yorgunum. günlerdir çalışmaktan ve kendime yarım saat dahi ayıramamaktan yorgunum. tek ihtiyacım olan birkaç gün sadece zihnimi dinlendirecek bir kaçamak ve nihayet martin hafta sonu dağ evinde ufak bir eğlence düzenleyeceğini söyledi. ah martin. çok tatlısın ama sana ayıracak vaktim ve sabrım yok maalesef. yorgunum. bu hafta sonu dağ evindeki ufak kalabalığın içindeki yalnız insan ben olacağım ama en azından biraz zihnimi rahatlatacağım, umarım...
idaho'nun dünyanın en bok yeri olduğunu bilir misiniz? bir eyalet düşünün ki patatesiyle meşhur olacak kadar hiçbir şeyi olmayan, ruhu çekilmiş, içi boş, tıpkı benim gibi, yorgun. california'dan kalkıp buraya gelecek kadar idealist olmamayı dilerdim ama bazen işim söz konusu olduğunda kendime dahi söz geçiremiyorum.
adım lyann. evet ben bir acil tıp teknisyeniyim. paramedik unvanını daha çok tercih ederim. başkalarına yardım etmek çocukluğumdan beri sahip olduğum tek özelliğim ve bunu yaparak hayatımı geçindiriyor olmak beni fazlasıyla mutlu ediyor. bir doktor ya da bir hemşire kadar uzun yıllar okumamış olabilirim ama benim kurtardığım hayat sayısı kıyaslanamayacak derecede. bu konuda alçak gönüllü olamayacağım.
bugün cuma. hafta sonunu geçirmek için martin'in pek de mütevazı olmayan lüks dağ evinde kendimi kendimden soyutlayıp mümkün olan en az kişiyle iletişime geçerek sarhoş olmayı planlıyorum. belki pazartesi de izin alıp tükenmişlik sendromumu biraz daha ertelerim, bilmiyorum. hava durumu kar fırtınasından bahsediyor ancak en kötü ne olabilir ki? dağ evinde mahsur kalıp içip sızmak şu an kulağa harika geliyor.
---------------------------------------
arabayla sadece 2 saatlik daha yolum kalmışken kar fırtınasının şiddeti beni ürkütmeyi başardı. yol kenarında bir tesis bulup en azından fırtınanın şiddeti azalana kadar bir bardak kahve içmeyi planlamıştım ancak önümüzdeki birkaç saati hiçliğin ortasındaki bu istasyonda geçirme ihtimalim sinirlerimi yıpratmaya başladı bile. internet yok ve telefonlar çekmiyor, dolayısıyla martin'e ulaşmam mümkün değil. burada olduğuma dair kimsenin bir bilgisi yok. harika! tek tesellim, dışarıda kopan fırtınaya rağmen oturduğum kafeteryanın sıcak olması...
ancak birdenbire elektriklerin kesileceğini düşünmemiştim. elektrik kesilmesiyle birlikte hemen yan odadan gelen anlamlandıramadığım sesler ise durumu giderek garip hale getiriyordu. lanet olsun çok karanlık. kafeteryada bulunan bir grup insanla birlikte telefonlarımızın ışıklarını yakarak sesin kaynağını bulmak üzere hareketlendik.
ancak mutfaktan geldiğini sandığımız sesler aniden kafeteryanın diğer ucundan, koridordaki tuvaletlerden geliyordu. hem de bir arbede değil, artık bir insanın inlediğini net olarak duyabiliyorduk. hiç düşünmeden sesin kaynağına doğru yöneldim. benimle birlikte kafeteryadaki diğer insanlar da geliyordu.
