oldukça ilginç bir karaktere sahipmiş kendisi. çok iyi bir istihbaratçı olmasının yanında bayağı yetenekli bir şairmiş. izvestiya'da hayatını anlattıkları makalede bir şiirini alıntılamışlar, kullandığı ifadelerin güzelliği ve harmonisi beni benden aldı.
şiir çevirisini hiç beceremem kusuruma bakmayın, olduğu gibi çevirisi böyle:
hepimiz faniyiz, hiç hazzetmesek de
bana korkunç gelmiyor bu hakikat
vakit gelince ben de öleceğim herkes gibi
bütün izlerimi silecek kutsal yıllar
şurada ayın altında hepimiz ölümlüyüz:
hayat bir anlık (ve bir noktalı virgül)
hayat bir anlık; hiçlik ise ebedi.
dünya küresi evrende döner durur,
insanoğlu yaşar ve yokolur.
ama karanlığın içinde doğanlar
yok edilemez şafağa çıkan yolda,
yeryüzünde sonra gelen kuşaklar
hayatın önüne geçer bu yarışta
bunu vefatından sonra çalışma masasındaki kağıtların arasında bulmuşlar. neredeyse klasik olmuş artık rusya'da, ne kadar andropov'dan bahseden makale varsa mutlaka bunu alıntılıyorlar. en etkileyici tarafı birkaç sene ömrü kaldığını bilmesine rağmen böyle iyimser bir tonla yazmış olması. valery legasov'un şiirleri intiharın eşiğinde olduğunu bas bas bağırır mesela, alabildiğine depresiftir. oysa andropov ölümcül hastalıkla mücadele ederken enseyi karartmayıp geleceğe umutla bakan bir ruh hali yansıtmış. çok beğenilen ve sıklıkla alıntılanan diğer biri de martialis epigramlarına benziyor:
yalanlar üfürdü habisin biri
gücün insanları bozduğu gibi
bunu tüm bilgeler tekrarladılar
yıllar boyu o zamandan beri
farkında değiller ki (heyhat!)
aslında insanlar gücü bozar
daha bir sürü şiirleri varmış, gençliğinde mahlasla bir kısmını yayınladığını okudum bir yerde ama henüz teyit edemedim. (onlar da bu kadar iyiyse dükkanı kapatıp gidiyorum ben arkadaş...) gençken denizcilik yaptığından küfürbaz şiirler de yazmış bir sürü ama onların bir tanesi hariç akıbeti bilinmiyor. bir tane karısına yazdığı romantik şiir var, bir de komikli bir tane var ama onlarla uğraşamayacağım, bunları çevirene kadar beynim yandı.
yuri vladimiroviç amca entelektüel olarak çok yönlü biriymiş, iyi piyano çalar ve dünya kadar kitap okurmuş. ortada dolaşan bir anekdota göre politbüro üyeleri masasında descartes ve hegel kitaplarını görünce bunları neden okuduğunu sormuşlar, el cevap: 'sizinle muhabbetini yapabilmek için!'
hastanede yarı ölü haldeyken bile deli gibi kitap okuduğunu anlatıyorlar. çok iyi ingilizce ve macarca, orta seviyede almanca biliyormuş. sovyetlerin eğitim sisteminin yetiştirdiği aydın nesiller hakkında örnekleriyle yazdım: (bkz: türk insanındaki kültür ve sanat yoksunluğu/#193272) al işte bunu da oradaki örneklere ekleyelim.
