1. ***AMERİKA’DA SEFERBERLİĞİN BİTİRİLMESİ VE MONTGOMERY GI BİLL YASASI***

    2. Dünya savaşının onca şiddeti ve onca can kaybına rağmen savaşa katılan devletlerden sadece ABD, ekonomik olarak gelişmişti. Savaş boyunca Avrupa ve Asya’da bulunan, miğfer ve müttefik ülkelerin toprakları neredeyse tamamen harap olmuş ve savaş sonrası sanayilerinin harap olmasından ötürü mali darboğaz ile karşı karşıya kalmıştı. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri, tam istihdam, yeni teknolojiler, bankacılık ve uluslararası ticarette hakimiyet ile birlikte en güçlü orduyla savaştan çıkmayı başarmış ve en önemlisi atom bombasına sahip olan tek millet olmuştu. Avrupa ve Asya yeniden yapılanma zorunluluğuyla ile karşı karşıya kalırken, ABD artık çabalarını Avrupa ve Asya'nın imarı ile birlikte ülke içindeki yapılaşma için inşaat sektörüne yoğunlaşabilirdi. Bu uygulamayla birlikte on yıl içinde, Amerikalıların çoğunluğu kendi evlerinin sahibi olacak ve dünyada imal edilen malların yarısından fazlası Amerika Birleşik Devletlerinde üretilecekti. Bu gelişme ile birlikte doğru ekonomik adımlar atan yönetim Amerikan Dolarını, İngiliz Sterlini yerine dünyanın her yerinde kullanılabilen para birimi haline getirdi. Böylelikle ABD şirketleri, tam bir globalleşme örneği göstererek dünyanın her yerine hızla yayıldı. Amerikalılar bu refahtan yararlandıkça, silahlı kuvvetlerin elinin altında bulunan askerlerinde terhis edilmesi gerekiyordu. Öte yandan Amerika’nın savaş sonrası ekonomisindeki kadının rolü ve yeni fırsat programları ile savaş zamanı ekonomik kontrollerinin barış çağında devam etmesi gibi bir dizi sorunda bulunmaktaydı.

    Amerika Birleşik Devletlerinin 1940 yılında hayata geçirdiği Lend Lease Act yasasına göre dünya çapında askeri üsler kurmuş olmasına rağmen, savaşın sonunda Japonya'nın teslimiyetini müteakip kuvvetlerinin büyüklüğünü hızlı bir şekilde azaltma kararı almıştı. Savaş zamanı 12 milyon erkek ve kadından oluşan ordu, 1947'nin sonuna kadar 1 milyon askere düşürülecekti. Bu gelişmelerle birlikte Amerika Birleşik Devletleri 1946'da Filipin adalarının bağımsızlığını da kabul etmişti. 1950 yılına gelindiğinde ise, ordunun mevcudu 600.000 kişiye kadar indirilmişti. Ordu içerisinde gerçekleşen bu hızlı terhis, askeri yetkililer ile işçiler ve fabrika sahipleri arasında büyük endişe yarattı. Bu askerlerin terhis edilerek evlerine yollanmaları üreticileri ciddi manada endişelendirmiş ve üretilen mallar için verdikleri siparişleri bir bir iptal etmeye başlamışlardı. Çünkü Amerika'nın savaş dönemi ekonomisi büyük ölçüde savunma harcamalarına dayanıyordu ve terhis de silahlı kuvvetlerde görev yapan 12 milyon Amerikalının çoğunun sivil hayata geri döneceği anlamına geliyordu. Peki hükümet tarafından alınan bu terhis kararıyla, sivil hayata geçecek bu insanlarla ilgili istihdam nasıl yaratılacaktı?

    Ekonomistler, savaşın bitmesiyle terhis olan bu insanların işgücüne ani akını karşısında, ülkenin büyük buhranın son yıllarına benzer bir işsizlik oranına yol açacağını tahmin etti. Bazı iktisatçılar ise bu tahminlerin kişisel tasarrufları ve tüketici ürünlerine yönelik aşırı gevşemiş talebi göz ardı ettiğine inanıyorlardı. Ayrıca ekonomistler Amerikalıların daha yüksek ücretler için daha uzun saatler çalışacaklarına ve maaşlarının yüksek bölümünü ülke tarihinde görülmemiş seviyede tasarruf edeceklerine işaret ediyordu. Bu öngörülerin gerçekleşmesi durumunda iç piyasada sunulan ürünlere talep azalacak ve üretimde yukarıda zikrettiğimiz şekilde daralmalar (işten çıkartma, fabrikaların kapanması) söz konusu olacaktı.

