda bir patlama oluyor ve alevler kuyunun ağzından çıkarak odayı aydınlatıyor kısa bir an. sen patlamayla geriye uçuyorsun, yüzün gözün yanmış halde, saçlarının söndürmeye çabalıyorsun. ranger: ama ama ama.
yine aynı parti, iki rangerımız kuyu tecrübesinden sonra gizli bir bölme buluyorlar. bölmeyi açacak düğmeye yüzü gözü yanan elf ranger'ın eşi human ranger basarken, kızarmış ranger'ımız uzak bir köşede sinmiş onu izliyor. düğmeye basınca bölme açılıyor ve ortaya bir sandık çıkıyor. sandığın tehditkar olmayan görüntüsü karşısında, biraz tırsarak da olsa onu yerinden alıp odanın zeminine koyuyorlar. ikisi de birbirlerine bakıyor kim açacak diye. sonra erkek ranger'ımız konuşuyor.
ranger: ben açmaya çalışıyorum. dm: atın birer 1d8.. rangerlar: haydaaaa, yine ne oldu? dm: sandığı açtığında birden bir patlama oldu, ikinizde savruldunuz odanın kenarlarına, artık her ikinizin de yüzü gözü yanıklar içerisinde.
oyunun ilerleyen kısımlarında, rangerların o halini gören sorcerer ve daha sonra iyileşen fighter gülmekten kendilerinden geçerler.
gene aynı parti, savaş sonrası fighter göğsünde bir orc baltası ile yere yapışmış halde. str'si 10 olan elf ranger ağır zırhlar içindeki fighter'ı taşımak istiyor dışarıya. zar attırır dm, çok küçük gelir zar.
ranger: ne oldu? dm: bütün gücünle asıldın fighter'ın bedenine. ranger: eee? dm: omuzun çıktı yerinden. ranger: senin gibi dm'in ben!
aynı ekibimiz ormanlık bir alanda yürüyor. en arkadan gelen wizard, dallardaki kuşlara yapraklara gökyüzüne bakarak yürüdüğünü söylüyor. bir yandan da ıslık çalıyor. ansızın dm oyunculara.
dm: wizard birden kayboldu...
oyuncular şaşkın, wizard şaşkın?
dm: gökyüzüne bakarken bir çukura düştün.
role play uzmanı wizard, olayı canlandırayım derken sandalyeden düşer, düşerken masayı devirir. parti gülme krizine girip dağılır.
ofiste tek oturum frp gecesi düzenlenmiş, biz heyecanlı demirbaşlar ve olaydan hiç haberi olmayan birkaç kişi ile birlikte the call of cthulhu nun kısa bir senaryosunu oynatacak arkadaşı pür dikkat dinliyoruz. günler öncesinden karakterler hazırlanmış, dönemin giyim stili, müzikleri incelenmiş ve role tamamen bürünmüşüz. hikaye gece barda başlıyor, kimimiz şarkıcı kimimiz alkol bağımlısı bir komiser... bardaki masalardan birinde gizemli bir karakter oturuyor ve karşısındaki adam aniden masanın üzerine yığılıyor, her yer kan. bardakiler panikle bağırıp kaçışmaya başlıyor ve dm sırayla bize ne yaptığımızı soruyor. kimimiz gizemli adamı sorguya çekmek için yanına gidiyor, kimi dışarıya kaçan biri var mı diye kalabalığın arasına karışıp bilgi toplamaya başlıyor ve sıra frp mantığına çok hakim olmayan hanım kızımıza geldiğinde: -ben eve gidiyorum, çok korktum... dm: nasıl yani? -uykum geldi gidiyorum ben... dm: tamam eve gidiyorsun, yolda giderken şöyle oluyor bla bla...
o sırada hanım kızımız ayaklanıp çantasını koluna takıp odadan uzaklaşıyor. gerçek anlamda evine gidiyor. ve biz arkasından bakakalıyoruz.
saygıdeğer dm'imizin kendi elleriyle yarattığı, paranormal ögelerle çorba yapılmış post-apocalyptic cyber-punk temalı füturistik bir evrende geçen, gerçek hayatta 3, oyunda ise 8-9 yıl kadar süren süpersonik bir frp oyunu... haritamız ise dünya.
yıl 2500'ler ancak kimse tarihten tam emin değil. ne olduğunu anlayamamış 6 kişilik ekip (biz), terkedilmiş bir araştırma tesisinde kim bilir kaçyüz yıldır sorunsuz çalışıp kendi elektriğini üreten güneş panellerinin bozulması sonucu uyanıyor ve "abi ne oluyor a*@&!" diyerek dağ bayır gezip ortalığı yakıp yıkmaya başlıyoruz. yakıp yıkmaktan kastım, iyilik dahi yapsak kelebek etkisi misali onun bir kötülüğü dokunuyor bize ileriki safhalarda. neyse, konu o değil...
aylarca şehir şehir gezip, yaratıklarla, mahlukatlarla, kendini kral ilan edip halkına zulmeden sosyopatlarla ve bilimum robotik canlıyla savaştıktan ve loot toplamaktan yorulduktan sonra kendisine oldukça hayati bir konuda yardımcı olduğumuz bir mafya lideri diyor ki "san fransisco'ya gidin gençler..."