kadınlar tuvaleti boştu ancak erkekler tuvaletinde yerde hareketsiz bir genç yatıyordu. koşarak yanına gidip müdahale etmeye çalıştım ancak yardım etmek için çok geçti. çevredeki meraklı bakışların hissettiği şoku görebiliyordum ancak şu an panik yapmanın zamanı değildi. telefonumu çıkartıp 911'i aramaya çalıştım ama boşunaydı. garson kadına sabit hattan yardım çağırmasını söylemeye çalışırken kabinlerden birinden yeniden bir inleme duyuldu. 50'li yaşlarında, iyi giyimli bir erkekti. sağ omzunun üzerinde travmaya bağlı bir hasar göze çarpıyordu. hala hayattaydı ancak durumu çok kritikti. hemen müdahale edip stabilize ettikten sonra çaresizce yeniden telefonuma bakıp içimden bir küfür salladım. bu adamın acilen bir hastaneye ulaştırılması gerekiyordu. bu kadar kısa sürede ve bu denli ufak bir tuvalette adeta bir kamyon çarpmış kadar yaralanmış olması hiç normal değildi ve durum giderek garipleşiyordu. etrafa bakındım ve köşedeki çöpün içerisinde oraya ait olmadığı aşikar bir dosya buldum. ne olduğunu çok merak ediyordum ancak şu an kesinlikle buna vakit ayıramazdım, hemen sırt çantama dosyayı atıp birkaç saniye düşünmeye çalışırken yan taraftaki arcade odasından bir gürültü koptu. günüm daha ne kadar saçma bir hal alabilir dedikçe yenisi geliyordu. gürültü adeta freni patlamış bir otobüsün binaya girmesi gibiydi. lanet olsun, ben sadece bir bardak kahve içmek istemiştim...
yandaki odaya doğru tek başıma gitmek istemiyordum ancak birilerinin yardıma ihtiyacı olabilirdi. iri bir çocuk yanıma takıldı ve elimizde telefon ışıklarıyla içeriye girdik. pencere tamamen kırılmıştı, içeriye buz gibi rüzgar ve kar taneleri doluyordu. hemen köşede ise daha önce kafeteryada gördüğüm -sanırım garson yamağı- çocuk cenin pozisyonunda bir şeyler mırıldanıyordu. korktuğu apaçık ortadaydı ancak vücudunda bir yara yoktu. sakinleştirmeye çalışıp ne olduğunu sormaya çalıştım. kekeliyordu ve şoktaydı. pinball makinesinde oyun oynarken aniden pencerenin kırıldığını, kurt şeklinde bir şeyin yanından geçip gittiğini söyledi.
saçmalıyor diye düşündüm. bu kadar fazla bilgisayar oyunu oynamak iyi değil. neyse ki vücudunda bir yara ya da hasar yoktu. hem şoktaki çocuğu hem de yaralı adamı kafeteryaya götürdük.
içerisi giderek soğuyordu ve insanların yüzlerindeki panik giderek daha da belirginleşiyordu. inek görünümlü bir çocuk (sonradan adının edgar olduğunu öğrendim) jeneratörü tamir edeceğine inanıyordu lakin bu soğukta binanın dışına çıkıp bunu başarmak anlamsızdı. sonra edgar birdenbire "benim arabama gitmem gerekiyor, gelmek isteyen var mı? diye sordu." kimse kılını kıpırdatmadı elbette.
yalnızca kendime ayıracağım bir hafta sonu... evet!
şöyle etrafıma bir bakındım. iri, kaslı bir genç, bir beyaz yakalı olduğu her halinden belli kadın (adı pal), orta yaşlarında bir garson, yerde yatan ağır yaralı bir adam, biri kadın diğeri erkek iki kamyon şoförü ve tuvalette yatan bir ceset. bunun yanında dışarıda ne zaman biteceği meçhul bir kar fırtınası, asla çekmeyen telefonlar ve olmayan elektriğin yanında yaşanan acayip olaylar silsilesi. tam şu an evimde netflix izleyip şarabımı içiyor olabilirdim diye düşündüm.
ve o sırada dışarıdan bir gürültü geldi. yine! etraftaki tüm arabaların alarmları aynı anda çalmaya başladı. edgar'ın aracına doğru gittiği park alanından geliyordu bu sefer gürültüler. pal çantasından silah çıkartıp kapıya doğru koşmaya başladı, hiç düşünmeden ben de onu takip ettim. dışarıda göz gözü görmüyordu. dışarıya birkaç adım atıp sesin geldiği yere doğru baktığımda soğuğun yalnızca bedenimi değil ruhumu ürperttiğini anladım. bir... şey? anlamlandıramadığım ancak korkuyu iliklerime kadar hissettiğim bir şey? kurt gibi ancak bir bedeni yok. sanki kar taneleri bir araya gelerek ona bir vücut vermiş gibi...