    Savaş zamanı Amerika’da bulunan fabrikaların çoğunun üretim şekilleri, dikiş makinesi yerine makineli tüfek veya otomobil yerine tank üretilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bunun sonucu olarak, Amerikalı aileler büyük buhranın yıkıcılığını hatırlayarak ve savaşın zorluklarını görerek paralarını tasarruf bonosu ve tasarruf hesaplarına yatırıyordu. Amerikalı çalışanlar savaş ekonomisinden doğan refah seviyesi sayesinde iyi ücretler alıyordu. Ancak alınan bu ücretlerin geri ekonomiye kazandırılarak piyasanın canlı tutulması gerekliliği de aşikardı. Dolayısıyla Amerikan ekonomi yöneticileri, bankalar, inşaat şirketleri ve otomobil üreticileri üzerinden halkın çalışmaları karşılığında aldıkları ücretleri ev veya araba sahibi olmaları yönünde teşvik etti. Bunun sonucu olarak inşaat şirketleri inşa ettikleri evleri veya fabrikaların ürettiği otomobilleri bankalar üzerinden uygun krediyle halka sunmaya başladı. Çalışan kesim ise savaş sırasında yöneldikleri tasarruf hesaplarından çıkarak ev veya araba sahibi olmaya başladı. Bu furya sadece bununla kalmayıp tüm tüketim mallarına hızlı şekilde yayıldı. Kısaca kapitalizm çalışan insanlara emeği karşılığında verdiği parayı mal karşılığında geri almaya başladı.

    Ayrıca işsizliğin artmamasının nedenlerinden biri, 1944 yılında Amerikan Kongresi tarafından kabul edilen ve terhis olan askerlerle ilgili düzenlemeyi içeren ''MONTGOMERY GI BİLL'' yasası idi. Bu yasanın çıkmasında Amerikan Muharip Gazi Derneklerinin, kongre içerisinde ahlaki çözüm ve ekonomik çıkarları için lobi oluşturması da etkili olmuştu. Bu gazi dernekleri lobi çalışmalarında özellikle Birinci Dünya savaşından sonra terhis olarak işsiz kalan askerleri kongreye hatırlattılar. Bunun sonucu olarak kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere ek ücretler verilmesi yönünde gerçekleşti. Böylece kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere bir yıla kadar haftada 20 $'lık mütevazı işsizlik ücreti verilmeye başlandı. Ancak bu yasa iç piyasanın hareketlenmesine neden olmadı. Çünkü milyonlarca gazi aldıkları işsizlik ücretlerini iç piyasada satılan ürünleri almak için kullanmadı. Ayrıca bu gazilerin fabrikalara iş başvurusu yapmaları Amerikan iş gücü piyasasında felakete neden oldu. Hükümet ise işsizlik sorununa hızlı bir tepki olarak, kolej veya mesleki eğitim kuruluşlarına dönen gazilere iş olanakları veya eğitim olanakları sağlaması için kongreye çağrıda bulundu.

    Kongrenin çıkarttığı yeni yasa ile 6 milyondan fazla gazi, kolej veya teknik okullardaki harç, okul kitapları ve mütevazi bir yaşam ödeneğinden yararlanmaya başladı. Yasaların çıkmasıyla, gazilerin elde ettiği bu gelirleri karşılamak için hukuki anlamda ABD’nin üniversite sistemin de devrim yapılmış oldu. Normalde bu yasalar çıkmamış olsaydı gazilerin çoğunluğu, koleje gitme şansına sahip olamayacaktı. Çünkü bu insanlar zengin ve üst-orta sınıf ailelerin çocukları değildi. Ayrıca evli olan gazilerin Gı Bill yasasıyla, konut almaları da kolaylaştırılmıştı. Gı bill yasası sayesinde savaş öncesi ve savaş sırasında yükseköğretim kurumlarında oluşmaya başlayan kadın egemenliği de yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Çünkü terhis olan birliklerde bulunan kadınların erkeklere olanı sadece yüzde 3'ünü temsil ediyordu. Bu dönüşümden ötürü binlerce erkek gazinin yükseköğretim kurumlarında bulunması daha önce oluşan kadın çoğunluğun azalmasına ve bu okullarda bulunan kadın ile erkeklerin viktoria dönemi cinsiyet oranlarına geri döndüğü görülmüştü.

