"iran devrimi" dediğimizde, aklımıza ilk önce 1979 senesi gelir ancak bundan önce de iran'da önemli bir devrim gerçekleşmiştir: 1905'te başlamış olan inkılab-ı meşrutiyet. iran'da meşrutiyetin ilânı, aslında osmanlı'da da gördüklerimiz ile pek çok açıdan benzerlik göstermektedir. meşrutiyet yanlısı osmanlı aydınlarının iranlı meşrutiyet taraftarlarını etkilediklerini söyleyebiliriz.
mescid-i süleyman'da büyük bir petrol sahasının keşfedilmesini takiben, ingilizler anglo-persian oil company'i kuruyorlar ve bu firma, iran'dan petrol çıkaran ilk şirket oluyor. bilin bakalım bu şirketin günümüzdeki ismi ne?
bp.
şirketin müthiş ayrıcalıklara ve güce sahip olduğunu belirtmeme lüzum yoktur sanırım. zira rıza han'ı, yaptığı darbede destekleyerek rıza şah pehlevi'ye dönüştürenler ingilizlerdir. pehlevi hanedanı ise pek köklü bir hanedanlık değildir, bu hanedandan şah olmuş isimler yalnızca rıza şah pehlevi ve oğlu muhammed rıza pehlevi'dir. rıza şah'tan önce iktidar, kaçar hanedanlığı'nın elindedir. rıza han ise o dönemde kazak birliği komutanıdır. iktidarı ele geçirip kendisini şah ilân etmesi 1925 senesine tekabül eder.
rıza şah, 1930'larda iran'ı daha seküler bir devlet hâle dönüştürmüş, modernize etmiştir. tüm bu reformlar din adamlarınca eleştirilmiştir. bu durum pek şaşırtıcı değildir, iran'da ulemaların politik güç elde etmesi 1500'lere dayanır. rıza şah dindarlara pek tolerans göstermemiştir. iran'daki çoğu din adamı ırak'a kaçmak zorunda kalmıştır.
ingiltere rıza şah'ı her ne kadar kendi elleriyle iktidara getirmiş olsa da, rıza şah iktidarı boyunca ingiltere'nin iran üzerindeki hakimiyetinden rahatsızlık duydu ve yapılan petrol anlaşmalarını feshetti. ingiltere'den petrol gelirinin %5'lik daha fazla bir dilimini talep etti ve ingiltere bu talebi kabul etmek durumunda kaldı. (ondan önce de %16'lık gibi komik bir oranı iran'a bırakıyorlardı)
2. dünya savaşı'nda ise gerilim doruk noktaya ulaştı, çünkü rıza şah ruslara iran üzerinden mühimmat gönderilmesine izin vermedi. binaenaleyh ingiltere ve rusya iran'a girdi. iran ruslardan aldıkları silahlarla ruslara karşı direnemedi. rıza şah iktidarı bırakmak zorunda kaldı, uzun süren diplomatik gayretler neticesinde muhammed rıza'nın başa geçmesine göz yumuldu.
2. dünya savaşı'nın bitimini takiben ingilizler, iran'da başka partilerin de yönetime dahil olabilmelerine izin verdiler ki bunun ekmeğini yiyen komünist parti oldu. (bkz: tudeh) 1951'de muhammed musaddık, başbakan olarak atandı ve mensup olduğu milliyetçi parti ile "iran kitlelerinin partisi" olarak da karşımıza çıkabilecek olan komünist tudeh partisi arasında güçlü ilişkiler kurarak ingiltere'nin çıkarlarına zarar verecek olan bazı reformları uygulamaya geçirdi. bunlardan en mühimi petrolün ulusallaştırılması idi. petrolün ulusallaştırılmasının ucu ingiltere'ye dokunduğundan, cia ve ingiliz istihbaratı el birliği ile musaddık'ı makamından indirmeyi başardılar.
sözünü ettiğimiz iki politik parti ise, 75 yılında şah tarafından kapatılarak tek bir parti altında birleştirildi, bu da otokrasiyi daha da güçlendirdi. muhammed rıza pehlevi ise iktidarı süresince ile iran'ı modernleştirmeyi sürdürdü. asıl yatırımlarını eğitime ve endüstriye yaptı. kadınlara oy kullanma hakkını verdi. kapitalist modern ekonomiye dönüşümü sağladı ve tüm bu reformlar beyaz devrim olarak tarihe geçti.
