led zeppelin i-ii ve the wall albümlerinin kasetlerini 1994 yılında hazırlığı yeni bitirmiş bir bebe olarak kadıköy'deki mephisto'dan aldığım ingiliz psyhedelicr/progressive rock grubu. pink floyd'u ve şarkılarını zaten '60'lar rock müzik dinleyicisi eniştem sayesinde biliyordum. led zeppelin'i de aynı okulda benden bir üst sınıfta okuyan üst komşumuzdan öğrenmiştim. hazırlık sınıfı bittikten sonra artık belli bir seviyede ingilizce bilmenin verdiği güvenle bir hafta çevirip çevirip bu dört kasedi dinlemiştim. şarkı sözlerini google'a yazıp hemen öğrenmenin mümkün olmadığı bir dönemde az da olsa anlayabilmek hoşuma gitmişti. sonra arkası çorap söküğü gibi geldi. grubun 1970-83 arasında yaptığı bütün albümlerin kasedini aldım. yalnız atom heart mother, obscured by clouds ve meddle albümlerini kasede çektirmiştim. o albümler türkiye'de mi yoktu, yoksa başka bir nedenle mi böyle bir şey yaptım? hatırlamıyorum.
jethro tull ve creedence clearwater reviaval'la beraber en sevdiğim üç rock grubu olmasına rağmen syd barrett'in önderlik ettiği baskın psychedelic dönemin albümlerinin hiçbirini merak edip dinlemedim. 1970-83 dönemi albümlerinin ise neredeyse bütün şarkılarını ezbere bilirim. bu 1973-79 yılları arasındaki kısa sürede yapılan dört konsept albümün rock müzik tarihinin doruk noktalarından olduğunu düşünüyorum. işin ilginç yanı çoğu müzik yazarlarının ve müzikseverin daha iyi olduğu konusunda oybirliği içinde oldukları the dark side of the moon ve the wall albümlerine göre wish you were ve animals albümlerini daha fazla seviyorum. bunda iki albümdeki parçaların daha doğrudan politik mesajlar içermesi, grubun eski lideri syd barrett için yazılmış shine on you crazy diamond ve wish you were here gibi bir dost için yazılabilecek en güzel parçaların olmasının payı büyük.
1973 tarihli "dark side"; zaman, yaşam, ölüm, delilik, açgözlülük ve tüketim çılgınlığı gibi temaları merkeze alan çok önemli bir düşünce albümüdür. 1975 tarihli wish you were here ise müzik endüstrisinin ağır eleştirisini ve syd barrett'a adanan şarkıları içeren başka bir konsept albümdür. bu çalışmayı politik bir alegori olarak da değerlendirilebilecek 1977 tarihli animals albümü izledi. 1979'da ise izolasyon ve terkedilme temalı, hem müzikal anlamda hem de şarkı sözleri açısından bir başka muhteşem konsept albüm the wall piyasaya çıktı. roger waters albümün kaydedilmesinden önce gruba iki demo sunmuş ve sonradan the wall'a dönüşecek olan bricks in the wall'un albüm haline getirilmesi kabul görmüştür. diğer demo ise roger waters'ın gruptan ayrılmadan önce solo olarak kaydettiği pros and cons of hitchiking albümü haline gelmiştir.
roger waters'ın babasına adadığı ve en kişisel çalışmalarından biri olan the final cut'ın pink floyd albümü olarak yayımlanması da hayli ilginç. the wall'un, diğer grup üyeleri tarafından, özellikle david gilmour, bir pink floyd albümünde olması için zayıf bulduğu parçalardan oluşan, rick wright'ın ve nick mason'ın bunalım yaşadıkları bir döneme denk gelmesi nedeniyle klavye çalma konusunda sorun yaşayan wright'ın, waters tarafından kovulduğu, mason'ın davul çalmakta zorlandığı ve başka davulculardan yardım aldığı, birbirlerini görmek istemeyen grup üyeleri nedeniyle stüdyo kayıtlarının birlikte değil ayrı ayrı yapıldığı, waters ve diğer grup üyelerinin arasının iyice açıldığı bir albümdür. sert politik söylemi, savaş karşıtı içeriği(albümde hem ii. dünya savaşı'na hem de falkland adaları savaşı'na göndermeler mevcut) ve dönemin demir leydi lakaplı birleşik krallık başbakanı margaret thatcher'a doğrudan küfredilmesiyle öne çıkan albüm, bir parçada japonların gemi yapımı konusunda iyi olmaları yüzünden glasgow clyde'daki tersanelerin kapanmasını eleştirmesi ve onlar hakkında ikinci dünya savaşının saldırgan ve ırkçı "nip" ifadesini kullanması büyük tartışma yaratmıştı. hem annesi hem de babası büyük britanya komünist partisi üyesi olan waters'ın, emperyalist bir ülkenin örgütsüz ve milyoner solcu müzisyeni olarak(tanıma bak!) gidebileceği en ileri sınırı bu albüm oluşturur.
the final cut albümünün yayımlanmasından sonra, waters ve diğer grup üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar iki yıl daha sürmüş, kendi yaratıcılığı olmadan pink floyd'un var olamayacağını düşünen, diğerlerinin becerememesi nedeniyle kısa sürede geri çağrılmayı düşünerek, waters gruptan ayrılmış ama işler istediği gibi gitmemiş ve pink floyd yoluna waters olmadan devam edebilmiştir. grup üyeleri, pink floyd'un isim hakkı konusunda, birbirlerine davalar açmış ve konu ancak 1987 yılında nihai çözüme kavuşturulmuştur.
1987 yılında piyasaya sürülen a momentary lapse of reason, bana göre, 1970-1987 arasında grubun çıkardığı en vasat albümdür. psikolojik problemleri devam eden ve uzun süredir enstrüman çalmayan wright ve mason, albümde "doğru düzgün" çalamamışlardır. waters'ın grubun söz yazma konusundaki beyni olması olgusu bu albümdeki parçaların sözlerinin zayıflığıyla tescillenmiştir. bir sonraki stüdyo albümü 1994 tarihli the division bell ise hem müzikal olarak hem de şarkı sözleri bakımından çok daha iyi bir albümdür. bu albümde gilmour'un bazı şarkı sözlerini sonradan karısı olacak o zamanki sevgilisi romancı polly samson'la beraber yazması, waters tarafından hem alaya alınacak hem de grubun ruhuna aykırı olması sebebiyle çok sert bir biçimde eleştirilecektir.
söz yazımı konusunda waters'ın, müzisyenlik ve beste konusunda gilmour'un yetenekleri grubu, rock tarihinde çok ileri bir noktaya taşımıştır. bu işbölümünün bozulmasından sonra ne waters'ın solo çalışmaları ne de pink floyd'un albümleri, eski kusursuza yakın duruşunu yakalayabilmiştir.