    Eğitim yardımları alanların yarısından fazlası teknik okullara devam ederken, koleje giden gazi sayısı da aynı derecede çoğalmıştı. 1947'de, üniversite öğrencilerinin yaklaşık yarısını gaziler oluşturuyordu ve michigan üniversitesi gibi okullar gazilere kapılarını açmadan önce 10,000 öğrenciyi bünyesinde barındırırken gaziler geldikten sonra bu sayı 3 katını bulmuş ve 30.000 öğrenciyi aşmıştı. Bu gazilerin çoğu, okulda aldıkları notlar ve derecelerle iş piyasasında daha rekabetçi olabileceklerini umuyordu. Bu da kolejlerin geleneksel ve liberal yöntemlerle eğitim verilmesi yerine, kariyer odaklı programlar oluşturma konusunda eğitim verilmesi konusunu gözden geçirmelerine yol açtı. Ancak akademik kurumların başındaki birçok kişi, bu değişikliklerin güçlü analitik ve iletişim becerilerine sahip çok yönlü mezunlar yetiştirme gibi misyonlarının aksamasına yol açmasından korkuyordu.

    Eleştirmenlerin diğer bir korkusu ise gazilikten gelen öğrenci akınının akademik eğitim düzeyinde bir azalmaya yol açabileceğinden endişelenmeleriydi. Bununla birlikte, Kolejler öğrenci sirkülasyonunu karşılamak için yeni öğretim üyelerini işe almaya başladıkça, akademik eğitim veren öğretmenlerin okullara kabul standartlarının da düşmesinden endişe ediliyordu. Örneğin, California eyaletindeki eğitim sisteminde bulunan kolejler, sadece 1946'da 8000 öğretmenden, 13.000 öğretmene kadar çıkmıştı. Bu rakamda önceki döneme göre eğitmen sayısının neredeyse iki katına çıktığını gösteriyordu. Bununla birlikte, “müfredatı sadeleştirme” konusundaki endişeler, gazilerin diğer öğrenciler tarafından ‘’ortalama yükselticiler’’ (average raisers) olarak adlandırılmalarına ve diğer öğrenciler tarafından iyi performans gösteremeyecekleri kaygısına neden oldu. Çoğu üniversite personeli ise gazilere, kolej eğitiminin daha önceden bu okullara gidecek varlıklarının olmamasından ötürü, şimdi bu kolejlerin gazilere daha erişilebilir hale gelebileceğini düşünerek, gazilere verilen bu fırsatı memnuniyetle karşıladı. Belki de en önemlisi, Gı Bill yasası sayesinde abd işgücünün, eğitim seviyesinde çarpıcı bir artışa yol açtığı görüldü ve bu durumda iş yerlerinin çalışanlarından daha yüksek verimlilik almasına yol açtı.