ayetullah humeyni ise bu noktada devreye girdi. zaman şiiliğin, kâfirlere karşı savaş verme zamanıydı. humeyni şah rejimine karşı taraftar topluyordu. 78 yılının ocak ayında ise, bir iran gazetesinde humeyni'nin sömürgecilere hizmet eden bir ingiliz ajanı olduğu öne sürüldü. (bu sırada humeyni paris'te)
gösteriler bundan sonra başladı. bu gösteriler ilk etapta büyük çaplı değildi, bir islâm devrimi olarak değil, yönetime karşı ekonomik sebeplerden ötürü çıkmış sıradan bir isyan olarak başlamıştı. lakin hükumetin göstericilere karşı silahlı kuvvetlerini kullanması olayları alevlendirdi. protestolar gitgide büyüdü.
isyan bastırılamayınca muhammed rıza pehlevi iran'dan kaçtı. humeyni 1979'da iran'a döndü ve devrimin siyasi ve ruhani lideri oldu. böylece eski dikta rejiminin yerini, şeriat soslu yeni bir dikta rejimi aldı.
devrim değildir. gerici bir harekettir. iran devrimi tanımlaması doğru bir tanım değildir. geriye doğru yapılmış hiç bir şey hiç bir hareket devrim olarak nitelendirilemez.
Mahsa Amini, 13 Eylül’de kıyafeti uygun olmadığı için gözaltına alınmış ve gözaltında gördüğü işkence sonucu komaya girmişti. 17 Eylül 2022’de hükümet ve hükümetin maşaları tarafından öldürüldüğünde henüz 22 yaşındaydı. Yaşanan bu olay üzerine İran’da muazzam bir protesto dalgası başladı. Amini’nin ölüm haberini yayınlayan gazetecinin de hapse atılmasından sonra bu protesto dalgası daha da şiddetlendi. Binlerce kişi protestolar esnasında öldü(öldürüldü), yaralandı, gözaltına alındı ve bu süreç aylardır devam etmekte. Yine de üç gün önce iran'dan dönen arkadaşıma göre protestolar bir hayli hafiflemiş durumda.
Ülkede internet kısıtlı, basın devletin kontrolünde ve sosyal medya kullanımı yasak. Usulsüz idam cezaları, kayırmacılık, olmayan ifade özgürlüğü ve sıkı kıyafet kuralları gibi baskıcı yasalarla gitgide boğulan İranlılar için Mahsa Amini’nin ölümü kitleler halinde sokağa dökülmek için bir kopuş noktası oldu. Peki İran, bir zamanlar Orta Doğu’nun en modern ülkesiyken bu hale nasıl geldi?
İslam Cumhuriyeti, devrimin ilk yıllarından beridir ve özellikle son yıllarda sosyo-ekonomik çatlakları dolayısıyla yoğun protestoların ve sert eleştirilerin hedefi haline geldi. İran tüm bu suçlamaları ABD’yi, Pehlevi’nin batılılaşma politikasını ve Siyonistleri günah keçisi ilan ederek haksız çıkarma çabasında. Petrol gelirlerinin ülkeye harcanması yerine Hizbullah, Hamas ve Suriye’ye ranta açılmış olması büyük tepki çekiyor. Oysaki Ayetullah Humeyni’nin iktidara gelmeden önceki, halkın desteğini çeken en büyük vaatlerinden birisi petrol gelirlerini halk için harcama vaadiydi. Yönetimin bu elverişsiz ekonomik politikası, ülke içinde adaletsiz bir gelir dağılımına sebebiyet vermesinin yanında İranlılar için büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Şah iktidarında kadınlara verilen özgürlüklerin neredeyse tamamının devrim sonrasında ellerinden alındığını da eklemek gerek. Kadınlar, islami rejim tarafından birçok alanda kısıtlanmış; gösterdikleri dirence karşı örtünmeyen kadınlara asit serpilip zor kullanarak örtünmek zorunda bırakılmışlardır. Bu durum, kendi politik anlayışlarını Ortadoğu’nun diğer ülkelerine yaymak adına fonladığı Hizbullah terör örgütünün, Türkiye’nin doğusunda kadınlara uyguladıkları şiddeti hatırlatıyor.
