-
Ön not: spoiler gibi görünen cümleler dizinin genel yapısı içinde düşünülünce spoiler değiller bence.
Pilot bölümü 19 Eylül 2010 yılında yayınlanan, hikayesi ankara'da geçen (Emrah serbes'in aynı isimli eserinden uyarlanmıştır), genel yönetmenliğini serdar akar'ın yaptığı, "başrol"ünde erdal beşikçioğlu'nun oynadığı "polisiye" dizisidir.
Gerçekçilik sınırlarını aşmadan ama yine de oldukça öznel olarak yazıyorum; gelmiş geçmiş tüm diziler içinde kategorize edilemeyecek ve hiçbiri ile karşılaştırılamayacak yapılmış en güzel dizidir. Yabancı dizilerden Behzat ç'nin yanında ismi anılacak dizi örneklemek gerekirse sanırım sadece breaking bad söylenebilir. karşılaştırma değil, kıyaslama hiç değil, sadece mevcudiyetindeki karizma olarak yanına yaklaşabilir.
benzersizliğini en başta ve en fazla oyuncuların performansına borçludur. dizi içindeki karakterlerin (senaryo gereği oldukları kişilerin) nasıl olursa olsunlar bizdeki izdüşümleri hep sevgiyle kabul edilir. behzat amir aslında çok matah bir adam değildir, çok bencil, kendisini herkesten farklı konumlandıran, kaba, bir dediği iki edilmeyen, sorgusuz her istediği olsun isteyen, duygusal ilişkilerde insanları umursamayan vs vs kısaca bok gibi biridir. hayalet, akbaba, harun cahilliğe yakın sıradan insanlardır. Diğerleri de antin kuntin tiplerdir, selim'in iticilik abidesi olma istikrarı, eda'nın mıymıylığı, cevdet'in kurtulamadığı pısırıklığı, şule'nin katlanılamaz şımarıklığı, berna'nın insanı kusturan sevimsizliği, şevket'in andavallığı, esra'nın didaktikliği, tahsin'in taklacı güvercinliği gibi neredeyse hiç biri parlayan bir yıldız değildir. işte tam da bu noktada dizinin benzersizliğinin temeli atılmış, sağda solda görülen insanların aynısından, hiç bir estetik üstünlük, hiç bir yüklenen sinerji, hiç bir fantastik öğe, hiç bir kurgu kahramanı yani kısaca hiç bir gerçeküstücülük olmadan, ülkenin içinde olduğu tüm gerçekler, tüm sosyoekonomik getiriler, tüm gelenekler, adetler, inançlar, saplantılar, bütün halde toplumun yaşayış mekanizması aklınıza gelecek her şey ama her şey ekranda bizlerle beraberdir.
sonuçta bir roman uyarlaması olduğundan dolayı samimiyet ölçeğinin dolu olması beklenebilir durumdur, ancak senaryolaştırma başarısı eşine rastlanmayacak düzeydedir, bu sayede teknik olarak topyekun halde diğerler dizi kümelerinden ayrışır.
teknik başarının büyük sırrı da (yine hiç alışık olmadığımız şekilde) senaryo bile dahil olmak üzere karar alıcı konumlarda birden fazla insanın olması. senaryosunu genel olarak ercan mehmet erdem yazmıştır ancak her on bölümde bir eser sahibi olan emrah serbes de ercan mehmet erdem'e katılmıştır. yönetmenlik koltuğunda da en fazla bölümü doğan ümit karaca vardır ama bazı bölümleri serdar akar (serdar akar aynı zamanda genel yönetmendir) ve zekeriya kurtuluş yönetmiştir. bir bölümde de yönetmenliği mustafa altıoklar yapmıştır.
böyle bir yapının, bölüm sonlarında yönetmen ..., senarist .... diye isim yazmasını sadece adı konulması için yaptığını, genel itibariyle ekip olarak sürekli birbirlerini beslediklerini, her bölümün bir 'blend' olduğunu ve benzersiz tadının bu sayede hep yüksek çizgide kaldığını düşünüyorum.
