Birinci Dünya Savaşı; uygarlığı, insancıllığı ve kültürüyle övünen kibirli Avrupa’nın maskesini düşürür. Savaşın yarattığı umutsuzluk ve sahte değerler karşısında duyulan tiksinti, 1916 Şubatında, Romanyalı Tristan Tzara, Alman Hugo Ball, Fransız Jean Arp’ın da aralarında bulunduğu bir grup savaş karşıtı genç sanatçıyı İsviçre’nin Zürich kentinde bir araya getirir.
Bu sanatçılar kurdukları nihilist harekete ‘Dada’ adını verirler. Bu ismi çok aramamışlardır; sözlükten rastgele açtıkları bir sayfada çıkmıştır karşılarına… Fransızca’da çocukların at için kullandıkları bir sözcüktür, Türkçe’deki ‘Dehdeh’ gibi… ABD’de, Zürich’teki hareketten bağımsız olarak aynı anlayışı paylaşan Man Ray ve Francis Picabia gibi sanatçılar da onlara katılır. Dada akımının savunucuları, 1918 Aralık ayında yayınladıkları manifestoda kendilerini şöyle ifade edeceklerdir: “Artık yok olsun ressamlar, edebiyatçılar, müzisyenler, heykeltıraşlar; yok olsun dinler, yok olsun cumhuriyetçiler, kralcılar, polisler, yok olsun vatanlar; kısacası yetsin bütün bu aptallıklar, artık hiçbir şey olmasın, hiçbir şey, hiçbir şey. Dada hiçbir şey istemiyor; süpürmek, temizlemek gibi olumsuz, büyük bir yıkıcı faaliyetin gerekliliğini halka göstermek için bir şeyler yapıyor.”
Bu çığlık boşuna değildir, dünyanın içinde bulunduğu felaketin derinden yaraladığı bu gençlerin sesi Fransa, Almanya, Hollanda ve Orta Avrupa’da yankı bulur ve Dada hareketi Latin Amerika’ya kadar yayılır. 1924’ten sonra bu akım, yerini gerçeküstücülüğe bırakacaktır… Sinema, bu nihilist hareketin üyelerine baştan beri cazip gelen bir alandır. Fransız kadın sinemacı Germaine Dulac’ın çektiği ‘La Coquille et le Clergyman’ (1928) gerçeküstücü sinemanın ilk filmi kabul edilir. Ama akımın esas temsilcisi, İspanyol yönetmen Luis Bunuel’dir. Senaryolarını Dali ile birlikte yazdığı ‘Endülüs Köpeği’ (1928) ve ‘Altın Çağ’ (1930) gerçeküstücü sinemanın başyapıtı niteliğindedir. Man Ray ve Jacques Brunius da gerçeküstü sinemacılar arasında sayılır.