bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
Ölüler dans edebilir miydi?
Ya da bir android, tanrısal güçlere kavuşabilir miydi?
Uzaktan bakan birçok göze saçma gelse de, bir dağ trolünün kuzeyli bir savaşçıya yaktığı ağıtı dinlerken, zihnimde dolanan tüm imkânsızlıkların gerçek olmasını diliyordum.
Yıllarca süren çabalamaların, yaşadığım dünyayı donuk bir griye bürümesi çok uzun sürmemiş olsa da, asıl zaman alan benim o griliği fark etmem olmuştu. Çocukluğumdan kalma oyuncaklar, bibloların arasında duran fotoğraflar, duvardaki kurmalı saat, sokaktaki siluetler? 1930'lardan yıllardan kalma solgun ve yorgun, siyah beyaz filmlere benzemişti her şey.
Işık, üzerine düştüğü cisimlerden yalnızca beyaz rengi yansıtıyordu ve tüm beyazlıklar, karanlıkta kalan siyahlıklarla yoğrularak anlamsız grilere dönüşmüştü.
Yalnızlıkla yaşanan zamanlarda havanın hep kapalı ve yağmurlu olması, garip tesadüf olmanın çok ötesindeydi. Yüzümü görmek için eğildiğim gölün sularında siyah bulutların yüzdüğünü gördüğümde suçu hiç düşünmeden mevsimlerin kararsızlığına atmıştım.
Oysa yazın tam da ortasında, gökyüzünün siyah entariler giymiş olmasının altında zamanın yalnızlığı gibi bir sebep yatmaktaydı.
Gri bir dünya, karanlık gökyüzü, kimsenin yaşamadığına dair kesin inançlara sahip olduğum bir şehir? Boş sokaklarda yürürken binalar arasında yankılanan hüzün, tabloyu tamamlayan son parça olmaktaydı.
Her anı birbirine benzeyen böyle zamanlarda, etrafı daha fazla kaplamaktan geri kalmıyordu hüzün. Parktaki salıncaktan çay bahçesindeki boş bardaklara kadar her şey ağır bir yük taşır gibi bitkin duruyordu. Pencereden içeri giren rüzgâr, masada duran fincanı devirirken dahi hiç olmadığı kadar zorlanıyordu.
Kırılan parçaları toplarken parmağımdan damlayan sade kırmızılıkta saklı gibiydi aslında tüm cevaplar. Masanın altındaki o ufak alanda, içerisinde yaşadığım dünyanın parça parça yok olup gittiğini hissediyordum.
Dört bir yanı kaplayan katı grilik, gökyüzünü esir alan yağmursuz siyah bulutlar ve boş sokaklar, duvarlar arasında yankılanan hüznün en sevdiği misafirleriydi ve hüzün, yalnız zamanların dimi yoldaşı olmuştu.
Bazı şeylerin değişmesinin sadece istemekle mümkün olmayacağını anlayacak kadar yaşamış sayabilirdim kendimi. Ne tepemde duran gökyüzünü ne boş sokakları ne de ağırlığını her fırsatta hissettirmek gibi sadist hobileri olan hüznü isteyen ben değildim. Kimilerinin dediği gibi basit bir şekilde vuku bulmuştu her şey:
"Ben yalnızca duruyordum; ve onlar geldi!"
Yine de bozkırı kaplayan çalılar, en az aynadaki yansımam kadar inanmıyordu olayların bu kadar yalınlıkla gerçekleştiğine. Oysa büyük uğraşlar sonucunda da olsa, çay bardağının yanında duran yarım şekeri dahi inandırmıştım.
Sebep tekti. Her bir çıkmaza uzanan yollar bende birleşiyordu ya da ben çıkmaza uzanan birçok yolun tam ayrım noktasında duruyordum. Neden, diye sorulsa anlatacak çok şey çıkardı ortaya. Sayfalar hatta ciltler dolucu cümleler kurulur, tüm mürekkepler tükenene dek kelimeler sıralanırdı; ama nihayetinde o kısacık soruya verilecek tüm cevapların kesin toplamı hiçbir zaman dile getirilemeyecekti.
Yalnızca aynadaki suretlerin duyulmayan seslerinde bulunabilirdi o cevap?
"Oysa 'Geçenlerde yine bir başımayken...' diye başlayan cümlelerim pek çoktu benim."
[18.11.2008]
***
bu yazıyı dün gece eski defterlerimden birinde buldum.
yazdığım zamanları hatırlıyorum.
bu yazıdan bir hafta sonra, uzun süredir devam eden ağır depresyon yüzünden hayatıma son vermeye kalkışmış; kıl payı başarısız olmuştum.
uzun bir aradan sonra, gecenin bir yarısında eski hatıraları canlandıran kelimeleri okumak, öldüğü zannedilen bir dostla yıllar sonra tekrar karşılaşmak gibi hissettiriyor.