1. 4.03pm

    10...9...8...7...
    Sakinsin , sakin.
    6...5...4...
    Gözlerini aç.
    3...2...1...

    Topuklulardan kurtulup, rahat spor ayakkabılarımı giydim ve at kuyruğu yaptığım tokayı saçlarımı yolarcasına çıkarıp bileğime taktım. Bir hafta daha bitmişti sonunda. İş yoğunluğundan kendimi parçalıyordum birkaç aydır. Çalıştığım sektör sürekli yeniliklere açık ve değişken bir sektördü. Bir çalışan sizden birkaç yıl sonra işe başlamasına rağmen sizden önce terfi edebilir ve bu konu hakkında yapacağınız hiçbir şey yok. Çok çalışmaktan başka... Ki ben de bunu yapıyordum. Sürekli araba kullanıp kapı kapı gezip topuklu ayakkabı üzerinde durmaktan, gecelik 3 saatten uzun uyku uyuyamamaktan, gerginlikten, endişeden, hatta korkudan kendimi paraladığım sürecin neredeyse sonuna gelmiştim. Halletmem gereken tek bir şey kalmıştı. Son bir şey. Ardından güzel bir tatil için kendime söz verdim. Belki güneye inebilirim, hatta ülke bile değiştirebilirim? Akdeniz’in sıcak kumsalı çok iyi gelirdi şu an.

    +Gerçekten buna inandın mı PAL? Bir Akdeniz ülkesine gidip tatil mi yapacaksın? Sen? Başın bu kadar kalabalıkken bunu yapabilecek misin?

    Sus. Artık sus... Kafamdaki binbir düşünceyi bastırmak için radyonun düğmesine bastım. King harvest-dancing in the moonlight çalıyordu. Kafa dinlemek için güzel bir seçim. Kendimi şarkının akışına bıraktığımda çoktan kar beyazı gömleğimin düğmelerini gevşetip, kontağı çalıştırmıştım. Yol üzeri bir dükkana girip, sandviç aldım. Ya ben çok açtım ya da bu son zamanlarda yediğim en iyi peynirli sandviçti. Arabamın arkasında her zaman duran kıyafet çantasından mor bir kazak ve kot pantolon çıkarıp, lavaboda giyindim. Kış gerçekten zorlu geçiyordu. Sürekli üşüyordum. Tabii ki buna sebep olan en büyük şey giymek “zorunda“ olduğumuz o ince Kıyafetlerdi. Yoksa normalde kolay üşüyen biri değilimdir.
    ‘İyi görünmek bir reprezantın en güçlü silahıdır’ derdi patronum. Lanet olası herif. İçimden küfürleri savururken tekrardan arabama bindim. Hala gidilecek uzun bir yolum vardı...


    ***


    Hava şartları gitgide kötüleşiyor, arabayı yolda sabit tutmak zorlaşıyordu. Gördüğüm bir levha ilgimi çekti.

    “Reststop için 23.çıkıştan çıkın”

    Arabamı oraya yönlendirdiğimde, olacaklardan habersizdim. Eğer başıma gelecekleri bilseydim, o benzinliğe asla ama asla girmez, soğuktan donup ölmeyi tercih ederdim...


    ***


    7:56pm

    Arabayı park edip, kol çantamı aldım. İçeriye yöneldiğimde lobide kimsenin olmadığını gördüm. Sağ taraftaki restorana doğru yürümeye başladım. Yorgundum ve sadece sıcak bir şeyler içmek istiyordum. Garson olduğunu düşündüğüm kadından şekersiz bir kahve istedim. Hafiften karnım gurulduyordu, ama restoran yemek yemek için pek uygun bir yer değil gibiydi. Masalar temiz görünse bile, koltuklar sandalyeler içler acısıydı. İş yemekleri için sürekli dışarıda olmaya alışıktım ama böyle yerlerde değil. Şu an bir şişe kırmızı bordeux açıp, merlot üzümünün kokusunu içime çekip tadabileceğim çeşit çeşit mezelerin düşüncesine dalmışken karnımın gurultusunun artması ve garsonun kahvemi masaya bırakmasıyla bu güzel hayalden sıyrıldım. Kahvemden bir yudum alıp yüzümü ekşiterek masaya bıraktım. Bu kadar kötü olmasının nedenini akşam saatleri olmasına bağlamak istedim. Ama başka çarem yoktu. Birkaç yudumdan sonra etrafı incelemeye başladım. Ortalıkta koşturan bir çocuk vardı. Ah günümüz ebeveynleri. Çocuklarına sahip çıkmak dışında her şeyi yapıyorlar...

