sezgisel bilgileri "test edilebilirlik" kriterinden geçirmek, anlamın önündeki bir tür filtredir. sezgisellik ateş; test edilebilirlik sudur. doğası gereği zıt olan bu iki kavramdan birinin varlığı, diğerinin yokluğu anlamına gelir. zihin felsefesinin sınırlarına ulaşılan nokta ise buradan sonrasıdır.
sezgisellik mi yoksa test edilebilirlik mi üstündür konusunun paradoks olduğu düşünülebilir ancak esasen bir paradoks olmadığını şu şekilde açıklamaya çalışayım:
bu yazıyı telefon veya bilgisayar ekranı gibi iki boyutlu bir düzlemde okuyorsunuz. şimdi tırnak içlerine iki nokta koyacağım ve sezgiyle ulaşılan bilgilerin animasyonel karşılığını ifade etmeye çalışacağım.
""" . . """
şimdi bu iki noktanın dışında bir nokta daha var, dolayısıyla ortada bir üçgen var ancak onu göremiyorsunuz ve anlamlandıramıyorsunuz. çünkü üçüncü nokta sizsiniz, yani fiziksel evren. şimdi bu noktalarla bir üçgen kurun ve düşünün. bu üçgeni algılayabilirsiniz fakat yalnızca animasyonla "ifade" edebilirsiniz. animasyonun kendisi de bir nevi aktarım aracı olduğu için, animasyon, metaforik olarak sezginin kendisidir. kavrayış hali aktarıma uğrarken, yani test edilirken bozulmaya uğrar, boyut kaybeder. dilsel aktarımda bulunmak da aynı bağlamdadır. işte sezgi ve test edilebilirlik kriterleri arasındaki etkileşim de bunun gibidir. esasen test edilebilirlik, ekrandaki bu iki nokta arasında sağdaki noktadır. sezgi ise soldaki nokta ile fiziksel varlıkta bulunan nokta arasındaki çizgisel "bağ"dır. fiziki nokta anlam(bilgi) iken, ekranda soldaki nokta, anlamı sezgisel yolla kavradığımız izdüşümdür. soldaki noktayla sağdaki nokta arasındaki çizgisel bağ ise, bu iki noktanın, yani gerçeğin izdüşümüyle, test edilebilirlik arasındaki paradokstur. bu iki kavram arasında ancak ve ancak paradoksal bir bağ kurabiliyoruz. üçgenin oluşması için gereken son bağ, fiziki nokta ile sağdaki nokta arasındadır. işte bu bağ, sezgiyi bile sezgisel yorumlayabilen bir tür rezonans dil ve sonsuzluk farkındalığıdır.
kısaca, sezginin diğer boyuta, dolayısıyla boyutların sonsuzluğuna, bilinçli veya bilinçsiz bir anlama(?) ulaşan bir araç olduğu kabul edilir.
bunu aktarabilmek için üçgen animasyonunu belirtmemin sebebi ise, bulunduğumuz zaman ve mekanda, başka bir zaman-mekansal(boyutsal) formu birbirimize böyle animasyonel metafor olmadan aktarabilmemizin mümkün olmaması. başka bir anlatımla; maddesel evrende fiziki karşılığı olan bütün üçgenler üç boyutlu olur. ama telefon ekranına üç nokta koyarsanız, üçgen iki boyutlu olur. az önce hayal ettiğimiz iki noktası ekranda, üçüncü noktası ise sizin fiziksel boyutunuzda olan bir üçgen peki? bu üçgen aslen üç boyutlu da değildir, iki boyutlu da değildir. yalnızca animasyonlarla ifade etmeye çalışıyoruz ama bu animasyon da iki boyuttan ibaret olacağı için, üst bir boyutu yalnızca ve yalnızca sezgisel olarak kavrayabiliyoruz.
"rezonans dil" olarak ifade etmeye çalıştığım şey de esasen bu animasyonel üçgendeki rasyonel olarak kurulamayan ama irrasyonel olarak kurulabilen, ekranın sağındaki nokta ile fiziki nokta arasındaki bağdır. dolayısıyla bütün bunların farkına varmaktır. bu yönüyle üçgendeki bu son bağ, bir tür farkındalık üstü bağ gibidir. sezgiyle test edilebilirlik arasındaki etkileşim imkansızlığının, yine sezgisel yolla kavranmasının farkındalığıyla gelişen ve değişen boyutlararası algıda, sonsuzluk, tanrı, birlik, bütünlük gibi kavramların ifade edilebilir ancak algılanamaz olduğunu gözler önüne serdikten sonra, bu algılanamayan şeyin bilinçli mi yoksa bilinçsiz mi olduğunun sorgusu, sonsuz bir paradoksa girer ve bu şekilde sonsuz sayıda paradoksal bağlar algılanmaya başlanır. animasyonel üçgende, her kenarda ve hacimsel boyutta sonsuz üçgen bağlarının, sürekli bir üst boyuttaki üçgene bağlanabilmesi, bizlere evrenin simülasyon olabileceğini veya sonsuz kudretli doğmamış doğrulmamış yaratıcı olabileceği fikirlerini veriyor.
yaratıcı kavramının psikanalitik düzlemdeki karşılığı bilinçli anlamdır. simülasyon teorisi ise ilk algısal düzeyde anlamın bilinçsiz olmasıdır. bilinçsiz anlam, dolayısıyla simülasyonel evren algısı her insanı korkutur ve freudyen görüş de yine bu noktada, "insanlar kaygılarından dolayı yaratıcıya inanır," der. ben şahsen bu kaygının da temelinde irade kaygısı olduğunu düşünüyorum. insanlar, en temelde iradesinin olmamasından korkar.
son olarak freud'un kaygının kaynağını ego olarak tanımlamasının; jung'ın bilinçaltının bilinç düzeyine çıkarılmasının kaderi kırdığı düşüncesiyle aynı kökte olduğuna inanıyorum.
bütün bunların devamında ise "paradoks-anlam" paradoksunun içerdiği bir anlamın da paradoks.... diye giden bir tür "algılar arası dilin farkındalığı" gibi düşünceler söz konusu olabilir.
epistemolojide temel inançlara kaynaklık edebilecek dolayımsız bir eğilim olarak tanımlanır.
örnek olarak;
işkence kötüdür gibi bir önermenin doğruluğu, sezgiye açıklığı ile ilişkilendirilir. bu bir nevi dolayımsız (çıkarımsal olmayan) bir doğrudur.