leonid brejnev'in ölümünden sonra komünist parti genel sekreteri seçilip devletin başına geçtiğinde kremlin başhekimi ağır kronik hastalıkları nedeniyle 5-7 yıl kadar ömrünün kaldığını söylemiş, andropov da en kötümser rakam olan 5 yıla göre bütün planlarını yapmış. ama doktorun tahmini fazla iyimser kalmış maalesef, ancak 1 yıl 3 ay kadar yaşayabilmiş. böbrekleri tamamen iflas edince diyalize bağlı olarak son aylarını hastanede geçirmiş. orada sersefil halde yatarken bile her gün bütün raporları, devlet işleriyle ilgili ne varsa hastaneye getirtip telefonla devleti yönetmeye devam etmiş, son günlerine kadar. ülke dışına giden devlet yetkililerini de bizzat hastane odasına çağırıp rapor alıyormuş. ligaçov, gorbaçov ve rıjkov, andropov'u son ziyaretlerini son derece iç karartıcı bir şekilde tasvir etmişler. en acıklı, en dokunaklı olanını da kalemi çok kuvvetli olan rıjkov kitabında yazmış. (onun çevirisini ekleyeceğim bir ara.)
andropov amca abd-sscb ilişkileri konusunda sovyetlerin tarihinde o zamana kadar misli görülmemiş bir güzelliğe imza atmış bu arada, bunu okuyunca çok şaşırdım. belki daha önce çocukluğumda bir yerlerde okudum gibi sanki ama aklımda kalmamış hiç hatırlamıyorum. efendim olay şöyle, 1982 yılında samantha smith adında 10 yaşında amerikalı bir ilkokul öğrencisi andropov'un yeni sovyet lideri olarak göreve başladığını haberlerden görüyor, kalkıp ona bir mektup yazıyor. tebrik ederek başlıyor, 'ülkelerimiz arasında husumet ve savaş konusunda görüşünüz nedir, savaşa karşı mısınız? bizim ülkemize neden saldırmak istediğinizi anlamak istiyorum. tanrı bize bu dünyayı paylaşalım diye verdi, savaş edip ele geçirelim diye değil. lütfen siz de tanrının istediğini yapın, kardeş kardeş yaşayalım' diyor. sürpriz olan durum buna andropov'un cevap vermesi.
amcam buna uzunca bir cevap yazıyor, samantha'yı dürüstlüğü ve cesaretinden dolayı mark twain'in tom sawyer kitabındaki becky karakterine benzeterek iltifat ediyor (o yaşlarda tom sawyer, huckleberry finn'in maceralarını okurdum, çok güzel hikayelerdi la, becky de ne kafa bir kızdı..bir de ceberrut teyzesi vardı bunların. neyse nostaljilere dalıp dağıtmayalım konuyu) özet olarak 'bizim savaşa niyetimiz yok, hele de nükleer savaş evlerden ırak. savaşın ne kadar korkunç olduğunu biliyoruz, 1941'de naziler bizim ülkemize saldırdı, yaktılar yıktılar binlerce kişiyi katlettiler. bu savaşta sizin ülkenizle müttefik idik, nazileri birlikte tepeledik dünyayı onlardan kurtardık. bizim neden sizin ülkenize saldırmak istediğini sormuşsun, kesinlikle öyle bir niyetimiz yok. bizler sizinle de savaş değil, ticaret ve işbirliği yapmak istiyoruz. sovyet halkı da barış içinde yaşamak, üretim yapmak, uzaya gitmek, kitap yazmak gibi barışçıl işler yapmak istiyor.
ailen izin verirse seni sovyetler birliği'ne davet ediyorum, bizim insanlarımız barışçıl ve misafirperverdir, gel kendin gör, buradaki yaşıtlarınla tanış' şeklinde bir cevap yazıyor. öyle asistana yazdırılmış kuru kuru şablon bir şey değil, özenip yazıldığı çok bariz. tom sawyer romanı karakteri referansı zaten beni benden aldı, sürreal derecede ince düşünce örneği. daha önce yazdık, adamlarda kültür seviyesi stratosfere çıkmıştı. en odunu, en ayısı bile en azından iki dostoyevski okuyordu.