    Ayrıca Gı Bill yasası kapsamında 2 milyondan fazla gazi ev kredisi programlarından yararlanmıştır. Bu yasayla birlikte, diğer federal konut kredisi teminat programları sayesinde milyonlarca Amerikalı aile savaş sonrası dönemde kent merkezlerinde kiracı olarak yaşamak yerine, kentlerin banliyölerinde ev sahibi oldular. Gı Bill yasası, ırk ya da etnisiteyi ayırt etmiyordu. Ancak 1940'ların Amerika’sında, beyaz olmayan gazilerin programa ulaşmaları ve programı kullanmaları bir hayli zordu. Siyah, Latin veya Asya kökenli kesimlerden ev sahibi olmak isteyenler ‘’yeni sözleşme’’ (new deal) programları ile kredi kullanmasını engelleyen ve kısıtlayıcı sözleşmeler yüzünden gı bill yasasının faydalarından yararlanamıyordu. Bununla birlikte Büyük şehirlerde, siyah emlakçılar ve mortgage şirketleri, beyaz olmayan gazilerin ihtiyaçlarını karşılamaya başlamıştı, ancak bu işletmeler bile gazilerin, her zaman siyah mahallelerdeki boş evler dışında diğer mahallelerdeki evleri satın almasına yardım edemedi. Bununla birlikte Diğer etnik kökenli grupların üyeleri de “beyaz” mahallelerde konut bulma konusunda benzer zorluklarla karşılaşmışlardı. Sonuç olarak, savaş sonrası dönemde etnik mahalleler ve siyah mahalleler genişlerken, banliyölerde yeni inşa edilen konutlar ise beyaz toplum tarafından doldurulmuş oldu. Bundan ötürü toplum içerisindeki Komşu seçimleri toplumun yapısından dolayı bireysel ayrımcılıktan ortaya çıktı. Ancak bu süreç hiçbir zaman organik olarak devam etmedi ve ilerleyen dönemlerde etnik ayrımcılığın görece olarak azalmasıyla siyah ve diğer etnik kökenliler banliyölere yavaş yavaş yerleşmeye başladı. Aslında o dönemde Ülke genelindeki inşaat firmaları da bu ırksal ayrımcılığa çanak tutmuştu. İnşaat firmaları banliyölerde oluşturacakları konutların satışında ırksal ayrımı zorunlu kılıyor ve yeni inşa edecekleri banliyö konutlarının sadece “beyazlar” tarafından alınması için çeşitli promosyonlar uyguluyorlardı.

    ***NÜKLEER ÇAĞIN BAŞLANGICI***

    Amerikalılar, atom bombası teknolojisinin tek sahibi olmanın getirdiği güç tekelinden her daim yararlanmaya çalışmıştı. Ama aynı zamanda Sovyetler Birliği ve diğer önde gelen ulusların yakında nükleer yeteneklere kavuşacağını da kabul ediyorlardı. Sonuç olarak, pek çok siyasetçi ve bilim adamı, Birleşmiş Milletler veya başka bir uluslararası örgütün atom bombalarının gelişimini düzenlemesi gerektiği konusunda düşüncelere sahipti. Aynı zamanda, böyle bir kurumun oluşturulması, ABD gibi önde gelen ve bilimsel gelişime açık ulusların elindeki seçeneklerin kısıtlanmasına neden olabilirdi. Ek olarak, atom bombasına sahip ülkelerin böyle bir oluşumla üye olacakları kurumun atom bombasının tür ve sayılarına ilişkin sınırlamaları, diğer devletlere ve anlaşmaları gizlice ihlal edenlere fırsat sağlayabileceği düşünülüyordu. Ancak konu olan bu örgüt oluşmadan önce, Sovyetler Birliği, Ağustos 1949'da ilk atom bombasını başarılı bir şekilde test ederek dünyayı şaşırtmıştı. Bu, ABD’li bilim adamlarının tahmin ettiğinden birkaç yıl önce olduğu için, birçok kişi Kremlin’in bir şekilde Amerika’nın atomik sırlarını ele geçirdiğini düşünüyordu ve bu tahminlerinde de haksız değillerdi.

