çocukluk anılarının etkisinin hiçbir zaman geçmeyeceği, bir tutam bile azalmayacağının en güzel örneklerinden biri.
incir ağacından düşüp kolunu bacağını kırmış çocuğun ilerleyen yıllarda yükseklikle ilgili bir sıkıntısı olmuyor. o "bitmek bilmeyen düşüşten korkma"yı minimal bir bireyken yaşamış ve öyle ya da böyle atlatmış oluyor. hiç ağaca çıkmamış, dalların üzerine verdiği ağırlığın pompalattığı adrenalini tüm vücudunda hissetmemiş insan ise, oldukça saçma anıları sebebiyle her zaman yüksekten korkuyor, bunu atlatamıyor. jack london'ın before adam'ında bu korkuyla ilgili evrimsel olarak beyin fırtınası yaptığı ve muhtemel ataların dallardan dallara kuş gibi süzülerek atladığı zamanlarla şimdiki zaman arasındaki farklılıkları yorumladığı güzel bölümler vardı. "rüyadaki düşme hissi" temelinde ilerleyen pasajların satır aralarında bu korkunun mevcut olduğunu anlatıyordu.
aşağıya bakarken kafasını balkon demirlerinin arasına sıkıştırmış bir çocuk olarak, bu korkumu hiçbir zaman atlatamayacağım. ne uçağa binmek ne roller coaster'da uzun vakitler geçirmek ne sonu dev havuza bağlanan kaydıraklardan son sürat inişe geçmek ne de 30. kattan zemine bakmak düşme korkusunu sonlandıracak eylemler olabilir. aynı adrenalini tekrar tekrar yaşamaktan başka bi' getirisi olduğunu düşünmüyorum. korkunun temeline inmek de doğru gelmiyor bana. ne boyutta boktan olduğunu kimsenin bilemeyeceği yıkım dolu anı parçalarını bu korkunun içinde bilinçsizce ortaya çıkarmaya çabalamak, bambaşka sorunların kucağına oturmak için fırsat vermek anlamına da gelebilir.
"bırak, korku olduğu kadarıyla kalsın" mottosunu sahiplenenlerdenim. bu korkuyu onlarca yıl belli bir seviyenin altında tutmayı başarmış insanın yoktan yere "acaba neden böyleyim?" diye sorgulaması ve bu korkuyu çözmek için üstü tozlu anıları kurcalaması hem yükseklik korkusunun yıllar sonra seviye atlamasına sebep olabilir hem de bilinçaltının lağım kanallarını ortalığa dökmeye fırsat verebilir. her iki durum da lose-lose bence.