bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
15 ekim
tam yedi günlük yıllık iznimin bitmesine son iki gün kalmıştı. bir hafta boyunca hem annemle ilgilenirken hem de karavan için aracın yapılması gereken işlerini halletmeye çalışıyordum. niyetim kapadokya'ya gidebilmekti ancak annemin durumu ağırlaşınca evden pek çıkamaz olmuştum. sürekli altı değişecek, yaralarına pansuman yapılacak, yemeği hazırlanacaktı. yine bir sabah zar zor yemek püresini yedirmeye çalışırken "internetten biriyle tanıştım. İki haftadır konuşuyoruz. Kafalarımız aynı. Onu görmeye istanbul'a giebilirim." dedim. "Beni düşünme, git kızım. Onun bunun dediğine de bakma. Git, gör kimmiş bakalım. Mutlu dönersin inşallah." deyince ben de 16 ekim cuma günün sabahına hazırlandım. sabah 6'da trene binecek ertesi günü de erkenden dönecektim. ne olduysa ondan sonra oldu.
gün tenhaydı. yatak biraz daha deri kokuyordu. odanın içi ıslak, insanın yüzüne yüzüne yapışıyordu. Gittikçe beyaza kesen gözleri, ışığı körleştiriyordu. Yıllardır ne biriktirmişse dışarı dışarı püskürtüyordu. Kanla, kusmukla, dışkıyla... her püskürtmede hafifliyordu sanki. Her kanamada inceliyordu, sızım sızım. Gece 4'e kadar klozet üstünde sessizliğe tutunuyorduk. iki saat sonra da trene binecektim. Son bir nefesle yatağa taşımış ardından duş alıp sırt çantamı hazırlayıp kapıyı örtüp çıkmıştım. giderken söylediği her bir sözcüğünü alıp iliştirdim üşüyen yerlerime. sabahın serinliği saçlarımın arasında yuvalanırken istanbul'a varmıştım çoktan.
benim istanbul'a geleceğimi biliyordu. Ondan öncesinde 2 gün boyunca hiç konuşmamıştık. Buluşma saatimizin son anında yazmıştı. gelmesini beklerken sürttüğüm ara sokaklarda dolaştım, oturdum yemeğimi yedim. insanların yüzlerine yarım yamalak bakıp geri kalan boşluklara hikâyeler yazdım. kalabalığın ceviz kabuğuna hayran kalıp bu kabuğun içine lehimli uçurumu seyrettim. geç olsun güç olmasın derken bir daraltı geldi göğsümün kemiklerini sıyıra sıyıra oturdu lonk diye. duyacağım şeyden korktuğum için annemi de aramıyorum.
buluştuk. oturduk. durula durula konuştuk. arkadaşı geldi. lonk diye oturan daraltı döndü dolaştı ağzımı mıhladı. konuşamadım. kâh ikisi konuştu ben dinledim. kâh ben konuştum onlar dinledi. yine de masamızın ortasından pis pis suratımıza sırıtan o sessizlik koyulaştı da koyulaştı. akşam oldu. geçtik. pencere kenarında verdim gözümü şaraba dayadım ağzımı sigaraya. vakit geçsin diye diye sabahı öldürdüm. detayları yutuyorum. hatırlamak istemiyorum çünkü. sadece iskeletini geçiyorum. o da kırılıp verse de hepten çıkıp gitse yeryüzümden. hay nezaketime sıçayım. ne vardı da hayır deseydim!
eve geldim. evin bütün pencereleri açık bırakılmış. bir kış soğuğu diyeceğim ancak bu soğuk başka bir soğuk. hemen annemin odasına koşuyorum yok. diğer odalara bakıyorum yok. annemi arıyorum açmıyor. yengelerimi arıyorum açmıyor. teyzelerimi arıyorum açmıyorlar. pencereleri örtmeden, montumu çıkarıp o soğuğun gelip içimdeki daraltıyı söküşünü seyrede seyrede oturdum. bütün cinsiyetli küfürleri toplayıp ağzıma tükürdüm. gittin gittin. gittin de gördün mü cehennemin abasını. tekrar aradığımda hastaneye kaldırıldığını yoğun bakımda olduğunu öğrendim.
ertesi gün hastaneye gittiğimden günden bu güne kadar hastanede kaldık. bir ayı geçti neredeyse. kâh iyi olacak kâh gayri derken günler eridi böğrümüzde. pencereye yapışmış şehrin ışıklarına bakarken bir de mektup yazmıştım anneme. kendisine verir miyim bilmiyorum. okuma fırsatı olur mu onu da bilmiyorum. belki bir gün diyerek buraya bırakıyorum. Bırakıyorum ki geri dönebilme gücüm olsun. hatta velvele'ye de gönderdim yayımlasınlar diye. yayımlarlar mı onu da bilmiyorum. istanbul mu ıhı...