bu dizi aslında hayatların sıradan yaşantısıdır. polisiye falan değildir, polis mesleğine sahip insanların merkezinde, hayatın ve gelişen olayların süregelmesidir. aslında her şey duygulardır, psikolojidir, insanın basitliğidir; anlamlandırmanın, idefikslerin, doğrunun, yanlışın, kötünün, iyinin, güzelin, çirkinin, zenginliğin, yoksulluğun, yüceltilenlerin, yerilenlerin, zalimliğin, acımasızlığın, inkarın, inancın, adaletin, otoritenin, hatta ve hatta sevginin dahi varlığının, saflığının, gerçekliğinin, gerekliliğinin sorgulanmasıdır; toplumun, medeniyetin hatta ve hatta yaşamın sorgulanmasıdır.. varoluşu didik didik ederken felsefenin beyhudeliğine göz kırpmadır, filtresiz bira bardağı tokuşturmadır! gerçekten var olup olunmadığının cevabını hayalet'in giydiği gömlekle, harun'un sorguda cips yemesiyle, amirin tespihi ile uyumasıyla sürekli değiştirerek, yine o aynı soruyu esra'nın beklenmedik gülüşüyle, akbaba'nın duvara yapıştırdığı gazete küpürleriyle, şevket'in dur durak dinlemeyen tez canlılığıyla her seferinde sorabilmektir.
neşet ertaş çalar hiç göze batmadan, fark etmeden içiniz dolar, eski ayakkabılar giyilir konusu geçer, ertesi gün sabah ayakkabınızı giyerken eski olduğunu umursamazsınız, ekip olarak aspavada ssk yerler ziyafet niyetine sonra gidip operasyonu tamamlayıp devlet içindeki yapılanmalara darbe vururlar sıradan iş günlerinde ama sonra bir şekilde örtbas edilir yaptıklarının efektleri, o zaman beyhudelik sorgulanır, evlerine dönerlerken o gri hyundai'lerle arabanın içinin kokusunu bilirsiniz siz de, kapısının kapatıldığındaki sesi, böyle yine içine çeker dizi sanki bizler de onlarla oynuyormuşuz gibi; evin içinde koltuğa yayılırlar televizyonun karşısında tıpkı o an sizin de öyle izlediğiniz şekilde, aynaya bakıyormuş gibi olursunuz.
akbaba "ben cinayet oldum" der, benliğinden vazgeçip hayatını işine adamışlığını haykırır, aynı akbaba'yı harun emniyet genel müdürünün teftişinde "o benim amcamın oğlu" diye tanıtır kılıksızlığı mesele olmasın diye, sevginin aşktan önde olup olmadığını anlamak için bölümler boyunca kadınlara odaklanıp düşündürtür, sonra bir kadın çıkıp bu güne değin gördüğüm, duyduğum en mükemmel cümleyi kurar:
-- spoiler --
der. (ki bunu amirim başka bir kadına daha önce demiştir).
yüzlerce kilometre öteden o mükemmel kadının dudaklarına dokunabildiğimi hissettirir bana.
ben böyle hissederken aslında bu dizide yüceltilen hiç
bir
şey
yoktur... ironi değil, tam olarak böyledir. akıp gider zaman, bu muazzam şeyler sıradanlaşır olaylar devam ettikçe. tıpkı hayat gibi. İşte bu, dizinin en iyisi olmasının sebebidir.
- 4530, merkez! diye anons geçilmesi aklımıza kazınmıştır artık ama harun'un
-- spoiler --
diye haykırmasında, "kodun ne senin?" anonsuna harun'la beraber aynı şekilde cevap verilir.. ki o harun mankafanın önde gidenidir oysa.
en sevdiğim, hayalet; "başım döndü ya la" dediği anda benim kursağımda kalır içtiğim. akbaboş'un evinde evinden getirdiği yegane eşyası olan radyoyu kucağında ayarlarken, küçüklüğümde o radyonun aynısında ben de istasyonlar arasında şarkı aradığım zamanlara giderim, kendime geldiğimde gelmişine geçmişine saydırırım dünyanın. baştan sona sürekli zamirler vardır, "şu hasan'ın adersini versene", "bu hakan dün ofiste miydi?", "o hikmet dün evinde yokmuş amirim", "senin bu sevgilin, erkan, senin arabanı almış", "eda bak bakalım şu ömer nerede çalışıyormuş" diye konuşulur, la demek lan demek değildir, lan'ın kibarcasıdır la. gerçek hayatta 'nasılsın?' diye soranlara 'saçma sapan konuşma la' dersiniz, karşınızdaki hiç yadırgamaz mesela bu kadar iliğimizdedir replikleri. telefonu açarken 'heeeeee' diye hönkürseniz kimse garipsemez.
