yıl 2005, yürüyen pilav:
liseden de tanıdığım ve üniversitede aynı şehirde okumakta olduğumuz iki erkek arkadaşın evi. yazıktır dedim, hep dışarıdan yemek söylüyorlar, azıcık yemek yapayım da mideleri kuruyup kalmasın dedim. ne iyi demişim... biraz patlıcan biraz pilav, bir şeyler pişirdim. cam kapağı olan tencerenin içerisinde pilav kaldı biraz. arkadaşlar dedim, bunu yiyin, kalmasın. merak etme yeriz dediler. merak ettim...
2 hafta sonra eve yeniden uğrama gafletinde bulundum, pilav tenceresi bıraktığım yerde bıraktığım şekilde duruyordu. cam kapağın üzerinde su tanecikleri oluşmuştu. bunu temizleyin artık dedim. tamam dediler.
ertesi hafta yine aynı ev, tencere yine aynı yerinde, bir santim oynamamış. içerisinde artık pilav denen oluşumdan eser yok, yarı yeşil yarı mor renkli saykidelik bir madde. bunu atın dedim. tamam dediler.
bir sonraki hafta tencere hala aynı noktada, içerideki pilav taneleri hareket ediyor, bizi bırakın ayrı eve çıkacağız, bu insanlar bizi hor görüyor diye inliyorlar. artık bizim arkadaşlarla tencere içindeki canlılar arasında duygusal bir bağ oluşmuş, bırakamıyorlar. dayanamayıp koli bandıyla tencereyi bantladım ve olduğu gibi sokaktaki çöp kutusuna attım. büyük ihtimalle devamında radyoaktif atık olduğundan şüphelenildi, hikayenin devamını bilmiyorum ancak aynı radyoaktif maddeden etkilenmiş olma olasılığı yüksek uçabilen hamam böcekleriyle karşılaşıyorum evde. önceden uçmuyorlardı.
yıl 2004, lavabo giderinde büyüyen bitki:
bu sefer başka arkadaşlar, evde toplasan üç insan boyu edecek kadar bulaşık, artık mutfağa girilmesi zaten dünya sağlık örgütü tarafından yasaklanmış, belediyeye haber versek çöp ev diye baskın yapacak,
uğur dündar gelse hamam böceklerinin ülkemize bir muz üzerinde nasıl geldiğini rahatlıkla açıklayacak kadar delirmişler. lütfen diyorum, şu evi bir temizleyelim. kimse yanaşmıyor. ne akla hizmetse mutfağa girmeye kalkışıyorum. lavabonun içinde sırık fasulye. hani çocukken pamuk içinde nohut yetiştirirdik ya, bu da bütün gerekli büyüme olanaklarına sahip demek ki, büyümüş, ben de varım diyor, kelime etmeden mutfaktan çıkıyorum. arkadaşlar da iki hafta sonra evden taşınıyorlar zaten. sırık fasulyeye ne olduğunu hiç sormuyorum...
yıl 2007, kedi kakası heykeli:
bu sefer kız arkadaşların evi. evde fare görmüşler, bir tane akıllı da sokaktan kedi getirmiş. kedi hazretleri iki günde kraliyetini ilan etmiş, o değil de biz sonradan onun mekanına teşrif etmişiz gibi davranıyor, gelen geçene racon kesiyor, eline tespih ver, aynı şerafettin. öyle de sevimlilik muskası.
bir gün hep birlikte otururken birdenbire kedi halının ortasına geçip gözümüzün içine baka baka kakasını yapıyor, kimseden çıt çıkmıyor. sonra pencereden çıkıp gidiyor, ardından bakakalıyoruz. kakaya kimse temas etmek istemiyor, bir arkadaş dayanamayıp bir pet şişeyi ikiye bölüp yarısını ters şekilde kakanın üzerine kapatıyor, adeta bir sanat eseri gibi izliyoruz, günler geçiyor, ara ara soruyorum ne oldu o kaka diye, hala duruyor diyorlar. zamanla o heykel evin bir sembolü haline geliyor, saygıyla etrafında dolanıyorlar ancak kendisi voldemort gibi adı anılmaması gerekenler listesine alınıyor, bahsi geçmiyor. 2 ay kadar taşlaştıktan sonra halıyla birlikte çöpe yollanıyor. kedi de fareler de olay gününden sonra bir daha hiç görülmüyor.
--
spoiler --