Taşra atmosferini karakterler üzerinden yansıtmakta o kadar başarılı ki hikayesini anlatırken kendimi olayın geçtiği kasabalarda gibi hissediyorum.
Bir de arada sanıyorum yayıncılar kitapları uzun bulup kısalttırmışlar ilk baskılarda. The stand önceleri 800 sayfa basılmış galiba, şimdi 1150 sayfalık ytong gibi bir roman. Aynı şey it ve yanılmıyorsam hayvan mezarlığı için de geçerli. Yani adam (bkz: özet geç piç) kavramının vücut bulmuş hali...
Neyse, bazen kitapları yarısından sonra hikayedeki gizemini kaybettiği için sıkıcı hale gelse de benim için, yarattığı atmosferin içine tüm benliğimi çekiyor; kendimi çiftlik evinin verandasındaki sallanan koltukta oturup geviş getirirken uzaklara bakan tulum giymiş hasır şapkalı çiftçi gibi hissediyorum...