1. 3 ya da 4 yaşındayım, tam hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey; annem, anneannem ve dedem beni giydiriyorlar, muhtemelen her zamankinden biraz daha özenerek; ama giydirirken de ağlıyorlar. allah allah diyorum, niye ağlıyor ki bunlar. o yaşta bir tek annemin ağlamasına odaklanabiiyorum; demek ki 3 yaşında da olsa insan, annesinin gözünün içine bakıyor içgüdüsel olarak. e tamam da abi, neden ağlıyor ki annem ve annemin annesi ile kişi babası olduğunu tahmin ettiğim kişiler için halen daha sormaya devam ediyorum. cevap bulamıyorum tabii. Meğerse mevzu "babam"ın gelip beni alacak olması imiş. mahkeme öyle karar vermiş; 2 haftada 1 gün gelip görebilirmiş beni. tabii jandarma eşliğinde. bunun ne demek olduğunu da yıllar sonra askerliğimi jandarma olarak yaparken, tıpkı benim gibi bir çocuğu almaya babasıyla gittiği zaman anlıyorum.

    kapı çalıyor, oturduğumuz ev mütevazi bir ev. rahmetli dedem emekli bankacı, annem o yıllar aktif bankacı, anneannem de ev hanımı. bir de iki tane kedimiz var. ne yapsın insanlar, o hengamede ve görece kıt kanaatle bir de kedi besliyorlar; anlamlandıramıyorum ama hoşuma gidiyor kedilerle oynamak. Bazen onlara tokat atıyorum ama onlar bu oyunu oynamıyorlar benimle, sanırım çocuk olduğumu hissediyorlar. Ve ben de artık canlarını yakmamak için tokat atmamam gerektiğini anlıyorum. Ne de olsa can elbette, erken yaşta öğreniyorum bunu.

    kapı çalınca annemle, anneannemin ağlamaları derinleşiyor, nefes alış verişleri hızlanıyor. ben hala gözlerine bakıyorum; nereye gidiyorum demek istiyorum ama 3 yaşındayım, cümle kuramıyorum ki doğru düzgün, o yaşta bir çocuğun da düşünebileceği şeyler de hayli kısıtlı sonuçta. Ayrıca düşünebilse bile ne olur ki ? alt tarafı 15-20 kelime biliyorum. kapıya getiriyorlar beni; iki tane yeşil kıyafet giymiş, ellerinde benim oyuncak tüfeklerime benzettiğim aletlerden olan iki genç adam, ortalarında da siyah bir takım elbise giymiş ve ömrümde ilk kez gördüğüm birisi. meğer babam oluyormuş o kişi; iyi de “baba” kime denir, necidir bu “baba”, ne iş yapar ki bu “baba”? ben hiçbir şey bilmiyorum ki. Anneme ve o yaşlı ihtiyarlara baba kime denir, bu adam kim gibi sorular sormak amacıyla geriye dönüp bakıyorum ama annem, anneannem ağlayarak el sallamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Yahu en azından bu adamın kim olduğunu merak edeceğimi anlayamadınız mı diye hayıflanıyorum ama çocuk işte, unutuyorum kapıdan çıkınca. o “adam” elimi tutuyor ve aşağı inip sokağa çıkıyoruz en sonunda. arkamızda oyuncak tüfekleri ile o iki genç çocuk da geliyor tabii, amma da merak edilecek şey çıkıyor ortaya be; bu elinden tuttuğum “babam” olacak adamı haydi anladık, e bu tüfekli iki çocuk niye peşimizde? Neyse, elime tutuşturulan şekerin tadını çıkarmaya çalışıyorum. ama anlıyorum; korkmam gereken bir durum var sanırım diyorum, yoksa annem niye ağlasın değil mi? bu adam alt tarafı “baba” denilen birisiymiş yav; kimdir ki baba, ama annemler ağladığına göre korkulup, ağlanması gereken kişilere “baba” denilir diye düşünüyorum. ama bu kadarla da bitmiyor ki; bu sefer kendimi geçiyor, annemin üzülmemesi lazım diye düşünüyor, elimdeki şekeri de unutuyorum; demek ki ağlamamam lazım, korkmamam lazım ki annem ağlamasın diye mantık kuruyorum. iyi hoş, mantık güzel tamam da e ben bu adamlarla nereye gidiyorum? etrafa bakıyorum ama kimseyi, hiçbir yeri bilmiyorum ki. Sanırım biraz daha fazla kelime ve Türkçe bilseydim daha o yaşta “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” sözlerini ben yazardım sanırım. o siyah takım elbiseli adam bir oyuncak araba alıyor bana, sonra da simit. eve gitmek istiyorum ama diyemiyorum, beceremiyorum ki konuşmayı. alttan yukarı o adamlara bakıyorum habire. ama ağlamıyorum, annem üzülmemeli ve dolayısıyla ağlamamalıyım. 3 yaşındayım daha, yazıyla üç. Ama artık yeter, oyun da oynamıyoruz ve belli ki bu adamlar benimle oyun oynamak için de gelmediler; e bir şey de konuşmuyorlar ki. Sıkılıyorum.. Hem o adamın elini tutmaya devam ediyor, hem de annemin ve sonraki yıllarda karşılıklarının dilimizde “anneanne” ve “dede” olduklarını öğrendiğim ihtiyar insanların ağlamasını düşünüyorum. Çişim de geliyor, acaba arkamızdaki oyuncak tüfekli ağabeylere mi söylesem diyorum; onların da oyuncakları var, belki daha iyi anlarlar beni diye düşünüyorum ama sonra çişimi de unutuyorum. Bir yandan elimdeki simiti kemirirken; birden, bilinçsizce, anlamını bilmediğim 3-4 kelimeyle kendi kendime söz veriyorum; hayatta gözümün gördüğü hiçbir şeyden, baba denilen insanlardan korkmayacağım, ağlamayacağım diye. Çünkü bunları başarabilirsem annemler de ağlamaz sanırım diye düşünüyorum. Çocuk işte.