Bu noktada, devrim dinamiklerini daha iyi anlamlandırmak için birkaç terimi bilmek gerekir. Bunlardan ilki, devrim isteğini ateşlendiren en büyük olay olan Ak Devrim’dir. Ak Devrim, İran'da 1963'te Muhammed Rıza Şah Pehlevi tarafından başlatılan ve 1979'a kadar süren geniş kapsamlı bir ulusal kalkınma programıydı. Ak Devrim kapsamındaki reformlar geleneksel toprak sahibi sınıfların zenginliğini altüst etti, kırsal ekonomileri değiştirdi, hızlı kentleşme ve batılılaşmaya yol açtı. Programın büyük kısmı ise aslen Şah'ın giderek daha düşmanca davranan orta sınıf tehdidini engellemek için müttefik olarak kazanmayı umduğu bir sınıf olan İran köylülüğünü hedefliyordu. Yani devrimin, Şah’ın otoritesini meşrulaştırmak gibi karanlık bir yüzü daha vardı. Şah’ın hesaba katmadığı şey, uygulanan tarım politikaları sonucu kırsaldan Tahran'a göçen eğitimsiz ve geleneksel dini inançların etkisindeki halkın Mollaları daha da fazla desteklemesi oldu.
Bir diğer önemli terim ise girdinin devamında çokça bahsedeceğim, Ayetullah Humeyni’nin kendi otoritesini meşrulaştırdığı ve anayasa düzenlemesiyle sağlamlaştırdığı Velayet-i Fakih anlayışıdır. Ayetullah Humeyni 1970'lerde “Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslamî” isimli kitabıyla sistemleştirdiği "velayet-i fakih" teorisiyle siyasal otoritenin İmamlar'ın manevi varisleri olan din alimlerinin elinde olması gerektiğini ileri sürmüştür. Buna göre İmam Mehdi'nin kayıp olduğu süre boyunca İran İslam Cumhuriyetinde devlet ve halkın idaresi; halkın çoğunluğunun tanıdığı, takdir ettiği, adil, cesur ve tedbirli bir yöneticiye ait olacaktır. Bu yöneticiye ise Yüce Lider, yani Velayet-i Fakih adı verilir.
İranlılar, bir zamanlar türlü yolsuzluklar döndüren ve baskıcı Muhammed Rıza Şah Pehlevi yönetiminden kurtulmaya çalışıyorlardı. Ancak kurtuluş yolu olarak Ayetullah Humeyni’yi seçmeleri, kendi deyimleriyle hayati bir hataya yol açtı. Pehlevi yönetiminde idam edilen, sürgüne gönderilen muhalif din adamları üzerinden müthiş bir mağduriyet politikasıyla sükse yapan Humeyni’nin, iktidara geldikten sonra çok daha büyük mağduriyetler yaratacağından halkın haberi yoktu. Bir nevi İran halkı, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu diyebiliriz. Şimdi de bu baskıcı islami yönetimden kurtulmaya çalışıyorlar. Son zamanlarda ise islam hükümetine karşı protestolar, devrim tarihi boyunca hiç olmadığı kadar gürültülü ve kalabalık.
Temel insan hak ve özgürlüklerinin bile gitgide kısıtlanması, ekonominin gittikçe zayıflaması, uyuşturucu kullanımının artması ve paranın, akademinin değer kaybetmesi karşısında artan şiddetli protestolar ışığında sorunsalımız ortaya çıkıyor: İran İslam cumhuriyeti çöküşte mi, yakın zamanda bir karşı devrim yapılması mümkün mü? Soruların cevaplanmasını kolaylaştıracak bir diğer konu ise, toplumsal hareketlerin büyüklüğüne rağmen İslam Cumhuriyeti kurumlarının direnip direnmeyeceğidir. BU noktada Clément Therme tarafından yazılan ve İran İslam Cumhuriyeti’nin son dönemdeki çatlaklarından bahseden “Iran : la fin de la Révolution islamique ?” adlıyazıyı da şiddetle öneririm.