    Amerikalılar, Sovyetlerin ABD genelinde faaliyet gösteren casuslarının olduğunun farkındaydı. 1948 yılında dışişleri bakanlığında görevli olan Alger Hiss, Washington'daki komünist bir yeraltı örgütünün kuryesi olduğunu öne süren savcı Whittaker Chambers tarafından 2. Dünya Savaşından önce aynı örgütün üyesi olmakla suçladı ve Hiss'in daktilosunda yazılmış Dışişleri Bakanlığı belgelerini soruşturma komitesine sundu. Ayrıca kendi çiftliğinde bir balkabağı içine saklanmış belge mikrofilmlerine ("Pumpkin Papers"-"balkabağı belgeleri") federal ajanların el koymasını sağladı. Chambers'ın iddiasına göre belgeleri kendisine Hiss vermişti. Hiss, önce Amerika'ya Karşı Etkinlikler Komitesinde kendisine karşı ileri sürülen suçlamaları reddetti. Chambers aynı iddiaları yasama gizliliği olan komitenin dışında da tekrarlayınca, Hiss tazminat davası açtı. Komite 6 Aralık 1948'de Chambers'ın yeminli ifadesini yayımladı. Buna göre Hiss, bir Sovyet ajanına iletilmek üzere Dışişleri Bakanlığı'na ait bazı gizli belgeleri Chambers'a vermiştir. Hiss suçlamayı "kayıtsız şartsız" reddetti. Davayı kovuşturan federal büyük jüri hem Hiss'in hem de Chambers'ın yeminli ifadelerini aldı. 15 Aralık'ta Hiss hakkında iki konuda yalan yere yemin etmekten dava açıldı: Birincisi, Chambers'a herhangi bir belge verdiğini reddetmiş, ikincisi de 1 Ocak 1937'den sonra Chambers'la hiç görüşmediğini söylemişti. 1949'daki ilk mahkemesinin sonunda jüri oybirliği sağlayamadı. 1950'de sona eren ikinci mahkemesinde ise suçlu bulundu ve 5 yıllık hapse mahkum oldu.

    Aynı şekilde Ethel Greenglass Rosenberg ve eşi Julius Rosenberg çifti de Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi (CPUSA) üyesiydiler. Çift, Ethel Rosenberg'in kardeşi David Greenglass'ın çalıştığı New Mexico'daki araştırma merkezinden edindikleri nükleer silah sırlarını Rus ajanlara ileten casuslar olarak suçlanmışlardı. İdam kararına Amerikan kamuoyuyla birlikte, bütün dünya tepki gösterdi. Amerikan yetkilileri "yalan söyledik" diye ifade verin idamınızı 30 yıla hapis cezasına indirelim diye teklif götürmüş fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmedi. Sanıklar, her yapılan teklife yalan söylemediklerini ifade ederek karşılık vermiştir. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindeydi ancak bu da reddedildi. Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirildi. İdamlarının 18 Haziran tarihinde gerçekleştirileceğinin bildirilmesi üzerine çift, 18 Haziran'ın evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek idamı 19 Haziran tarihine aldırdı. Çift son kez elektrikli sandalyede bir araya getirildi ve idamları yan yana gerçekleştirildi. Birçokları için, suçlarının doğası cezalandırmayı garanti ederken, çiftin Amerikan Komünist Partisine üyeliği, komünistlerin savaş sonrası zulmünü onaylıyordu. Diğerleri için, Rosenberg ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişki belirsizdi ve vatana ihanet suçu abartılı bir yaklaşımdı. Bazıları için hükümet, bu küçük figürlerin suçlarını soğuk savaştaki eylemlerini haklı çıkarmak için abartmıştı. Julius rosenberg idam kararından sonra avukatına;

    “Ölüm cezası şaşırtıcı değil. Çünkü bir Rosenberg vakası olmalıydı. Amerika'da Kore savaşını Amerikan halkına kabul ettirebilmek için bu tür histerilerin yoğunlaşması gerekiyordu.” diyecekti.

    Başkan Truman’ın, Sovyetlerin başarıyla gerçekleştirdiği atom bombası denemelerine karşı misillemesi atom bombasından daha güçlü ve yıkıcı olan hidrojen bombasını geliştirme planlarını açıklayarak oldu. Amerikalı fizikçiler, orijinal atom bombasının ilk başarılı testinden sonra çoklu-aşamalı silahların gizlice keşfedilmesine yönelmişti. Sovyetler birliğinin bu silahı ABD’den önce yapması durumunda, bombanın Amerika üzerinde gerçekleşebilecek yıkıcı gücünden bilim insanları bir hayli çekiniyordu. Yapılan çalışmalar neticesinde, bilim adamları ilk hidrojen bombası denemesini 1952 yılının kasım ayında güney Pasifik’te Sovyetlerden önce gerçekleştirdiğinde, 160 metre derinliğinde bir hayli büyük bir krater oluştuğunu gördüler. Sovyetler birliği ise ağustos 1953'te kendi başarılı testiyle Amerikalılara karşılık verdi. Bu denemenin ardından Amerika Birleşik Devletleri Pasifik'teki Bikini Atolü'ne atılan bir hidrojen bombası ile Sovyetlere karşılık verdi. Bu denemeler dünyada yeni bir çağın (nükleer çağ) habercisiydi. Bu yeniçağ, yıkıcılığı ve caydırıcılığı olan bu silahların çağıydı.