olduğum yere çakılıp kaldım. pal silahını kar kümesine doğrultup ateşledi ve mermi kar silüetinin içerisinden geçip gecenin karanlığına karıştı. harika! şimdi dikkatini çekmeyi başarmıştık ve birdenbire milyonlarca kar tanesine bölünen şey(?) saniyeler sonra burnumuzun dibinde devasa bir kurt adama dönüştü. kurttu sanırım, emin değilim. korkudan ne yapacağımı şaşırmıştım, geriye doğru adımlarla, gözlerimi bu garip yaratıktan alamadan kapıya doğru çekilmeye başladım. karışıklıktan istifade eden edgar ise bize doğru koşuyordu. ciddi şekilde yaralanmıştı.
son enerjisiyle kapıya kadar koşan edgar yere yığıldı. hızlıca içeriye sürükleyip kafeteryaya diğer yaralının yanına yatırdık. sırtı korkunç haldeydi. neyse ki kanamayı durdurmayı başarmıştım.
az önce ne olmuştu? o kurt görünümlü karlı silüet neyin nesiydi? deliriyor muydum?
üşümüyordum. nasıl yani? soğuğun giderek daha kötü olması gerekiyordu çünkü fırtına şiddetini artırmıştı ve elektriğin olmayışı kafeteryanın ısısını giderek düşürüyor olmalıydı ancak şu an üşümüyor olmam normal miydi? tam da bunu düşünüyorken kızıl, sarı bir ışığın yüzüme vurmasıyla kendime geldim. üşümüyordum çünkü otoparka çıkan kapının olduğu lobi alev almıştı!
atıştırmalık otomatlarının olduğu yerde bir yangın tüpü vardı ve koşarak onu kapıp yangının olduğu lobiye doğru girdim. benimle birlikte pal da diğer yangın tüpünü aldı, kaslı çocuk da bir masa örtüsüyle bize katıldı ve hep birlikte alevlerin içine daldık.
alevler alkol rafına doğru büyürken nihayet kontrol altına alıp yangını tamamen söndürdük. o sırada edgar yaralı olmasına rağmen yattığı yerden yanımıza kadar gelmişti. duman yüzünden kontrolsüzce öksürüyorduk ve kafeteryadan yükselen sesler duyduk. dumanların arasından kamyon şoförü adam bize doğru bir silah doğrultuyordu "yeter artık" diye bağırarak silahını ateşledi.
grubun şanssızı yine edgar'dı. mermi ona isabet etmişti ve kargaşanın ortasında yine ona müdahale etmem gerekti. o sırada kendini kaybetmiş şoförü pal ve kaslı çocuk etkisiz hale getirdiler. bütün bu delilik yetmiyormuş gibi şimdi insanlar da delirmeye başlamıştı...
edgar'ı kafeteryaya sürükleyip yatırdık. elleri ve ağzı bağlı kamyon şoförü köşede duruyordu. diğer herkes korku, panik ve şaşkınlıkla etrafına bakıyordu. bir an önce düşüncelerimi toparlayıp ne olduğunu anlamam gerekiyordu ve çantamda duran evrak dosyasını çıkartıp incelemeye karar verdim. dosyanın içinde bir kar küresi vardı. elime alıp incelediğimde kürenin içindeki yapının korkutucu derecede şu an bulunduğumuz istasyona benzediğini fark ettim. masanın üzerine küreyi koyup dosyaları okumaya başladım...
yaralı adamın adı jonas riley'di. hoffman enstitüsü'nde paranormal olayları araştıran bir akademisyen. ufolar, hayalet avcılığı, gizemli yaratıklar, kara büyü. akla gelen her türlü paranormal konuyla ilgili profesyonelleri görevlendiren bir oluşum. anlaşılan o ki on yıl kadar önce sırra kadem basan michael galvin isimli kült liderinin devasa malikanesi satışa çıkartılıyor ve riley bu satın alımla oldukça ilgilenmiş görünüyor. riley evin satışa çıkmadan önce galvin'in kötülüğünden tamamen arındırılmış olduğundan emin olmak istiyor. bir şekilde yolu buraya düşüyor ve şu an yanımızda ağır yaralı ve yarı baygın halde yatıyor. müthiş!
ben yalnızca bir bardak sıcak kahve içmek istemiştim...