Devrimci süreci başlatan olayın, 1953 yılında ABD ve İngiltere destekli operation ajax ile görevden uzaklaştırılan Başbakan Dr. Musaddık olayına kadar dayandığı bilinmektedir. Dr. Muhammed Musaddık, 1951’de demokratik yollarla başbakan seçilmiş ve yaptığı en cesur icraatlerden biri olan petrolün millileştirilmesi sürecini başlatmıştır. Dikkatlerin bu kadar üzerine çekilmesinin sebeplerinden birisi de baskıcı Şah rejimine rağmen, Şah’ın yaptıklarından dolayı kendini eleştiren ilk başbakan olma cesaretini göstermesidir. Petrol hamlesinden rahatsız olan ABD, Şah ile olan yakın ilişkilerinin yardımı sayesinde CIA aracılığıyla Musaddık’ı bir darbe sonucu görevden almıştır.
Devrim isteğini alevlendiren bir diğer faktör olan Şah iktidarı ve bu iktidarın çatlaklarını incelemekle devam edelim. Öncelikle 1925-1941 yıllarında hüküm süren Rıza Şah’ın, dönemin muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak adına kara çarşafı yasaklamak, medreselerin kapatılarak yerine modern okulların açılması gibi yaptığı bazı reformlar, İran’ın sosyolojik yapısına uygun değildi. Nitekim Şah’ın Türkiye ziyareti esnasında Atatürk, kendisine bu konuda önemli bir uyarıda bulunmuştu. Şah, Türkiye’deki reformları kendi ülkesinde uygulamak istediğini söylediğinde Atatürk, “Unutmayın ki toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider, yobazlarla (İran için mollaları kastederek) savaşmaya ve bunu kazanmaya mecburdur. Öyle yapılmazsa on, yirmi, belki elli yıl sonra din adına hareket ettiğini iddia eden biri çıkar. Her şeyi alt üst eder.” cevabını vermiştir.
1941 yılında babasının yerine yönetime geçen Muhammed Rıza Şah Pehlevi ile ise Şah yönetiminin baskı ve usulsüzlükleri iyiden iyiye artış göstermiştir. 1971’de kendisini “Şehinşah” (kralların kralı) ilan eden Muhammed Rıza, dünyanın en zengin insanı ve İran’ın mutlak lideri olmuştu. Rejim, muhaliflerine karşı giderek baskıcı hale gelmişti. CIA desteğiyle kurulan SAVAK, bu baskının somut örneğiydi. SAVAK aracılığıyla halka karşı baskı ve işkenceler giderek artmaktaydı. BBC İran gazetecisi Rahimpour, “Önceki rejimde (devrimden önce) insanların sosyal özgürlükleri vardı. Ama sıfır siyasi özgürlükleri vardı” diyor: "Bu çok büyük bir sorundu. Tüm siyasi partiler kralın kontrolündeydi. Bir gözetleme toplumu vardı. Basın özgürlüğü yoktu. Herhangi bir siyasi aktivizmde yer alanlar hapsi boylayabilirdi”. Sosyal huzursuzluk sokaklara taştı ve 1978’te Şah rejimine karşı büyük çaplı protestolar başladı. Devrime sebep olan en büyük etkenlerden birisi de hiç şüphesiz ki en başta bahsettiğimiz Ak Devrim olmuştur. Ak Devrimin en önemli özelliği, farklı kesimleri Şah düşmanlığı çatısı altında birleştirmesidir. Yabancı sermayenin gelmesi ve ABD’nin içişlerine karışması solcuları, Turistlerin gelmesi ise dincileri rahatsız ediyordu. Turistler kendileriyle beraber topluma batının kültürünü getiriyor, gençleri dinci ve mollaların emirlerinden uzaklaştırıyordu. Ak devrim sonucu hızla şehirlere göçmüş eğitimsiz kesim, dini inançların etkisiyle kolaylıkla Mollaların etkisi altında kalmıştır ve şaha muhalif bir işçi sınıfı oluşmuştur.
