varlığımızı borçlu olduğumuz insan dişisi. başımız her sıkıştığında, canımız yandığında, korktuğumuzda hiç düşünmeden boğazımızdan çıkan nida. anne üzerine ansiklopedi yazılır da, uzatmıyim şimdi.
90 kilodan 85 kiloya düşünce "hiii yavrummm, nasıl da süzülmüşsün!" diyebilen ve ardından göz yaşı dökebilen yegane varlık. oysa her halukarda öküz gibiyim.
bırak kalsın masada ekmek
testide su
ayna puslu, pencere camı kirli
bırak kalsın saçların dağınık,
gözlerin uykulu.
saksıdaki çiçek susuz, kedi
yalını bekler bir köşede
bırak kalsın meyve ağaçta,
kırlangıç havada
dama düşen ince yaz yağmuru...
yoruldun artık, bütün gün
didinip durdun
toprak bile, gök bile, deniz bile
bir yerde yorulur
bırak kalsın süpürge duvarda,
sabun kovada
anne, gel yanıma otur.
süper güçleri olan canlı. doğumdan sonra sahip olunan ve yalnızca çocuğunu korumaya endeksli çalışmaya başlayan zihni ile hemen her şeyi hissedebilme yeteneğine sahiptir. öyle ki her şeyden habersizken, 25 bin kilometre uzakta evladının büyük bir belaya karıştığını hissedip bütün dışişleri bakanlığını harekete geçirebilir, ya da yine kilometrelerce uzakta bozuk bir kombi nedeniyle soğuktan titreyen çocuğuna telefon edip “üşüdüğünü hissediyorum ve bizim ev çok sıcak, sen orada soğukta yatarken ben sıcakta duramam, evdeki bütün pencereleri açtım, şu an senden daha çok üşümem ve seni korumam lazım” diyebilen über insan.
bazılarının annelerini gördükçe ne kadar şanslı olduğumu anlamamı sağlayan. kimisi gerçekten çok kötü çocuk yetiştiriyor bence. çocukların eline sürekli tableti tutuşturmakla anne olunmuyor. böyle ilgisiz insanlar sırf çocuk doğurmak için doğuruyor bence.
bir de erkek annesi versiyonları var ki aman aman. annemin eskiden çalıştığı yerden bir kadın bana taktı. bir senedir oğluyla tanıştırmak istiyor. ben de görüşmüyorum tabisi. annem de kızım istemez, ben karışmam öyle şeye dediği halde tam anlamış gibi oluyor. birkaç ay susuyor. sonra yine başlıyor. en son okuyom ben yaa tepkisi verdim. anladığım kadarıyla kadın oğlunu istediği tarzda biriyle evlendirmek istiyor. hedef ben miyim tayfun tepkisini de verdim içimden. tamam iyi de bir aile anladığım kadarıyla ama buna karışması ne kadar normal bilemiyorum. kadınla üç kere falan denk geldik sadece. kadın rahat yani böyle şeyleri takacak bir tipe de benzemiyor. çocuğu olduğu halde yemek yapamıyormuş hiç. hep hazır. aşırı süslü bir tip. çizgi film karakteri gibi :d bugün annemle denk gelmiş. rüyasında oğluyla beni görmüş. bir tane de çocuk varmış bebek arabasında. aynı oğlunun küçüklüğüne benziyormuş. bak seen :d o kadar etkisinde kalmış ki rüyanın heyecandan ve şaşkınlıktan tüyleri diken diken olmuş. başlamış yine tanıştıralım demeye. ya sabır. annem de tutamamış kendini gülmeye başlamış öyle heyecanlı heyecanlı anlatınca. ayıp oldu diyor ama olduysa oldu yani. saf bir kadına benziyordu zaten. o rüyayı gerçekten görmüştür o. bence iyi niyetli bir insan ama ben bu yaşta evlenmek istemiyorum. her şeyi geçtim belki çocukla birbirimize uyuz olacağız. karakterini bildiğin insanı onunla değerlendirirsin. karakter çok önemli. e önceden tanışmışlığım olmadığı için sadece tipini gördüğüm zaman haliyle onu değerlendireceğim. o da beni aynı şekilde. böyle iş mi olur. zaten görüşmek gibi bir düşüncem yok. anne bula bula bunu mu buldun dermiş bir de :d ay çok gülerim :d zaten benim arkadaşlarımın kafasına uysaydım daha kışın tanışırdım. onlar da bir garip. bir annem anlıyor beni bu konuda.