    +senin çocuğun olsa, çok daha farklı davranacaksın, değil mi? Asla anne baban gibi davranmayacaksın ona, değil mi?

    Kes sesini.

    + Şefkatle, sevgiyle, en önemlisi de onu güvenli bir ortamda büyüteceksin, değil mi ?

    Sesini kes!

    Kafamın içinde attığım çığlık ile kahve bardağını normalden bir tık fazla sert bir şekilde masaya bıraktım. Hızla çevreme göz gezdirdim farkeden oldu mu diye. Şükür ki olmamıştı. Lanet olası sesler...

    10...9...8...7...6..5...4...3...2...1...

    Tuttuğum nefesi yavaşça bıraktım ve gözlerimi açtım. Derin düşüncelerden uzaklaşmak için insanları incelemeye devam ettim. Restoranın bana en uzak olan masasında gördüğüm adamlar, kamyoncuları andırıyordu. Kirli sakalları, kıyafetlerindeki araba yağı lekeleri ve ellerindeki geçmeyen siyahlıklar... genelde aynı oluyor. Garson kadınsa hala ortalıkta dolanıyor, mutfağa girip çıkıyordu. Çevremi iyice gözetlemeye başladım. Bu genelde insanları inceleyip haklarında fikir oluşturmamda önemli bir adımdı. 6.hissim de kuvvetlidir.

    Masalardan birinde genç bir adam oturuyordu. 20li yaşların sonunda gibiydi. Önünde bir laptop ve yanında patates kızartması ile kolası vardı. Bilgisayarın başında çalışıyor gibi görünüyordu ama emin olamadım. Çalışıyor gibi görünmek istiyor da olabilirdi. Tanrı bilir belki de oyun oynuyordu.

    Bir diğer masada burnu kızarmış, üşümüş bir kadın oturuyordu. Elindeki kahveye sarılmış, ısınmaya çalışıyor gibiydi. Restoran aslında o kadar da soğuk değildi sanki. Belki bir rahatsızlığı, kansızlığı falan olabilir diye geçirdim içimden.

    En çok dikkatimi çeken kafamı karıştıran ise iri yapılı bir adamın, dışarıda kar fırtınası koparken nasıl sadece tişört ile oturduğuydu. Tamam restoran çok soğuk değildi ama, tişört mü? Deli mi ne.


    ***


    Kahvemi bitirmeme yakın kontrol ettiğim mailler de neredeyse hallolmuştu. Keşke laptopumu da getirseydim arabadan... Birkaç ufak işi daha boş otururken halletmek iyi olabilirdi. Şarjımın az kaldığını gördüğümde hemen çantamdan kablomu çıkardım. Tam prize takacaktım ki, birden restoran karanlığa büründü. Siktir.
    Karanlığın içinden gelen arbede sesleri ve bağırışmalar istemsizce elimi çantama atmama neden oldu. G42’min içinde olduğunu hissettiğimde ufak da olsa bir rahatlama geldi. Her ne kadar beyaz yakalı biri de olsam, yeri geldiğinde çirkinleşmeyi iyi bilirdim. O yüzden toplantı harici saatlerde her zaman minik ama efektif silahımı yanımdan ayırmazdım. Bu dünya kadınlar için çok tehlikeli.

    Seslerin hemen ardından karşı masadaki kadın ile genç çocuk ayaklanıp sese yöneldiler. Ben de peşlerine takıldım. Çantama dolayısıyla silahıma iyice sarılmıştım. Telefonların flaş ışıklarını kullanarak mutfağa göz gezdirdik. Meğer ses buradan değil, binanın diğer tarafındaki kısımdan geliyordu. Hızla o tarafa geçtik. Genç adamlar erkekler tuvaletini kontrol edeceklerini bize de kadınlar tuvaletini kontrol etmemizi söylediler.

    +hani kimse sana ne yapacağını söyleyemezdi? Hele bir erkek? Asla diyordun , ne oldu?