Ak Devrim kapsamındaki reformlarda Şah, çok büyük stratejik bir hata yapmıştır. Reformlar, İran halkına entegre edilmeden, Batıdan olduğu gibi devşirilerek uygulanmıştır. Kentleşme sürecinin batıdaki gibi sonuç vermemesinin sebebi ise sosyolojik birikim eksikliğidir.
Kentleşme süreci doğal olarak beraberinde Weber’in ortaya attığı “desenchentement du monde” kavramını getirir. Bu kavrama göre köyden kente göç eden bireyler yalnızlaşır, yabancılaşır, geleneksel yapılarından kopar. Bu geleneksel yapıya özellikle dini ritüeller ve inançlar dahildir. Çünkü kent rasyonaliteyi temsil eder ve kentte bilimle, teknolojiyle, eğitim ve moderniteyle tanışan birey, din kavramından gittikçe uzaklaşır. Çoğunluk bu bilince kendi istediği için değil zorunda kaldığı için sürüklenir. İşte İran’da bu süreç batıdaki gibi sonuç vermemiştir çünkü İran halkının büyük kısmı dinine aşırı bağlıdır. Dolayısıyla bu kavram onları, kendilerine yabancılaştırmaktan ziyade öfkelendirmiş ve Şah’a muhalif bir tavır benimsemelerine sebep olmuştur.
Şah, bir süre sonra bu muhalif güçlenmenin ayaklanmalarıyla başa çıkamayacağını anladığında, eşiyle beraber İran’ı terk etti. Humeyni ise 1 Şubat '79’da irana döndükten sonra bir kurtarıcı gibi milyonlar tarafından karşılandı. 11 şubatta iran silahlı kuvvetleri tarafsızlığını ilan etti. Humeyni İran’a geri döndükten sonra 1 Nisan 1979’da halkın şahlıktan mı, yoksa İslam Cumhuriyeti’nden mi yana olduğu konusunda referandum yapıldı ve İran İslam Cumhuriyeti ilan edildi.
Bu noktada, devrimi iki bölümde inceleyebiliriz:
1- Pehlevi rejiminin düşüşüyle sonuçlanan Solcu-İslami devrimci gruplarının katıldığı devrim
2- 1980-83 arası Humeyni ve yandaşlarınca gerçekleşen Kültürel devrim.
İslam Devrimi sürecinde, Humeyni iktidarı ve Velayet-i Fakih anlayışının yasal düzleme oturması, devrim sürecindeki pek çok olayla açıklanabilir. Humeyni’nin hem her alanda muhteşem bir strateji kullanması hem de şansının yaver gitmesi, İran’a getirdiği yeni yönetim biçiminin kısa sürede yerleşmesini sağlamıştır.
Bahsedeceğim ilk olay, 1979’da yaşanan rehine krizidir. İran’dan kaçan Şah, hastalığının tedavisi için ABD’ye sığınır. Şah’ın iadesini isteyen bir grup öfkeli genç, 4 Kasım’da ABD büyük elçiliğine baskın düzenler ve elçilikteki diplomat ve çalışanları 444 gün boyunca rehin alır. Bu olayla birlikte İran’ın uluslararası alandaki itibarı çok büyük oranda zarar görmüştür. Dünya çapında ciddi bir krize neden olan bu olay sonucunda Ayetullah Humeyni, olayı doğrudan kendi lehine çevirerek bu yolla,
(1) Mutlak otoritesine tehdit arz eden silahlı grupları acımasızca ve etkili bir biçimde devre dışı bırakmış,
(2) Kürt hareketini sert bir şekilde bastırmış,
(3) Milletin yüce önderi olarak kendisine ve halefine ciddi bir yetki veren İslam anayasasını ivedilikle meclisten geçirmiş, böylece tek bir hamleyle 1979 devriminin ve Cumhuriyetin İslamileştirilmesini anayasal bir boyuta taşımıştı.