    ABD’li askeri stratejistler, güçlü yeni silahlarının etkilerini her daim tartışmaktaydı. Bu tartışmalarda, Hidrojen bombasının müthiş yıkıcılığının savaşlarda kullanılmasına karşı kendi caydırıcılığını yarattığı konusunda herkes hemfikirdi. Teorisyenler, büyük bir nükleer cephanelik kurarak ABD’nin, ‘’karşılıklı güvence tahribatı’’ (Mutually Assured Destruction / MAD) olarak bilinen bir teori aracılığıyla nükleer saldırıya karşı, Amerika’nın nispeten güvence altına alınabileceğini öne sürdü. karşılıklı güvence tahribatı’nın ardındaki düşünce, bir ya da daha fazla ulusun birbirini yok etme yeteneğine sahip olması ve bir saldırı durumunda bu silahları üretmeye ve kullanmaya tamamen bağlı olmaları neticesinde, hiçbirinin diğerine saldırmayacağı varsayımıydı. Sonuç olarak, her iki ulusun karşılıklı güvence tahribatı doktrinine bağlı olarak çok sayıda nükleer cephanelik bulundurması neticesinde, kendi caydırıcılıklarını sağladığı, dolayısıyla bu caydırıcılığın kendi savunmalarına katkı sağladığı fikri açığa çıkmaktaydı. Bu fikir ve doktrinin, tüm soğuk savaş süresince, hatta günümüzde dahi geçerliliğini koruduğu aşikardır.

    Amerikalılar, caydırıcılık hakkındaki teorilerinin aşırı iyimser olduğunu kanıtlamak için, kendilerini korumanın yolları ile ilgili olarak da çalışmalar yapıyordu. Federal Sivil Savunma İdaresi, Amerika'nın muhtemel tehditleri tespit etme yöntemlerini incelemek ve kısmen de Amerikalıların hükümetin onları korumak için elinden gelen her şeyi yaptığı konusunda güvence vermek için ‘’Alert America’’ kampanyasını oluşturdu. Bu kampanyada gösterilen Kısa filmler, çocuklara bir Sovyet nükleer saldırısından nasıl kurtulabilecekleri konusunda bilgilendirici yayınlar yapıyordu. Okullara, kendi kendini koruma yöntemlerini öğrenmelerine yardımcı olacak çizgi romanlar ve çizgi film karakterleri verildi. Eleştirmenler, bu karikatürlerin gerçek niyetinin, Amerikalıları soğuk savaşın varsayımlarını sorgulamalarını engelleyecek şekilde çocukları ve ebeveynleri korkutmak olduğuna inanıyordu. Bu tahlili destekleyecek sebepler varken, 1950'lerde birçok Amerikalının bu karikatürleri aldıklarını ve cumartesi sabahı tavsiyelerinin çok ciddiye alındığına dair kanıtlar da mevcuttur. Ancak, Amerikalıların nükleer saldırıdan kendilerini korumaya çalıştıkları başka yollar da vardı. Yerel örgütleyiciler sayesinde şehirlerde binlerce bomba sığınma evi yapılmış, Diğerler yandan halk evlerinin arka bahçelerinde kendi imkanlarıyla sığınaklar inşa etmeye başlamış ve bu sığınaklara çeşitli yaşam malzemeleri stoklamaya başlamıştı. Böylece Amerikalılar herhangi bir nükleer saldırıda hazırlıksız yakalanmanın önüne geçtiklerine inanıyorlardı.