bence ideal anne her ne kadar iyi niyetli olsa, çocuğunun iyiliğini de istese birileriyle tanıştırma gibi şeylerde bulunmamalı. erkek çocuğu olanlar bunu çok yapıyor. herkes çocuğunun iyi biriyle evlenmesini ister ama belki sonra anlaşamayacaklar, boşanacaklar. hem kime göre iyi? sonra anne senin yüzünden oldu olacak. hem bu örnekte de ben belki kötü bir insanım. belki tek amacım o çocuk çok zengin diye onunla tanışmak. ne biliyor da bana takmış onu çözemedim. milletin canı sıkılıyor. uğraşacak işleri yok. iş arıyorlar kendilerine. oh bee. buraya çemkirdim de rahatladım. bizim kızlara anlatsam ayy tanışsana yapacaklardı elli kere. tabii onların başında yok böyle oğluyla zorla tanıştırmak isteyen. konuşuyorlar rahat rahat.
Şimdi aklıma geldi. bunlar benim böbreklere göz dikti kesin :d
Size annenin insan hayatındaki önemini anlatan bir hikaye.
Vernon Benjamin Mountcastel 1918 de doğmuş ve hayatını nörobilim dalının gelişimine adayarak 2015 de 96 yaşında ölmüş, alanında tanınmış bir Amerikalı bilim insanıdır. Birçok bilimsel ödüllerinin arasında ABD'nin en prestijli bilimsel ödülü olan NAS Award in the Neurosciences ödülünü 1998 de kazanmıştır. Üniversitede bir öğrencisi kendisine "amerikada 3000 in üzerinde nörobilim profesörü var neden onlardan biri değil de siz aldınız ödülü" diye sorduğunda. "Araştırmalarımı öncü buldukları için bana verdiler" diyor. Öğrenci "sizin araştırmalarınız neden öncü" diye soruyor. Vernon gülerek cevap veriyor "annem yüzünden". sonra başlıyor anlatmaya "okuldan eve döndüğümüzde arkadaşlarımın anneleri öğretmenin anlattıklarını öğrendin mi diye sorarken, benim annem vernon bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu derdi". Ben soru sormanın önemli olduğunu ve sürekli sormam gerektiğini annemden öğrendim diyor.
5 yaşındaydım, hiç unutmuyorum. ablam okula gider, babam işe gider, annem de o sıralar ben küçük olduğumdan çalışmadığı için evde. benimle konuşmamaya başladı bir gün. ne söylesem cevap vermiyor. inanılmaz net hatırlıyorum ama, böyle kare kare. bağırıyorum, çağırıyorum yok. dokunuyorum, yine cevap yok. yokmuşum gibi davranıyor. en sonunda acıktım, başladım ağlamaya nasıl karnım doyacak diye. tarhana çorbası yapmış, çok severim ben, bilir o. bana dedi ki, "bak, i'm hungry dersen, aç olduğunu anlarım." hiç anlamadım ne demek istedi. iki gün böyle geçti, annem hiç cevap vermiyor bana. ama karnımı doyurabilmeyi başarıyorum. insanoğlunun doğasında var, açlık bitti ya başka ihtiyaçlar başladı. oyun oynama isteği, abur cubur vs.