Sol kesimin susturulması ve sindirilmesi ise İran-Irak savaşıyla patlak vermiştir. Bu savaşın mükemmel şekilde örtüştüğü ve devrimin gerçekleşme sürecinde en çok dillendirilen bir diğer Şii kavramı ise şehadet motifidir. Şehadet, hem ölümlerin kutsanmasını ve meşrulaştırılmasını, hem de insanların cesaretle ölümün üzerine gitmesini sağlamıştır. Tüm bu süreçte sol partiler başarılı bir şekilde sindirilmiş ve nihayetinde tüm partiler yok olmuştur.
Hem bütün bu iç karışıklıklar hem de savaş bahane edilerek topluma büyük bir İslami politika dayatıldı. 1989’daki anayasa değişikliğiyle Yüce Lider’e sadece barışta değil, savaşta da başkomutanlık yetkisi verildi. Bu yetki sonucunda Yüce Lider, istediği her şeyi yapabilecek konuma gelmiştir.
1980-83 arasında patlak veren Kültürel devrim ise aslında İslam devriminin bir alt başlığı olarak değerlendirilebilir. Zira akademiyi, yani eğitimi de kontrol altına almak aslında ileride çıkması mümkün en büyük muhalif sesi daha başlamadan susturmaktı. Kültür Devrimi, Humeyni’nin Haziran 1980’de yayımladığı kararname ile başladı. Bu kararnameyi takiben ilkokuldan üniversitelere kadar geniş çaplı “saflaştırma” hareketlerine girişilmiştir. Üniversiteler, islami olmayan tüm unsurlardan sistematik olarak temizlenmesi için 3 yıl boyunca kapalı tutulmuştur.
Görüldüğü üzere Humeyni, hemen hemen tüm muhalif sesleri devrimin ilk 4 yılında büyük oranda bastırmıştı. Bu bastırma meselesi ise hiç de masum değildi; yüz binlerce insan hapse atıldı, sürgüne gönderildi, işkence gördü veya idam edildi. Şimdi işleyeceğimiz İslam Devrimi Kurumları ile ise hem çoğu hukuksuzca gerçekleştirilen bu yaptırımlar eksiksiz bir şekilde yasal düzleme oturtulacak, hem de Humeyni’nin ele geçirdiği bu siyasi ve ekonomik gücün kaybedilmemesini sağlayacaktı.
“Demokratik” ve yasal yeni bir sistem getiren Humeyni, görünürde modern ancak fonksiyonları itibariyle gerici ve teokratik diyebileceğim kurumlarıyla halk üzerindeki egemenliğini devam ettirecekti. Bunlardan ilk ve en temeli, islami rejimin anayasasını hazırlayan ve hayata geçiren yapı olan Kurucu Meclis’tir. Meclisteki 73 koltuktan 60’ı Humeyni ve yandaşlarına aittir ve bu meclisin üyeleri halktaki karşılıklarına veya temsiliyet derecelerine göre değil, fıkıh uzmanlıklarına göre seçildi.
Bir diğer kurum ise girdinin en başında kavramsal tanımını yaptığım Velayet-i Fakih, yani Yüce Rehber’lik makamıdır. İran İslam Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanları demokratik yollarla seçilirken Yüce Rehber ise meclis tarafından seçilerek ömür boyu görevde tutulur. Yüce Rehber’in seçilmiş cumhurbaşkanını onaylama veya görevden alma yetkisi vardır. Yüce Rehber aynı zamanda tüm askeri kurumların da komutanıdır. Kısacası Velayet-i Fakih için hiçbir kanuni sınır yoktur, radyo televizyon kurumundan dışişleri kurumuna kadar ilgili her türlü kararı alıp uygulamaya koyabilir. Anayasa, açıkça yasama-yürütme-yargı organlarının dahi Velayet-i Fakih görüşü altında görev yaptığını beyan eder.
Velayet-i Fakih kurumundan sonraki en güçlü kurum olan Cumhurbaşkanlığı da aslında Yüce Rehber’in vesayeti altına çalışan bir organdan başka bir şey değildir. Zira Cumhurbaşkanı ile Yüce Rehber’in fikir ayrılığına düşmesi durumunda Cumhurbaşkanı etkisizleştirilir ve tasfiye edilir. Bu cumhurbaşkanını ve milletvekili adaylarını denetleyen Anayasa Koruyucular Konseyi ise bir denetleme kuruludur. Bu komite, meclisin çıkardığı kanunların Şeriat hukukuna uygunluğunu denetler. Konsey ayrıca kazanılmış bir seçimi iptal de edebilir.