    *** KORE SAVAŞININ KÖKENLERİ ***

    Hem Amerika hem de Sovyetler birliği, 2. Dünya savaşı sırasında ülkelerini Japon kuvvetlerine karşı savunmak için geçici olarak birlikte çalışmış olsa da, Çin iç savaşı 1945'te yeniden başlayacaktı. Bu iç savaşta, 1949 yılının mayıs ayında komünist lider Mao Zedong galip geldi ve Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etti. ABD ise savaşta yenilerek Tayvan'a kaçan milliyetçi Chiang Kai-Shek'i desteklemeye devam etti ve Mao hükümetinin otoritesini tanımayı reddetti. ABD, Tayvan'da bulunan Chiang Kai-Shek hükümetini Çin'in meşru hükümeti olduğunu açıkladı. Birleşmiş Milletlerin batılı üyelerinin, komünist Çin'in BM güvenlik konseyi üzerindeki güçlü daimi koltuklardan birini işgal etmelerine izin verme konusundaki endişeleri de 1971 yılına kadar devam etti.

    Komünist zaferi, 2 milyar dolarlık ABD yardımına rağmen Chiang Kai-Shek rejiminin yolsuzluk ve verimsizliği nedeniyle halkın Mao'ya verdiği destek ile gelmişti. Mao ve diğer komünist liderlerin mesajı, topraksız ve yoksul çiftçinin çoğunluğunu kendine çekmişti. Çünkü Mao mesajlarında toprak ve servetin eşit dağılımını vaat ediyordu. Buna karşın Chiang Kai-Shek, yiyeceklerin artan maliyetini protesto eden köylülere karşı ölümcül güç kullanmayı seçmişti. Truman’ın yönetimi, ABD’nin Çin’in komünistler tarafından ele geçirmesini engellemek için yapabileceği çok az şey olduğunu ve askeri müdahalenin trajik bir hata olacağını biliyordu. Ancak, gittikçe daha fazla Amerikalı, Cumhuriyetçi liderlerinde bu konuyu deşmesiyle, demokratların Asya'da komünizmin yayılmasına göz yumdukları suçlamalarına inanmaya başladılar. Otokratik Chiang Kai-Shek ile ilgili çeşitli sıkıntılara rağmen, Amerika Birleşik Devletleri hükümetini Chiang Kai-Shek Çin'in resmi hükümeti olarak sürgünde tanımaya devam etti. Bu arada Mao Zedong'un komünist hükümeti gücünü daha fazla arttırmak ve komünizmin kıta boyunca yayılmasını teşvik etmek için çalışmaya devam ediyordu.

    Kore’de, ABD’nin, 2. Dünya savaşında ülkenin Japonya’ya karşı direncine liderlik eden popüler bir komünist lider olan Kim Il Sung yerine başka bir liderin geçmesini istiyordu. Amerika’nın bu isteği bir bakıma yerine gelmiş, ama Kore Yarımadası, Sovyetler Birliği ve Amerika arasında 38. Paralelden ikiye ayrılmıştı. Ülkenin güneyinde ve Amerika’nın kontrolünde olan kısmının yönetimine ise Syngman Rhee getirilmişti. Aslında Syngman Rhee, Chiang Kai-Shek gibi otokratik bir yönetim anlayışına sahip değildi. Ancak sürgündeki Çinli milliyetçi lider gibi, Syngman Rhee halkın desteğini asla almamış ve demokrasiye çok az saygı duyuyordu. Yarımadanın kuzeyinde Sovyet kontrolünde olan kısımda ise kendi ideolojisinden farklı olan Koreli vatandaşların fikirlerine daha az saygı göstermiş olan Kim Il Sung liderliğinde bir komünist hükümet kurulmuştu. Tarihçiler, hem Rhee hem de Kim Il Sung'un kendi egemenliği altında Kore'yi yeniden birleştirmeye çalıştıkları 1945 ve 1950 yılları arasında yaklaşık 100.000 Korelinin öldüğünü tahmin ediyorlar. Ayrıca, her iki taraf da (özellikle otoriter Kim Il Sung) kendilerine muhalif olanları yarımadanın kendi hakimiyet bölgelerinde susturmak için güç kullanmaktan çekinmedi.