böyle başladı ingilizce maceram ve, sayesinde ikinci ana dilim oldu. kendisi, franzsızca, almanca, ingilizce ve yadsınmayacak kadar da yunanca bilirdi. turizmciydi zaten. 2 teyzem var benim. büyük olanı, almanyadan telefunkenden emekli. televizyon tamircisi. annem de izmir amerikan kolejini bitirdikten sonra, üniversite için onun yanına gitmiş. ne zaman gitsek teyzeme, kocalarının dedikodularını yapıyorlar. ingilizce konuşuyorlardı ben küçükken, baktılar ki çakıyorum artık durumu, almancaya döndüler. frekans bitmiyor ki anam kadınlarda. deşifre edemiyosun çocuk teknolojisiyle. diğer teyzem, esnaftı. eskiden gardiyanlık falan yapmış. sert kadındır ama çok severim. annemin bir ameliyatı sırasında, onda kaldık ablamla beraber. bize annemin aslında ingilizce öğretmeni olduğunu, sivasa atandığını ama o dönemler olaylar karışık olduğu için, annemin hiç bu mesleği yapmadığını söyledi. şok olmuştuk. anneme bunu sorduk, teyzemle 2 sene konuşmadı. ben anlatmadım, sana ne oluyor diye. ukde kalmış içinde.
hiç anlaşamadık annemle. küçükken çok dayağını yedim, hepsi haklı ama. önnöm bönö vördö duyarı kasmaya gerek yok yani. bebek falan değilseniz, vurur anne. sıtkını sıyırıyoruz o kadının bir süre sonra. normal. laftan durdan anlamıyoruz. yediğimiz dayağın en büyük sebebi, yaptığımız hatanın ona veya bir başkasına değil, kendimize zarar vermesi açısından. evham yani. burası göreceli tabi, benim düşüncem.
orta okul 2. sınıftan beri çalışıyorum ben. okuldan sonra, yaz tatilleri, hiç ara vermedim. annem ve babam da ters vardiya çalışıyorlardı, biri mutlaka evde olsun akşam diye. çok vakit geçiremedim. zaten hastalıkları benim küçüklüğümden beri baş göstermeye başlamıştı. guatr ameliyatı oldu. sonra ben orta okuldayken kalp krizi geçirdi, damarları tıkanmış, bypass oldu. yaşamaz dediler. masada kalır dediler, babamdan imza aldılar. o kadın ameliyattan çıktı, yoğun bakım tuvaletinde sigara içerken yakaladı doktoru. yemin etti, "bir daha asla bakmayacağım sana. ben böyle şey görmedim" dedi. çok gençti annem. 44 yaşındaydı bunu yaşarken. yediremiyordu, kendisine bile despot insan, hastalığı mı kabul eder?
sonra bir kriz daha, iki bacağındaki damarlar da yüzde yüz tıkanmış. sunni damar vs, bir daha bypass. bu ameliyatların ardından, irili ufaklı tam 5 kalp krizi daha. malülen emekliliğe başvurdu. zaten günü doluydu. heyete girdi. bir kadın düşünün, ortadan ikiye bölünmüş, vücudu dikişlerle birleşik. böyle heyete soktuk onu. uğaştırdılar epey. zaten krizlerin biri de bu esnada oldu. heyet, iyileşirsin bir şey olmaz demiş, anneme kriz gelmiş. pişman olup hemen imzalamışlar raporu.
nitekim, 8 sene daha yaşadı annem ve vefatından 15 gün öncesine kadar hep çalıştı. alkol sigara yok dediler ona, hiç bırakmadı. haftada 3 şişe 70lik rakısı, 10 marmara goldu vardı. sağlam kadındı. günde 2 paket best sigarası içerdi. sarhoş olmazdı. az yemek yerdi. ve istediği gibi öldü. o gün hiç bir şey yemedi, hastaneye götürmek istedik, o istemedi. tüm gün istifrağ etti. akşam 21:30 sıralarında, aramızdaki son konuşma gerçekleşti : "nasıl oldun annem?" ... "hiç iyi değilim oğlum"
10 dk sonra nefessiz kalışının sesini duydum, babam koştu gitti odalarına. ambulansı aradı ablam. annem babamın ellerini tutmuş, yatakta zorla doğrulmuştu. son bir hamleyle babamın dudaklarına yaklaştı. son nefesini babama doğru üfledi. ve öylece uzandı kaldı yatağa. ambulans doktorlarının ve yeryüzündeki hiç kimsenin yapacak bir şeyi yoktu artık.