    Dişlerimi sıkıp kafamdaki sesleri bastırdım ve tuvalete yöneldim. Kabinleri tek tek kontrol ederken duyduğum korku ve şaşkınlık sesleriyle erkekler tuvaletine girdim. Yerde yatan bedeni görünce irkildim. Ölmüş müydü? Yanımızdaki kadın parametrik olduğunu söyledi. Garson kadına 911 aramasını talimat ettikten sonra müdahale etmek amacıyla adama doğru bir hamle yaptı.
    Birkaç kısa andan sonra adamın ölmüş olduğunu söylediğinde kanımın çekildiğini hissettim. Gördüğüm ilk ölü değildi, ama en garip ölü olabilirdi. Vücudundaki yara izleri çok garipti. Ne yapmamız gerektiğine dair bir fikrim yoktu. Telefonlar çekmiyor, yakınlarda ulaşacağımız bir hastane veya polis karakolu yoktu. Gerçi olsa bile bu şiddetli kar fırtınasında gidebileceğimizi hiç sanmıyordum. Önümüzde duran bir cesetle lanet olası bir hiçliğin ortasındaydık.


    ***


    Daha birkaç dakika bile geçmemişti ki hemen yan taraftan inleme sesleri geldi. Birisi yardım istiyordu. İçgüdüsel olarak o tarafa yöneldik. Paramedik kadın ağır yaralı adamı görünce hemen ona gidip müdahale etti, stabilize etmek için elinde geleni yaptı. Adamın yaraları tıpkı içeri ölen adam gibi, çok garipti. Yaşadığımız son 10 dakikayı düşündüm.

    Gecenin karanlığında kalmış, telefon ışıklarıyla bir şeyler görmeye çalışıyorduk.
    Tuvalette bir erkek cesedi vardı.
    Ve ağır yaralı bir adam.

    Siktir. Siktir. Siktir. Neye bulaşıyorduk böyle?

    Paramedik kadın çevreye göz gezdirip, çöpte gördüğü dosyaları (yeni dosya oldukları her hallerinden belliydi, karışıklık bile yoktu poşetlerde) aldı ve çantasına attı. Neden böyle bir şey yaptı ki? Yerde ölümle cebelleşen bir insan varken, neden başka şeylere göz gezdirme ihtiyacı hissetmişti ki?
    Çok garip...

    keşke sonraki olacak olaylarda o dosyanın ve içindekilerin ne anlama geldiğini bilmeseydik hiç öğrenmeseydik... keşke bu benzinliğe hiç girmeseydik....


    ***


    Oyun odasından sesler geldiğinde iri adam ile genç kadın oraya yöneldi. Ben yaralı adamın başında bekliyordum. Tanrım... olaylar hiç iyiye gitmiyordu ve içimden bir ses (ki genelde bu ses hep haklı çıkardı) daha fazla olaylara karışmamam gerektiğini söyledi.

    +ben her zaman haklıyım , bunu biliyorsun.

    Kapa çeneni...

    Sesi bastırdım ama içten içe doğru olduğunu biliyordum. Çünkü o ses, bendim. Benim kendimi savunma mekanizmamdı. Onsuz, büyük ihtimalle şu an hayatta olmazdım. Ben bu düşüncelerle cebelleşirken, diğerleri yanlarında bir çocuk ile döndüler. Çocuk şokta gibiydi. Bir şeyler mırıldanıyordu;
    Canavar...
    Korku...
    Kurt...
    Kar...
    Cümle aralarında yakalayabildiğim kelimeleri beraber düşündüğümde hiçbir mantıklı açıklama çıkmıyordu ortalığa. Ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum. İçimden kimseye tek bir cümle dahi kurmayıp, koşar adımlarla buradan kaçmak ve hızla uzaklaşmak geçiyordu. Ama dışarıdaki kar fırtınası bunu yapmama en büyük engeldi. Olaylara ayak uydurmak dışında bir seçeneğim yok gibiydi. Yaralı adamı ve çocuğu da alıp restoran kısmına geçtik. Arka taraftaki camların da kırılması nedeniyle bina aşırı soğumuştu. Bu şekilde geceyi geçirmemiz pek mümkün değil gibiydi. İt’ci çocuk jeneratörü tamir edebileceğini söylediğinde ufak da olsa bi rahatlama gelmişti. Elektrik ve ısı olması zamanı daha çabuk geçirecek şeylerdi. O Anahtarları alıp dışarı yöneldiğinde, çoktan masama geçmiş olayları analiz etmeye çalışıyordum. Bir yandan da 10 saniyede bir sinyal yakalama umuduyla telefonumu kontrol ediyordum. Bize yardım gerekiyordu. Hem de en kısa sürede.