böyle böyle dizi olmaktan çıkıp herkese bir yerinden, her yerden dokunarak; işte akbaba'nın dediği gibi biz biz olmaktan çıkıp dizinin ta kendisi oluyoruz ekran yok oluyor aramızda.
bu subjektiflikten uzakta söyleyeceğim, senaryonun vurucu kısımları (zirve kısımları), özellikle behzat amirin psikolojik durumunu belirliyor git gide; -spoiler vermemek adına yazamıyorum tam, ne pis bir durum bu!!- çok mantıklı, doğru bir halde evriliyor, bu kişilik yapısının tüm getirileri cuk oturuyor, yine gerçekçiliğinden hiç ödün vermeden devam ediyor her şey.
Bambaşkalık...
sokaktaki insanlar dizide aktif rol alıyorlar. rol yaptıkları kabak gibi belli olurken hiç sırıtmıyor ama. bir zaman sonra dizideki basitlik bir çeşit zırha dönüşüyor, bölümlerde geçen polisiye serüven (ve "figüranlar") hiç önem taşımıyorlar, asıl konu ve asıl karakterler ile birlikte biz sahnedeyiz zaten.
çekim teknikleri oldukça basit, herhangi bir estetik kaygı içinde olmadan ve tahminen daha duygusal sahnelerde üçlü çekim tekniğini kullanıyorlar. çabasızlığın güzelliği diyerek çok özetle tarif edebilirim. pilli bebek'in şarkıları ile çok alternatif arayışlara girmeden bunca bölümü bitirmek de büyük bir iş. hatta pilli bebek şöhretinin büyük bölümünü diziye borçlu.
normalde sevmeyeceğim behzat'a amirim diye hitap ettirmeyi başarıyor nihayetinde; amirim diyorum, 'al beni de aranıza, en eski aselsan telsizi ver, kodu modu fark etmez, hyundai de arka koltukta otururum, su tabancası verin önemli değil, alın beni de. sabahın beşinden gece siyahının dibine, topyekun alayının içinden geçelim! konuşmayın lan benimle o da olur! Fark etmez. her şeye varım' diyorum şu halimde belki üçüncü kez yine izlerken.
behzat ç öyle büyük bir fenomendir ki içinde barındırdığı tüm oyuncuların da üzerine çıkmıştır. Artık erdal yoktur, fatih yoktur, inanç yoktur, berkan yoktur, berke yoktur, ege yoktur, canan yoktur; hiç biri yoktur.
akbaboş var
hayalet var
behzat var
harun var
esra var
şevket var.
kitap uyarlamaları (sinema veya televizyon dizileri) büyük çoğunlukla kitabın gölgesinde kalır, bütçesi ülke geliri kadar olan yapımlarda bile bu durumu aşmak zordur ama behzat ç'de canon fotoğraf makinası ile çekilen sahnelerin olduğu televizyon dizisinde tam tersi olmuştur; fenomen gördüklerimizdir, kitap senaryodan halliceye dönmüştür. aslının romanının olduğunu çoğu insan sonradan öğrenmiştir.
misal kurtlar vadisi dizisi için ülkemizde izlenme yoğunluğu, sevilme vs gibi konularda bir önceki paragrafta yazdıklarıma karşı söylenebilecek şeyler olduğunu düşünürseniz eğer vereceğim cevap şudur: behzat ç'yi kendi gerçekliğini sorgulamadan izleyen diziyi izlememiş sayılır bence. ikisinin arasındaki devasa fark budur. ölen dizi karakteri için gıyabi cenaze namazı kılınması ile aradaki fark da budur.
elimde telsiz, bir aşağı bir yukarı dıt dıt dıt diye koşturup dururken hayatın a. koydum ben ekranın diğer tarafında.
saçma sapan konuşurum, çünkü ismet diye biri yok burada!!