içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde kanunda tanımlanan değil uygulamaları ile hissetmemiz gereken önemli bir yönetişim biçimi olduğunu kez daha anlamış olduk.
İkinci dünya savaşı sonrasındaki yokluk dönemlerine dayanıyor doğuş tarihi. Avrupa ülkeri Savaşın halkın üzerinde yarattığı sıkıntıları sosyal devlet anlayışı ile tolere etmiş.
Sosyal devlet uygulamaları, devletin vatandaşlarına ebeveyn olması gerektiği ilkesine dayanmaktadır. Bu ne anlama geliyor? vatandaşlarını yaşlılık, işsizlik, kazalar ve "hastalıklarla" ilgili risklerden koruyarak, temel ekonomik güvenlik sağlamakla yükümlü olduğudur. Yani beşikten mezara hayatının hemen hemen her aşamasında bireye destek sağlar. Salgın dolayısı ile işsiz kalanlara "aylık gelirin 5 binin altında ise bankalardan 6 ay geri ödemesiz kredi çekme kolaylığı sağlıyorum" demez. gerektiğinde ihtiyaç sahiplerine doğrudan nakit para aktarmak da temel görevleri arasındadır. Yardım fonlarının kaynağı ise alınan vergilerdir. emeğimizin karşılığından elimize geçmeden çatır çatır kesilen vergiler... Sosyal ve siyasi denge unsuru olan Kamu iktisadi teşebbüslerinin gelirlerine hiç değinmiyorum çünkü nakit akışından haberdar olma şansımız yok. Gerçi özelleştirmeden geriye ne kaldı ise!... Cebimizden çıkan verginin hesabını sorsak yeter.
Evde kal denilen günlerde kapanan iş yerlerinin ardından işsiz kalan insanlar iş-kur önünde iş başvurusu yapmak için neden bekliyor? Valilerin, kaymakamların doğal başkanı olduğu sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları bu tür durumlar için kurulmadı mı?
Sosyal devleti sıfırlayanlar sayesinde, "imandan ibana ne ara geldik?" sorusunu sorduran bir yötenim anlayışı ile dünyada tek(!) olmayı başardık. Dünya lideri adını tarihe yine altın harflerle yazdırdı. "Padişahım sen çok yaşaaa!" pardon "reis sen çok yaşaaa!" nidalarını atanlar da her daim en fazla etkilenen olmaya devam edecek.
18 yıllık ömrü süresince din çalışan devlet işlerinin yürütücüsü hükümet, biyolojiden sınıfta kaldı.