Devrimi askeri yönden koruyan kurumların başında ise Milli Güvenlik Yüksek Konseyi geliyor. Kağıt üzerindeki kuruluş amacı islami devrimi korumak, milli menfaatleri ve ülkenin toprak bütünlüğünü sağlamak olarak beyan ediliyor. Konsey, İran’ın en üst güvenlik, savunma ve istihbarat makamıdır ve yine aldığı kararlar ancak Yüce Rehber’in onayıyla yürürlüğe girer. Devrimi ve sonuçlarını koruyan bir diğer askeri oluşum olan Devrim Muhafızları Ordusu ise muhalif sesler için en caydırıcı ve bastırıcı güçtür. Gerçek bir ordudur. Kara, deniz ve hava kuvvetleri dışında kendi istihbarat servisleri de vardır. Gerektiğinde kendi halkına karşı da kaba güç kullanmaktan asla çekinmez. Ordu, daha büyük meselelerde devreye girerken polis bünyesine bağlı İrşat (doğru yola yönlendirme) arabası ise daha küçük ve günlük ancak katı bir ahlak polisi gibi yapılanmış bir güvenlik birimidir. Sokaklarda ve parklarda gördüğü sevgililer ve başörtüsü İslam yasalarına göre uygun olmayan kızları tutuklamakta veya uyarmakla görevlidir. Muhalifler bu ve benzeri birimleri George Orwell'ın eseri "1984" adlı kitabındaki düşünce polisine benzetmektedir.
Son olarak, tüm bu kurumları eksiksiz bir şekilde tamamlayan Devrim Mahkemeleri ise diğer mahkemelerle paralel çalışır. İslam Devrimi ile birlikte kurulan bu mahkemelerin ilk dönemlerinde duruşmalar gizli tutulmuş ve eski rejime yakın şahsiyetlerin derhal idamına karar vermiştir. Anayasaya göre sadece ulusal güvenlikle ve İslam Cumhuriyetiyle ilgilense de aslında Rejimin siyasetini ve güvenliğini ilgilendiren her konu ile meşgul olmaktadır. Devrim mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez.
Görüldüğü üzere Humeyni’nin, insaniyeti onaylansa da onaylanmasa da stratejik bir deha olduğu reddedilemez. Çıkabilecek her türlü sesi nereden, kimden veya nasıl olduğuna bakılmaksızın daha çıkmadan susturacak her türlü önlemi almış, her türlü kurumu kurmuş veya ele geçirmiştir. Şah’ın her alandaki çöküşünü hızlandıran önemli bir hususun insan hakları olduğu düşünülürse bu durum misliyle devam ettirilmiştir. Dolayısıyla bu, İran halkının yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olmalarını doğruluyor.
peki ya bahsettiğim Karşı Devrim Olasılıkları ve 21. Yy Siyasal İslam Sorunsalı?
İran’ın her geçen gün kötüleşen ekonomisi, insan hakları karnesi ve bunların getirdiği halk hoşnutsuzluğu; bana İran İslam Devrimi’nin sonunun gelip gelmediğini sorgulatıyor elbette. Bu sonu ya karşı devrim ya da hükümetin istifası getirebilir. Böylesine hırslı ve kararlı bir hükümetin istifasını bekleyemeyeceğimize göre, en baştaki sorunsalım olan karşı devrim olasılıkları üzerine konuşacağım. Bu olasılıkları konuşmama yardımcı olacak kitap, daron acemoğlu'nun müthiş kitabı Ulusların Düşüşü adlı kitaptır.
