bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
Attım kendimi Sait Faik'in adasına. Cemevinin çay bahçesinde bir masaya kuruluyorum. Bundan altı ay mukaddem 'Allah'ını üşüyen" bir çocuk hatırlıyorum. Doğuştan ehli sünnet edilmişliği ile şimdi Ali'yi üşümeye hasret. (içimdeki kutsal olan her şeyi yıkalı çok olmuştu)
Karşı masamda bir kadın oturuyor. garsonun ikimizle de çok geç ilgilenmesine bozuluyoruz. duygudaşlığımız birbirimize bakıp gülümsememize neden oluyor. Önündeki deftere bir şeyler çiziyor. çıkarıyorum defterimi çantamdan, Bu tarassut anını ondan gizli yazıyorum. Tahminen kırklı yaşlarının sonunda, sarışın, yüzünün kemikli yapısı az önce taktığı kemik gözlükleri ile ahenk oluşturan, omuzlarında sanki her şeyi taşıyan ama kendini taşıyamamanın hüznünü de taşıyan bir kadın...
"şehri uğultularıyla dolduran namussuz kalabalıktan" buraya kaçmak bilumum namussuzlukları önlemeye yaramıyor tabii ki ama unutturmaya yetiyor. çok önceleri unutmak hakkında "unutmak değil, unutamamaktır lanet" diye kötü bir cümle yazmıştım. yazdığım şeylerden bu denli utanmak istemezdim sanırım. Tam şu anda garsonun verdiği kırmızı tükenmez kalem, eskiz defterimin sararmış yapraklarına değerken, şimdi yazdıklarımdan utanmam için ne kadar beklemem gerekecek diye düşünüyorum.
Karşımda oturan levanten kadın kalkmaya hazırlanırken, onunla konuşma isteğimin vücudumu bir hastalık gibi sardığını fark ediyorum. İlk hamleyi yapma konusunda hiçbir zaman iyi olamadım. Beni bir şeyler yazma konusunda alıkoyan da bu oldu hep. "İlk dizeyi Allah'tan beklemenin" atıl kepazeliği!
Filmi üç gün geriye sarıyorum. gerçi ben o çağın çocuğu değilim. Daha radyasyonlu yıllarda geldim dünyaya. bir diğer deyişle; elektrikle bütünleşik bir kargışlanma... Neyse aldım kalemi elime, tersini çevirip sardım kaseti tam 66 saat geriye. Çiçek pasajında beyaz şarap ile köfteyi arkadaş eylemişken, uluorta "PİÇ" gibi kalıyorum.
Beni böyle piç gibi bırakan şey az önce üstüne toprak attığım, beyoğlu'nun son ağbisi miydi? Yoksa toprak lekesini tırnaklarımdan çıkaracak bir kimsenin eksikliği mi? Birbirine yapısal olarak çok benzeyen lakin pratikte, padişah ile kölemen köleleri kadar uzak bu iki sorunun cevabını bulmak için, kaç yüzyıl daha yaşamam gerekecek sualinin eklendiği paradoksal döngüyü düşünmek bile istemiyorum.
-Kaset şimdiki zamana sarıldı-
Karşımda oturan, bana eski şeyleri hatırlatan o kadın kalktı. Yüzümden tarassut etmenin utancını taşıyan kızarıklıkta... Kadının peşinden gitmek için hiçbir çaba göstermedim. İşte ben böyleyimdir Ahali! Tutkularımı ya da takıntı mı demeliydim, her neyse işte, kendi içimde doğurur, büyütür ve öldürürüm. tenimde bir ölünün soğukluğunu taşıyan istençli bir kayıtsızlık kalır sadece. (insan ölmeden böyle cümleler kurmamalı ama sanırım ben birkaç defa öldüm)
-kaset yoğun çabalar sonucunda altı ay öncesine sarıldı-
o gece Allah'ını üşüyen o çocuk, bütün bu olacaklardan habersiz kadına söz verdi. Kadın daha önce hiç gelmemişti bu adaya. ömründe, eser miktarda gördüğünü tahmin ettiği cumbalı evleri gösterecekti ona, birde karşılaşabilirlerse, küçükken sait faik'in yanında büyümüş olan Yorgiya hanım teyzesini...
Oysa o zamanlar Sartre kadar olmasa da varoluşçuydu. ontoloji kelimesini kullanmaktan gizli bir haz alıyordu. Kendi hayatının yörüngesini bizatihi kendi vereceği kararların değiştireceğini sanıyordu. Başka kimselerin de, kendi hayatını bu denli etkileyebileceğini o gece kavradı. Camus'nün tarafını tutmaya karar kılmıştı artık.
-kaseti ileri geri sarmaktan, tükenmez kalem de tükenmiş ve yılmıştı. adam çok içli bir şiirden şu dizeyi okudu; "yıldım demenin de bir anlamı yok artık" Kalem gereğinden fazla içlenerek, mürekkebi yaşlı, son kez sardı kaseti şimdiki zamana-
altı ay önce verdiği sözü tutacak olmanın "yanılgan" gururuyla (çünkü her gurur yanılgandır) sabah erken kalktı. Vapura binecekleri iskeleye varmak için atladı tramvaya. Buluşma yerine geldiğinde kadın ortalarda gözükmüyordu. Telefonlarını da açmıyordu. uyuyakalmıştı muhtemelen.
Kadına gelmesi için ısrar etmemişti oysa. zaten kendisi, o olmasa da gelecekti buraya. kadın arayıp, bir susuşma anında dahil etmişti kendini plana. şimdi onun gelmeyecek olması aslında hiçbir şeyi değiştirmemeliydi. buna karşın kendini hüznünden azade kılmayı başaramıyordu. hüznü gittikçe siniriyle karıştı. beklenti içine girmek ne menem bir şeydi böyle!
Aslında ona, tepe bir meyhanede " hiçbir gerçeğin bir yalan kadar acıtmayacağı" tezini savunacaktı. o yalan bir gün ortaya çıkmayacak olsa bile... işte hüznüne tebelleş olan siniri de bununla alakalıydı galiba. biraz sonra arayacak ve neden geç kaldığı hakkında binbir türlü yalanlar sıralayacaktı. kimseden bir şey duymak istemiyordu. hele ki ondan tek bir yalan daha duyacak olma düşüncesi bile, uzuvlarının faili meçhul bir cinayete sürüklenmesine yetiyordu. tırnaklarındaki toprağı çıkaracak birisine ihtiyacı yoktu artık.
çünkü delirmeye ramak kalmıştı!
5 Eylül 2021 - Burgazada cemevi çay bahçesi