o tarihten itibaren, annemsiz günler bizi zaten manevi olarak bir de üstüne madden de çok yordu. babam başlarda çok kötüydü. akşam işten gelince onu evde bulamaz, mezarlığa koşardım hemen. yaklaşık 2 sene her gün mezarlıktan aldım geldim onu. 2 senenin sonunda, yaz tatillerinde uzaklaştım şehirden. günde 18 saat manyak gibi koşturduğum işlerde çalıştım. kafam açılmasın, düşünmeyeyim diye.
geçti mi? yok geçmedi. geçmez inanın. alışmıyor insan ama sanırım, öğreniyor. dünyanın en sevdiğim klişe lafını yazacağım şimdi size : "hayattayken sevidklerinizin kıymetini bilin. onlara onu sevdiğinizi söyleyin". ben anneme hiç söylemedim..
Toplum tarafından her kadına mecburiymiş gibi biçilmiş rol. Sırf etraf baskısı yüzünden çocuk yapan insanlar var. Bizim toplum bunu ne zaman aşacak bilmiyorum.
küçük yaştan bile olsa anne olacak potansiyeliyle bakmaları beni rahatsız ediyor ciddi ciddi. hayır deme lüksleri yokmuş da anne olmak mecburiyetindelermiş gibi.
anneler gününde özellik küçük kız çocuklarının da anneler gününün kutlanıyor olması bu yüzden. neden şimdiden empoze ediliyor ki. ilk başlarda ailenin kutsallığına, annenin, babanın kutsallığına çok inanırdım. ancak zamanla gördüklerim, yaşadıklarım karşısında kutsallık kavramı yıkıldı. ne anne ne baba ne aile kutsal değil. yok öyle bir şey. bizler tarafından değer atfedilmiş bir algı sadece.
aile içinde eşitsiz dağılmış roller varken annenin rolü babanın rolünden daha fazla iken aradaki dengesizlik varken nesi kutsal olabilir ki? geçtim bunu her anne kutsal mıdır? ya da her anneyi kutsal olarak görmek zorunluluk mudur? anneliğin aldığı sorumlukları yerine getirme ve getirmeme durumuna bakılarak bu yargılarda bulunuyor, bulunuyoruz. yapıp yapmadığına bakarak bu etiketi yapıştırmak saçma geliyor. anne olunca insan olmaktan çıkıyor sanki. ayrı bir auraymış gibi davranıyor. her şeyi yapacak güçte, her şeye gücü yetecek bir kuvvette görünmeye başlıyor neden? bu yük, ağır sorumluluk neden yükleniyor anneye ve anneliğe? yapamayabildiği gibi yapmama isteği de var.
bunlar dışında anneyi ve anneliği çok sorguluyorum. sosyal ve toplumsal olarak ailenin içindeki durumu da göz önünde bulundurarak. heteroseksist bir düzenin içinde olduğu müddetçe anne ve annelik yalpalamaya devam edecek. ha bu arada eşcinsel annelerin de olduğunu unutmayalım. bana gelecek olursak şimdiye kadar annemin varlığından haberdar değildim. kutsal olarak gördüğüm bir şeye karşı bir sınır vardı ve ağzımdan katiyen anne çıkmazdı. çok uzak ve ulaşılmaz gelirdi. çok sık kavga ediyor olsak bile ona asla sevgi gösterisi yapamaz, güzel cümleler kuramazdın. çünkü o bir kutsal! ne saçma te allam.
bundan üç yıl önce ben istanbul'da çalışırken gelen telefonla her şey tamamen değişti. ankara'ya geldim. ilk süreç biraz zordu. ilk kez karşılaştığımız bir hastalık ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. sürekli kafamda nasıl olur böyle şey. o güçlü kuvvetli kutsal bir şey başına nasıl gelebilir mümkün değil diye diye en sonunda kafamdaki bütün çizgileri yıktım. baştan düşündüm sorguladım ve böyle olmadığına kanaat getirince anladım. tekrar istanbul'a döndüm. 1 yıl çalıştıktan sonra işyeri kapanınca döndüm tekrar ankara'ya. bu sefer daha ciddiydi. ve bir daha yanından ayrılamadım. o gün bugündür ne kadar kafamdaki kavramlar yer değiştirmiş olsa da halen anne diyemem. halen sevgiye dair küçük gösterileri göstermekten utanırım. çekinirim. zaman zaman annem sana sarılmak istiyorum dese de sarılmanın o güçlü yanını veremiyorum. ancak 3 yıldır annemin varlığından haberdarım. anne olarak değil de bir arkadaş, bir yoldaş olarak gördüğümden her şey biraz daha ışık almaya başladı. anlaşmaya, daha sıkı olmaya başlandı. lafı çok uzattım. velhasıl anneler kutsal değil, annelik de kutsal değildir.
