bir noktada hayata ve anlam arayışına hakim olan dualizmi görmenin kendisi. bütün kararsızlıkların ötesinde varoluş kökünü görmek.
bu hayatta tepeden tırnağa edindiğimiz türlü bağımlılıkları, en genel anlamda tatminsizlik olgusunu bastırmak olarak yorumladıktan sonra bile arayışın bağımlısı olmak. böyle bir halde yaşamanın kendisi zaten yorgunluktur.
tarihteki her insan, mutlaka bir şeylere bağımlı olmuştur. burada bağımlılık, kök bir problem olarak karşımıza çıkar. bizler ise maddesel hayatımızın kümülatif akışını olumsuz etkileyecek olan, geneliyle insanlığın yaşamını tehdit edeceğini düşündüğümüz şeylere "bağımlılık" deriz. bu kategorileşme, en genel bağlamdaki dualizmin somut çıktısıdır.
dünya bazında felsefecilerin, filozofların, kitlelerce yeterli saygıyı görmemesi söz konusuyken, elon musk'ın "celebrity" olarak algılanması, bizlere "teknolojinin arzu edilirliği" hakkında fikir verir. gerçekten de anlaşılmamasına rağmen, insanlardaki sokrates, platon, demokritos, gibi isimlere karşı gelişen dinsel saygı; albert einstein, max planck, peter higgs, stephen hawking gibi isimlerin pozitif şöhretinden daha farklıdır. friedrich nietzsche ve kendisini derinden etkileyen baltasar gracian gibi isimlerin insanlarda yarattığı çarpık ama üstün edebiyatçı algısının kökeninde ise "düşünürlerin bağlamsal genişliği" vardır. bu şekilde, hayatın o tek noktasını yakalayabilme çabası etrafında şekillenen sanat doğar. bu yönden sanat, devasa keşif arzusunun ifadesidir. böyle bir eserdeki metnin bütününün kendisi, varoluşa bir başkaldırıdır.
örneğin bir ressamın, eserinde, en basitinden siyah ve beyazı ifade ederken, bu ifade edişinin gri çıktı vermesi, ancak amorf bir zihinle işlenebilir. fakat bu biçimsizlik hali için gereken refah bile, homo sapiens'in oluşumunu da teyit eden bir dualitedir. maddeyi aşkın, mütealidealarımız ile, maddesel varlığımız arasındaki "ilerlemeci bilimimiz" arasında sıkışıp kalmış durumdayız. kümülatif doğamıza aykırı, somut bir üretime dayanmayan, karın doyurmayan, geneliyle "arayış" ile sabit kalan bütün uğraşların kitlelerce samimi değer görmemesi ile; bütün bu arayış halinin "karın doyduktan sonra" ortaya çıkması; dünya veya evren tarihindeki üstün medeniyetlerin varlığıyla beraber, medeniyetlerin yok oluşu fikirlerinin en temelindeki diyalektik konusunun, esasen fermi paradoksuyla aynı kökte oluşan koca bir dualist kopyalar bütünü olarak karşımıza çıkar.
her şeyin teorisi ile bulunmaya çalışılan şeyde olduğu gibi, simülasyon teorisinin yanlışlanamazlığını görüp, bu yanlışlanamazlığının kendisini bile kanıt kabul eden ve dolayısıyla simülasyonda olduğumuzu düşünen bilim insanlarının oluşmasında, mitler, dinler ve destanlar arasında ortak bir bağ var. en kısa şekilde zihnimdekileri aktarmaya çalışırken bile, aklımda her daim dönüp duran devasa bir paradoksal ahenk veya tandemin paradoksu fikri var. bu iki tamlamadan hangi tamlamayı tercih etmeliyim, onu bile bilmiyorum. paradoksun anlamı olarak ifade edip geçiyorum en sonunda.
hayatı temel ihtiyaçlar dışında yalnızca arayış odaklı yaşamak, kollektivizmin gözlemcisi olmak, insanı amorf zihin yapısına sokarken; "kollektivizm" filminin oyuncularından olmak, tabiatın doğası gereği diğer oyuncularla etkileşime, bir nevi ilkelliğimize sebep oluyor. bu anlamda homo deus hayaliyle, homo sapiens'in varlığı bile bir çelişki.
ben ise hayatta hangi tavrı takınmam gerektiğini düşünmemle, ölçülülük prensibi ediniyorum bir şekilde. kanaatimce bu bağlamda bir ölçü, aynı zamanda idealdir. yani ideal algımızın "amorf" odakla geliştiğini kabul ederken, öte yandan bu "ölçü" ideasının gelişimini gözlemlemek için, zihin-beden bütünlüğünün maksimizasyonunu gerçekleştirebilmek gerekir. arkadaş edinmek, yemek yemek, cinsellik, topluluklarla var olmak; geneliyle deneyimin en saf hali, en derin duygularla da gerçekleşebilir; yaşamak.
bütün bu bağlamda deney ve gözlem algısını, yaşam ve gözlem olarak değiştiriyorum kendimce. kendimi de katıyorum denkleme. kurduğum denklem, "dahil olduğum denklem" oluyor; denklemlikten çıkıyor. varoluşun bütün yorgunluğu, kişisel başkaldırımı da anlamlandıran nihai bir yorgunluk çayına evriliyor.
nihayet; insanlara ve çevreme duyduğum her türden sevgi ve bağ, homo deus ile homo sapiens'in çelişkisi olmamalı. homo deus olabilirsek yahut zaten homo deus isek, bu bütünleyiciliği sağlayacak olan zihinsel evrimi de gösterebilmenin imkanlılığını düşünebilmek lazım. her an ve her bağlamda, en içten mizahları dile getirebilmek, kasvetin yanında neşeyi de görebilmek, en nihai iradeyle anlamı yaşamak gerekir. dostluk, sevgi ve şehveti yaşamanın gerekliliğini aforizmalarla da ifade etmek isterdim ancak facebook kitlesinin beğeni yağmuruna yakalanmak istememe refleksi var bende. düşünce dünyasına kazandırıyorum izninizle; reflex of facebook.
ama en önemli refleksim homo erectuslara karşı gelişiyor: caddede yürürken kekonun biriyle omuzlarımız hafifçe sürttüğünde, üstüme yürüyüp "hayırdır birader" dediği an, "sen hayırdır lan" moduna girmişliğim var. bu türün öyle bir etkileyicilik özelliği var ki, rakibini anında zihnen kendi düzlemine sokabiliyor. ya savaşacaksın, ya da kaçacaksın ama her türlü homo erectus oluyorsun. inanılmaz bi olay.
"türkiye'de erectusların yayılma politikası, dip dalga ve yaklaşan tehlike" konulu manifestomu yazmaya başlamadım henüz. yazıyı yazıp bitirene kadar "ne bakıyon kardeş," demeye hızla devam edeceklermiş; içeriden geldi bu bilgi. eseri kitap halinde yayınladığım an ise oradan oraya kaçışmaya başlayacaklarmış. kim bu kitabı tûr dağı'nın zirvesinde yer alan kayanın oyuğuna yerleştirirse, bundan böyle insanlar yorulmayacakmış. *