    ***


    Çok geçmeden tüm restoranı araba alarmlarının tiz sesi doldurdu. Bir şeyler olduğu kesindi, yanlış bir şeyler. Dışarı çıkan çocuk... başı dertte miydi?
    Siktir.
    Çantamdan çıkardığım biricik G42’mi güzelce kavrayıp kendimi dışarıya attım.

    ‘hey! Kimse var mı?!’

    Cevap yoktu. Peşimden paramedik kadın da gelmişti. Elimdeki silah onu biraz ürkütmüş olacak ki, benden geride duruyordu. Kar fırtınasının içinde bir şeyler görmeye çalışıyordum. Bir gölge gördüm gibi oldu. Karlarla kaplı, devasa bir şey... Kalp atışım hızlandı ve silahımı o “şey”e yönelttim. Tetiği çektiğimde kurşunun o “şey”in içinden geçip gittiğini fark ettim.
    Ne? Ne? Ne?????
    Bu nasıl olabilirdi? Siktir. Tekrar nişan aldım ama soğuktan donmuş ellerim silahın tetiğini çekmeme engeldi. Bu “şey”in dikkatini dağıtmamız it’ci çocuğun arabasından inip bizimle binaya girebilmesine olanak sağlamıştı. Ama daha birkaç adım içeri geçemeden yere yığıldı. Sırtında gördüğüm yaralar beni dehşete düşürdü.
    O an kolumda hissettiğim sızı benim de ufak da olsa bir yara aldığımı hatırlattı. Yaradan çok küçük bir çizik gibiydi. Paramedik kadın yerde yatan genç adamla ilgilenirken çantamdan bir yara bandı çıkarıp koluma yapıştırdım. Sakinleşmeye çalışırken, birden odaların ısındığını hissettim. Elektrik gelmemişti ki, bu nasıl mümkün olabilirdi?

    “Yangın!”

    Bi bu eksikti, siktir.

    Alevler lobiden çıkıyordu. Gördüğümüz iki yangın söndürme tüpünü kapıp, alevlerin arasına daldık paramedik kadınla. O çılgın iri adam da bir örtüyle bize katıldı. Alevler geri dönülmeyecek bir hal almadan yangını söndürebilmiştik. it’ci çocuk da büyük yaralarına rağmen yanımıza kadar gelmişti. Bu insanlar neden bu kadar deli diye sordum kendi kendime. Alevlerin sıcaklığı terletmişti. İçeri geçip bir bardak soğuk su için neler vermezdim şu an... sanırım bir gecede yaşanabilecek tüm absürt ve korkunç şeyleri yaşamıştık. Daha ne olabilir ki diye geçirdim içimden. Hay şom ağzıma...

    “Yeter artık!” diye bağıran kamyon şoförü, elinde tuttuğu silahı bize doğrultmuştu. Dumandan yanan boğazımız ve gözlerimizle ne olduğunu anlamadan bir el silah sesi duyuldu. İt’ci çocuk yere yığılırken iri adam beklemediğim bir hamle ile elinde silah olan adama saldırdı. Paramedik kadın yaralıyla ilgilenirken ben de kamyon şoförüyle ilgilenen adamın yanına gittim. Birlikte adamı sandalyeye bağlayıp etkisiz hale getirmiştik. Artık başım dönmeye başlamıştı. Olayların gerginliği, korkunçluğu, absürtlüğü... son bir güçle yerde yatan adamı uyandırmak Ve sorular sormak istedim. Burada bir şeyler döndüğü kesindi. Ve bu yaralı adam bu olayların içinden birisiydi. Ne sorduğumu veya ne cevap aldığımı bile hatırlamıyordum.
    Hemen yakınımda Paramedik kadın çöpten aldığı dosyaları hayretler içerisinde okuyordu. Yüzünün aldığı şekiller beni korkutmuştu. Kısa bir süre sonra öğrendiği bilgileri bizimle paylaştı.

    “yaralı adam:jonas riley”
    “Hoffman enstitüsü”
    “paranormal olaylar”
    “ufolar, hayalet avcılığı, gizemli yaratıklar, kara büyü”

    Dalga mı geçiyorlar bizimle diye geçirdim içimden.


    “on yıldır kayıp michael galvin isimli tarikat lideri ve bu liderin satışa çıkan devasa malikanesi”
    “Yerde baygın yatan mr. riley bu evi almak isteyenlerden birisi”



    Ne haltlar dönüyor burada?
    #260818 wtf | 4 yıl önce
    0turnuva