Kitabın yazarları, Massachusetts Institute of Technology’de ve Harvard Üniversitesi’nde ekonomi alanında öğretim üyeliği yapan Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un kitapta açıkladığı üzere, iki tür ekonomik kurum vardır; kapsayıcı ve sömürücü ekonomik kurumlar. Kapsayıcı ekonomik kurumlar, toplumun sadece iktidara yakın kısmının değil büyük kesiminin mülkiyet haklarını güvence altına alan, gelir dağılımı ve vergi oranları adaletli dağıtılan kurumlardır. Sömürücü ekonomik kurumlarda ise hakları güvence altına alınan iktidara yakın bir grup toplumun kalan kısmını sömürerek görevde kalmaktadır ve iktidar bu bir avuç insanın tekelindedir.
İran’ın sadece bu yazıda incelediğim kısa tarihçesiyle bile sömürücü ekonomik kurum tanımına uyduğunu görüyoruz. Acemoğlu ve Robinson, sömürücü ekonomik kurumların uzun süre dayanamadığını analiz etmişlerdir. Bu analize bakarsak sömürücü ekonominin hakim olduğu İran’ın mevcut düzeni uzun sürmeyecektir ve buna önemli örnek olarak bir diğer sömürücü ekonomik düzene sahip SSCB’nin dağılışını sunar. 1970’li yıllarda ekonomistlerin SSCB ve ekonomisi üzerindeki bütün olumlu öngörülerine rağmen 1991’de dağılmıştır.
Ancak Humeyni’nin kurduğu ve ele geçirdiği makamların neredeyse olası tüm dağılma ihtimallerini engelleyecek statüde olması noktasında SSCB örneğinden ayrılır. Zira Devrim Muhafızları Ordusu’nun kaba kuvvetle halkı bastırmasının yanında, İran’da 12 milyon gizli yarı-milis gruplar olduğu söylenmektedir. Bu gruplar, olası karşı devrim hareketlerine önceden sızarak bu hareketlerin engellenmesini sağlamaktadır.
Dolayısıyla tüm bu kurumlar sayesinde İran’da karşı devrim gerçekleşemeyeceği veya yakın bir tarihte vuku bulmayacağı sonucuna ulaşıyoruz. Yakın tarihte olmayacağı konusu da aslında klasik bir devrim dinamiğine dayanır. “Bir jenerasyon 2 defa devrim yapamaz.”. Bunu biraz daha araştırdığımda İran için fazlaca geçerli olduğunu söyleyebilirim çünkü İran’ın Z kuşağı tüm sosyal medya kısıtlamaları, niteliksiz eğitim ve uluslararası yalnızlık politikası sebebiyle dünyadan izole olmuşlar, dolayısıyla bu durum onları bilinçlenme ve aydınlanma yetisinden mahrum bırakmıştır. Şah yönetimine ve devrim sürecine ilk elden şahitlik eden kuşak ise pek farklı değildir. Zira bu kuşak, Şah’ın yıllarca uyguladığı baskının ardından devrimi ve Cumhuriyeti bir kurtarıcı olarak görmüş; yine kültür devrimi aracılığıyla da insanlar Şah döneminde diktatörlük ve kaosun hüküm sürdüğüne inandırılmıştır.
Biraz daha Orta Doğu dinamiklerine bakacak olursak da yüzyıllardır Orta Doğu insanının ortak bilincine kazınmış olan “devletin kutsallığı” inancı, devrimden kaçınmalarının bir diğer sebebi. İnanca göre devrimler, doğası gereği bir süre kaos ortamı yaratır ve devlete zarar verir. Yani diyebiliriz ki bu insanlar İran’lı düşünür Muhammed Gazali’nin şu sözünü esas edinmişlerdir; “Yüzyıllık baskı, bir günlük kaostan daha iyidir.”
İşte en çok OrtaDoğu ülkelerine hakim olan, halkları bu çıkmaza sürükleyen baskıcı, gözetleyici ve korku politikasının siyasetteki en büyük örneklerinden biridir Siyasal İslam. Peki bilimin, aklın ve ifade özgürlüğünün esas alınması gereken bu modern yeni dünyada, İran’ın önemli bir örnek teşkil ettiği o soruyu soruyorum kendi kendime: Siyasal İslam 21. yy a Uygun Bir ideoloji Mi?
Edit: imla ve anlatım bozukluğu
Edit 2: ayrıca bir sosyologa da selam ederim. yazida emeği çoktur, candır can.