    O çocuk büyüyor tabii. Düşüyor, yuvarlanıyor, kolu, bacağı kırılıyor ama yok anam; ağlamıyor, ağlayamıyor. Kendisine verdiği sözü hatırlıyor ilk zamanlarda ama sonra o sözü de unutuyor. Şunu fark ediyor ki daha 3 yaşında iken kendisine verdiği sözü belli ki bozamayacak ve hayatının geri kalanına yön verecek.

    Zamanla oturuyor bir şeyler kafasında, e okumayı da öğreniyor, sosyal bilgiler dersi alıyor, aile içerisindeki konuşmaları daha farklı düşünüyor ve gece yarılarına kadar annesinin bankadan çıkıp, eve gelmesini bekliyor. Bekliyor ki o yaştaki bir çocuk olmasına rağmen hayattaki tek keyfi olan annesi ile bir dilim reçelli ekmek yiyebilsin.

    İtiraz etmeye başlıyor, her şeye itiraz ediyor ama içinde. Annesinin ağlaması ile tanıştığı bu süreçte hayata da itiraz ediyor. Bir şekilde intikam almalı buna sebep olanlardan diye hayıflanarak ve kinlenerek büyüyor.

    Erken yaşlarda o hırsını atabilecek bir ortam ile tanışıyor; boks salonları. E sanırım biraz da yetenekli, hocalar daha o yaşta kapıyorlar onu. Anne itiraz ediyor tabii, doktor olacaksın sen diyor. Sizce o çocuk dinler mi artık birilerinin öğüdünü ? Uzun yıllar profesyonel olarak yapıyor, milli takıma gidiyor ve hayata olan kızgınlığı ve cehaleti ile boks sporundan elde ettiği meziyetler ile can yakmaya başlıyor. Yaş, din, dil, ırk demeden; özellikle kendisinden daha güçlü olduğuna inandığı kişileri sebepsizce kırarak başlıyor bu sürece. Çok can yakıyor, gerçekten çok. Ve bir bakıyor ki yıllar sonra karşısında bacak bacak üstüne atılamıyor, sigara içecek olanlar ondan gizli saklı bu eylemi gerçekleştiriyorlar falan.

    Bir de bir gurur kaynağı var ki, sormayın gitsin. Lanet olası Trabzonspor diye bir sevdası var. Gençlik işte, onun da peşine gitmeli. Bir şeyden de geri kal be adam diyor, her akşam birilerini dövüyor, elleri suratı yara bere içinde eve dönüyor. Annesinin takdir edeceği şeyin bu olmadığını anlıyor, vazgeçmek istiyor bir şeylerden ama sanırım içindeki hırs bir türlü geçmiyor. Milli takımdan kovuluyor, lisansı iptal ediliyor; tam okuluna ağırlık vermeyi planlarken bu lanet sevdası yüzünden 17 yerinden bıçaklanıyor. Oha be, bu kadarını da planlamamıştım demek istiyor ama ancak 1 hafta sonra yoğun bakımdan çıktığında ve karşısında annesini yine ağlarken görünce anlıyor bazı gerçekleri.

    Yeni bir yol çiziyor kendisine ve naçizane başarıyor da sanırım. Dünyasını değiştirmeden, dünyayı değiştiremeyeceğini anlıyor. Küçük, mütevazi bir dünya kuruyor kendisine. Küçücük, kimsesiz, yalın ama her türlü kötülükten uzak, geçmişinden arınmış, birçok kararın mükafatını almış, bedelini ödemiş olarak gözlerden uzak yaşamanın tadını çıkarıyor.

    Annesi ile her buluşmasında, artık annesinin bir daha ağlamayacağını anlıyor. Anne ile oğul; ortak mutlulukta buluşuyorlar artık..

    O çocuk kim tahmin etmek zor değildir sanırım. A konu itiraftı değil mi sahi;

    Ağlamak nasıl bir duygudur diye tam 38 yıldır duyduğum merakı gidermek için, sahip olduğum her şeyi vermeye hazırım. Bu da benim itirafım olsun.

    Sevgiler.
    #177344 becoolnotfool | 5 yıl önce (  5 yıl önce)
    0anket