******
anneme mektup,
Bir pazar günü sonsuza kadar kafese sıkıştırılmış yüreğimin ağrısına kabuk bağlarken sana bir soru sormuştum. Verdiğin yanıt beni öyle büyütüyordu ki, kirletilmiş tüm hisleri yıkıyor, yoksullaşmış manaları yeniden zenginleştiriyordu. "Buna değmem." demiştim. Sevilmeye değmem.
"Bir gün söylediklerime inanacaksın." deyip koltuğa uzanmıştın. Kumandan yanı başında, gözlüklerin boynunda asılıydı. Ne zaman için yorulsa gözlerin kırışırdı TV karşısında. Anlardım. Bir şeyler düşündüğünü.
Söylediklerine inanmak için hep iyi ve güzel şeylerin peşinde sürükledim kendimi. Kurduğum cümlelerimin karnında büyüttüğüm umutlar, gelecek makasının ağzında kesildiler. Hesapsız zamanlarda. Uykuya çökmüştü ikimizin de bildiği manalar.
Yine de sana inanmak için tüm yeryüzü uğursuzluklarına direndim. Dilim şişti. Gözüm küstü. Kulağım sustu. Yüzüm artık bir oyuğun boşluğuna yuvaydı. Yine de sana inanmak için bir sabah heyecanımı bölüşmüştüm seninle.
Bir yanım ormanlaşırken bir yanım kuruyordu.
Gözlerindeki kırışıklık nasıl da canlanmıştı. Bedenin yatağına çukur olurken dudaklarının kenarındaki gülümsemeni salmıştın. Toprağında aradığın can, senden biraz daha uzaklaştığı zamanlarda bile gönlümü sıvazlayıp "Git, kızım." demiştin. "Öncekileri unut, ardından gelecek olanlara inan. İnanmalarını büyüt ki kendini kaybetmeyesin."
Gideceğim yol, tenhaydı. Bozkırdı. Geceydi. Hafif kızarmış göğdü. Aç karnına çekilmiş küldü. Ağızda tohumlanmış korkuydu. Bütün bunlara rağmen avucunu yüreğime tuttun. "Sen sevilmeye değersin." dediğinde yine inanmamıştım.
Dilimi damağımı kurutan, gözlerimi nereye koyacağımı bilemeden sabitleştiren, eklemlerimi sızlatan, ayaklarımı üşüten, kasıklarımı sancılaştıran o korkuyu bilmiyordun. Korktuğumun başıma geleceğini de. Sana inanmamak için dünya yeterince harcıyordu kendini.
Günlerdir yanı başında beklerken seni içime öğüttüm. Saatlerin sabah etmediği vakitlerde bile gideceğim yolu merak ettin. Heyecanlandın. Derinin morluğuyla ellerimi sevdin. Unuttuklarını sana hatırlatmak istedim. Benim tanıdığım yeryüzünün, senin bildiğinin çok uzağında olduğunu anlatmak istedim. Benim sana inanmadığım gibi sen de bu sözlerime inanmayacaktın.
Senin inandığın duyguları terk ettikleri bir çağın kanıtıyız. Gerçekten öyleydik anne. Duyguları terk eden bu çağın kanıtıydık. Hatırladığın her şeyin kaskatı kesildiği zamanın kalanıydık.
Cuma günü sabah dörde kadar hiç uyumamıştık. İçin biriken kanı dışarı atarken "Savaşmalısın." diyordun. "İnce ince eğil kendine. Sevgini diri tut. Mutlu dön, sen sevilmeye değersin kızım." dediğinde gözlerin artık boşluğa düşüyordu.
Yine haklı çıkmıştım, gittiğim yoldan. Kapıdan sana baktığımda hemen anlamıştın. Gözlerim pul pul dökülüyordu. Gırtlağıma yapışmış sözcüklerim rutubetleniyordu. Ayaklarım nemliydi. Ne kadar gizlesem de kendimi senden, kaçamadım. O günden sonra tek kelime edemedim. Ne sen sordun ne de ben anlattım. Hâlâ yanı başındayım. İkimiz de susa büyüyoruz. Bana "Savaşmalısın." diyordun ya, şimdi bunu söyleme sırası bende. Sana biraz daha inanmam için "Savaşmalısın." Zamanını çoğaltmalısın. Çoğal ki senin bildiğin yeryüzünde biraz daha kıvrılayım. Rahmine.
Gözlerini açtığında güzel yol hikâyelerimi dinleyeceğin zamanlar biriktiriyorum. Ve seninle tanıştıracağım kız arkadaşım olacakken pes etmek yok. Gitmek de. Bunun için bile o gün geldiğinde ikimiz de kalmış olalım bu dünyada. Tüm kahrına rağmen. İtliğine, kopukluğuna inat.
O gün geldiğinde "savaşmaya" devam etmiş olalım.
O gün geldiğinde ikimiz de kazanmış olalım. Tüm bunlar için şimdi ikimiz de savaşmalıyız.
Ankara / Onkoloji Hastanesi
Ekim 2020