"neden?"
"büyük radyoaktif serpintiden sonra insanlar oraya sığındı. hem daha güvenli, hem de her türlü yardımı bulabilirsiniz. hatta orada yüksek yerlerde tanıdıklarım var, size bir mektup yazayım, bunu oraya gittiğinizde bilmemkime iletin."
main quest updated!
ardından tek amacımız san fransisco'ya ulaşmak oluyor. gidene kadar yine aylar geçiyor, köyler patlıyor, kendi dinini yaratmış garip kabileler sapır sapır dökülüp önümüzde secde ediyor. açgözlülüğün dibine vurmuş bir arkadaş ise gördüğü her haltı çantasına attığından bulduğu bir objeyi "aaa ne güzel yeşil yeşil parlıyor" diyerek aylarca yanında dolaştırıyor ve neticede kendisi başta olmak üzere hepimizi radyasyona boğuyor. herkes kanser, ölümün kıyısındayız ve nihayet san fransisco'ya ulaşıyoruz.
içeriye girmek ayrı dert ancak bir şekilde şehre giriş yapıyoruz ve sahip olduğumuz tüm eşyalara, silahlara el konuluyor. şehirde rastgele insanlarla konuşurken kendimizi tedavi ettirmenin yolunun o şehirdeki komün hayatın bir parçası olmaktan geçtiğini anlıyoruz. komün dediysem, kuzey kore'den hallice. insanlıktan çıkmışcasına çalış, akşam iki dakika oturmaya bile vakit bulamadan uyu, ertesi gün yine çalış ve daha fazla çalış ve çalış... tedavimiz yapıldıktan sonra borcumuzu ödemek adına tam gaz çalışmaya başlıyoruz. bizi yerleştirdikleri lojman bile bir garip, birbirimizi göremiyoruz. çalışıp kazandığımız para yemek ve günlük ihtiyaçlarımızı ucu ucuna karşılıyor. iki oturum sadece allahın belası şehirde izinli günlerimizde yapmak istediklerimizi gerçekleştirmeye çalışmakla geçiyor... bir gün dm'e "abi biz ne zamandır buradayız? ne kadar vakit geçti? ben artık hesap yapamaz oldum" dedikten ve "11 ay" yanıtını aldıktan sonra "eeeeeh yeter ulan, bu şehirden gidemezsem bileklerimi kesiyorum müsadenizle" nidalarıyla ekibi oradan kaçmaya ikna ediyorum.
yanasıca şehirden çıkmak da öyle her babayiğidin harcıdaşsldkaşsfaıqw.... şaka şaka, muhtelif askeri noktalara saldırı düzenleyip, çok pis işlere bulaşıp şehrin neredeyse yarısını bir patlamaya kurban ettikten sonra kaçmaya başlıyoruz. o sırada arkadaş "abi o mafya liderinin bir mektubu vardı sahi, onu kime verecektik?" diyor. artık çok geç elbette.... mektubu hatırlamadık bile bütün bu süre içinde... şehir yanıyor, insanlar ölmüş. allah belamızı vermiş...
mektubu açıyoruz.
"sayın vali,
bu mektubu 6 değerli gencin şehrinize geldiğinde en iyi şekilde ağırlanması, en güzel şartlarda yaşaması ve tüm sorunlardan uzak bir hayat sürebilmesi adına kaleme alıyorum. gençlerden üç tanesinin acil sağlık yardımına ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, diğerleri de çok iyi görünmüyor. kendileri ailemizin birer üyesidir ve hak ettikleri şekilde bir ilgi göreceklerine inanıyorum. aksi takdirde geçmişte yaşadığımız bazı tatsızlıkları hatırlamak zorunda kalacağım.
sevgiler...
don bilmemkim...."
arkamızda san fransisco son nefesini veriyor... büyük savaştan sonra kendini teknolojik, askeri, ekonomik, kültürel anlamda sağlam tutabilmiş belki de tek şehir o sırada son büyük bir patlama ile yok oluyor... okuduktan sonra suratımıza bir tokat etkisi yaratan sözler kulağımızda yankılanırken çaldığımız arabada son sürat ilerliyoruz ve hepimize bir ölüm sessizliği çöküyor...
o sırada dm kendi bilgisayarında metallica'dan turn the page çalmaya başlıyor ve ağız dolusu söverek bilinmezliğe doğru yol almaya devam ediyoruz...
dm: yolda bir mağara gördünüz... fighter: girip bakalım? belki ganimet buluruz... sorcerer: olur, bana uyar. rangerlar: tamam. dm: emin misiniz? kıllanmış parti: (kendi aralarında konuşup) eminiz... dm: önce bir kontrol falan etseydiniz sessizce? kendinden emin parti: yok yaf ne olacak, girelim. dm: tamam, hadi yeniden karakter oluşturmaya başlayın. şaşkın parti: ne oldu ya? dm: yok bişi, yetişkin bir kızıl ejderin mağarasına bodoslama girdiniz...