"Anne" kavramı, bireyin içinde bulunduğu aileye ve kendi yaşantısı içindeki pek çok değişkene bağlı olarak şekillenen ve her bireyde farklı bir görüntüsü bulunan bir kavramdır. Her anne farklıdır çünkü her insan farklıdır. Dolayısıyla annelik, döllenmiş bir yumurtayı yaklaşık 40 hafta rahminde taşıdıktan sonra dünyaya getirme eylemi olarak biyolojik bir hadiseden fazlası değildir. Fazlası, kadının dünyaya getirdiği yavruya ne sunduğu ile ilgilidir.
İşte burada yaşananlardır aslında anneyi çok sevilen ya da nefret edilene dönüştüren. Bu iki duygu arasındaki sonsuz sayıdaki duygu ve davranış çeşitliliği de insan çeşitliliğinin bir sonucundan başka bir şey değildir.
Kendi isteğinizle dünyaya getirdiğiniz bir canlıya elinizden gelen en nitelikli yaşam koşullarını sağlamak zorundasınız. Bu taktir edilmesi, kutsanması ya da övgüyle karşılanması gereken bir lütuf değildir. Elbette ki her doğuran ölünceye kadar dünyaya getirdiğine bakmak zorundadır, bakmayacaksa da dünyaya getirmemelidir. Düşünme yetisine sahip bir tür olmak bunu gerektirir. Burada bakmaktan kasıt, daha önce de söylediğim gibi elinden gelenin en iyisini vermektir.
Sonuç olarak annelik biyolojik bir hadise, anne de bu hadiseyi gerçekleştiren bireydir. Bu onu diğer canlılardan, cinsiyet ve türlerden üstün, özel ya da kutsal yapmaz. Ancak yavrusu için verdiği emek ve sevgi onu güzelleştirir, yüceltir insan olarak.
Elbette ki her kadın anne olmak zorunda değildir. Hatta artık üremekten vazgeçmeliyiz bence. Neyse konuyu dağıtmayayım. Sonuç olarak "Anne" vardır, "anne" vardır.
dişi bireylerde doğuştan bir annelik içgüdüsü olduğuna dair bir yanılsama var. kesinlikle yok. doğurunca anne olmuyorsun. teknik olarak oluyorsun ama anne kavramına yüklenen değerleri taşımıyorsun. annelik öğrenilen bir şey. bu nedenle devletin her anne adayına zorunlu eğitim vermesi gerektiği kanaatindeyim. evet biraz faşik bir düşünce olabilir. ama eğitim şart.
bu türün kutsal olanlarının hamilelikleri de genelde piremsesler gibi geçer.
sırtıma yastık getirin, kış ortası canım papaz erik çekti bulun, susadım su isterim...
niye, çünkü çok kutsal bir görev icra etmeye başlayacak yaklaşık 9 ay sonra.
emzirecek, uyutacak, bez değiştirecek, giydirecek, gaz çıkaracak (pardon bunu kutsal insan yapmaz, babanın işi o. babanın da tek işi gaz çıkarmaktır zaten. neyse konuyu dağıtmayalım), oynatacak, eğitecek... bir insan evladına bakacak. kolay mı? hiç kolay değil! dünyanın en zor işi hatta bana sorarsan. layıkıyla bir insan evladı yetiştirmek çok çok çok zor.
o yüzden anne olmak kolay değil. annelik yapmak kolay değil.
ama gel gör ki yeryüzündeki tek anne sen değilsin. kimse ağaç kovuğundan çıkmadı. "kutsalım ulen ben, anayım ben ana!" diye ortalıklarda dolanmana gerek yok, komik oluyor.