    Dört yıllık işgalden sonra ABD ve Sovyet güçleri Kore'den ayrıldı. Hem Rhee hem de Kim Il Sung, Kore'nin meşru yöneticileri olduklarını iddia ediyor ve her iki liderde halka yarımadayı kendi yönetimleri altında birleştirmeye söz veriyordu. Kim Il Sung'un yönetimi altındaki kuzey Koreliler, Sovyet tankları ve diğer teknik olarak gelişmiş ekipmanlara ulaşma konusunda bir hayli avantaja sahipken, Amerikalılar güney Kore'ye benzer yardımlar sağlama konusunda tereddütlüydü. Bu isteksizliğin iki temel nedeni vardı: birincisi, Syngman Rhee’nin hükümetinin yolsuzluğu, ikincisi ise çoğu Amerikan yönetiminin Avrupa’ya, Asya’dan çok daha fazla odaklanmasıydı. Bu, Kuzey Kore askerlerinin Güney Kore'yi işgal ettiği 25 haziran 1950'de önemli ölçüde değişecek ve güney Kore’ye ciddi bir askeri yardım yapılacaktı.

    Bu dönemde komünistlerin Güney Kore'yi ele geçirmelerini engellemek için kongrede yapılan tartışmalarda muhalefette olan Cumhuriyetçi kanat başkan Truman’a karşı “komünizme karşı yumuşak” olmakla suçluyordu. Truman ise Kore’nin işgalini engellemek için Güney Kore’ye acil olarak askeri yapmanın gerekliliğini kongreye anlattı. Truman’in kongreyi ikna etmesiyle birlikte ABD tarafından Güney Kore'ye deniz ve hava desteği verilmeye başlandı. Bu tartışmalar sürerken çoğu Amerikalı, Stalin'in Kuzey Kore saldırısını yönetmiş olduğuna inanıyordu. Kongre ile halkın bu tasarıyla birlikte Kore Yarımadasına Amerikan güçlerinin yollanmasını ezici şekilde onay vermesinin bir nedeni de bu görülebilir. Daha sonraki dönemde bazı eleştirmenler, Kongre’nin özel bir izni olmaksızın cumhurbaşkanını ‘’izinsiz savaş açmakla’’ suçlasalar da, artan askeri bütçeler için ayrılan ödenekler neredeyse hiçbir muhalefetle karşılaşmamaya devam etti. Bu gelişmelerle Amerikan halkı, Truman’ın eylemlerini daha da destekledi ve kongre onayının beklenmesinin kritik gecikmelere neden olabileceğine inanıldı. Savaş açıldıktan sonra, daha fazla Amerikalı, uluslarının Kore'deki eylemlerine karşı çıkmaya başladı ve ne Truman ne de Eisenhower, resmi bir savaş ilanı almak için Kongre'ye geri dönüş yapmadı.

    Günümüz konjonktüründen geçmişe bakıldığında, Kuzey Kore işgali bir kızıl ordu planının ana parçası gibi duruyor. Truman’ın belirleyici fakat tek taraflı yapacağı herhangi bir eylem, Sovyetler Birliği ile doğrudan askeri çatışmaya yol açabilirdi. Kuzey Kore ise savaş boyunca Sovyetlerden ve Çin’den askeri yardım almaya devam etti. Bazı araştırmacılar ise herhangi bir Sovyet veya Çin etkisi olmadan Kim Il Sung’un Güney Kore’nin işgalini tercih ettiği düşünmektedir. Güney Kore, 2. Dünya savaşı'ndan sonra ABD’nin sorumluluğundaydı ve bu yüzden truman, komünist bir rejimin istilasının, birleşik devletler'in komünizme karşı dünyadaki komünizmle mücadele konusundaki kararlılığını sorgulamasına neden olacağını düşünüyordu. ABD’nin Asya’daki güvenilirliğinin sorgulanmaya başlamasının bir nedeni de Kore Savaşının, komşu Çin'in komünizm tarafından ele geçirilmesinden sadece bir yıl sonra olmasıydı. Olayların bu hızlı seyri pek çok Amerikalıya ‘’domino teorisinin’’ kanıtı ve komünist zaferin tüm bölge boyunca hızla yayılması konusundaki uyarısı olarak göründü. ABD güçlerinin, güneydoğu Asya'nın tamamını kaplamakla tehdit ettikleri için komünist dalgayı geri çevirdiğini görmeye istekliydi.
    #197650 zerox | 4 yıl önce
    0genel terim