1983 yılında samantha ailesiyle birlikte kalkıp moskova'ya gidiyor, bu olay abd basınında büyük curcuna koparıyor, samantha bir gecede herkesin tanıdığı bir celebrity haline geliyor. ama maalesef andropov'u göremiyor, hastalığı iyice ilerlediğinden diyalize bağlı imiş o sırada ama telefonla birkaç kez konuşuyorlar. iyi ingilizce bilen kız çocuklarını seçip samantha'yla birlikte kırım sahilindeki izci kampına yolluyorlar, daha sonra ailesiyle moskova, leningrad (şimdi petersburg) büyük şehirleri gezdiriyorlar. 2 hafta misafir oluyor aile orada, en kallavi bir şekilde ağırlanıyorlar. maalesef samantha andropov'un ölümünden bir yıl kadar sonra, 1985 yılında 13 yaşındayken geçirdiği şaibeli bir uçak kazasında hayata gözlerini yumuyor. (lan insanın içini burkuyor be, hayat ne kadar acımasız!)
röportajlarda milletin anlattığına göre ahmet necdet sezer gibi yaşam tarzı varmış, kesinlikle pahalı hediyeleri kabul etmiyor 'bunlar bana değil makama geldi' diye geri yolluyormuş. selefi brejnev'in yaptığı gibi bacanağının kuzenine kadar yedi sülalesini arpalıklara ve önemli kadrolara doldurmak bir yana, kendi çocuklarını bile kayırmamış, okuyup normal iş güç sahibi olmuşlar. lüksten de hiç hazzetmezmiş, devletin başına geçtiğinde bütün aristokrat özentisi av partilerini, pahalı lüks ziyafetleri falan kaldırmış, ne kadar israf varsa hepsine son vermiş. yazdığı bir makalede bunu çok ağır şekilde eleştiriyor ve sosyalizme ihanet olduğundan dem vuruyordu. 'içinde yaşadığımız ülkeyi, toplumu tanımıyoruz, aklımızı başımıza devşirip halkı tanımakla işe başlamamız lazım' diye nokta atışı yapan bir makalesi vardı, ders niteliğinde.
rüşvet ve yolsuzluğa sıfır tolerans politikasıyla savaş açmış, yılların istihbaratçısı ve kgb reisi olarak keklik gibi avlamış hepsini tabii. rüşvet yiyen, zimmetine mal geçiren, çalan çırpan asalakları kapı dışarı etmeye girişip irili ufaklı yerel parti komitelerinin, bakanlıkların kadrolarının %20'sini değiştirmiş. iktidarda kaldığı bir yıl içinde epey bir yol katetse de hepsini temizlemeye ömrü vefa etmemiş, hırsız ve rüşvetçilerin bir çoğu gorbaçov devrinde yağmaya tam gaz devam etmiş.
bütün bunları anlattık, çok pozitif bir portre çizdik ama hayat siyah beyaz değil, bayağı feci tarafları da varmış yuri amcanın. 1956'da macaristan isyanı patlak verdiğinde orada sscb büyükelçisi olarak dehşeti görmüş paranoyanın dibine vurmuş ondan sonra. makam aracına ateş açmışlar, gece 2 saat elçiliğe yürümek zorunda kalmış. eşi orada yaşanan kaos ve şiddet olaylarından (ayaklarından ağaçlara asılıp infaz edilenler, silahlı çatışmalar) ağır psikolojik tramva geçirip ilaca bağımlı anksiyete hastası olmuş, bu da iyice tuz biber ekmiş. orada isyanları bastırmak için görevlendirilmiş (sovyetler müdahale edince kan dökülmüştü bayağı). partinin gücünün nasıl kolayca kayıp gittiğini bizzat yerinde gördükten sonra kgb başkanı olduğunda muhalif yazarlar, şairler başta olmak üzere siyasi karmaşa çıkarabilecek, rejime tehdit oluşturan aydınları zorla akıl hastanesine kapatmak, sibirya'ya sürgüne yollamak gibi despotik uygulamalar yapmış. bu konudaki eleştirilere 'hepsini değil, ortalığı karıştırmaya meyilli, sesi çok çıkan elebaşlarını ayıklıyorum' diye cevap vermiş. devletin başına geçince de sansürcülük yapmış epey. gerçi bir çok kaynakta analistler andropov devrindeki sansürün gorbaçov'un ilk yıllarına nazaran hafif kaldığını rapor ediyor. verimsizlikle mücadele konusunda da sağa sola, berber dükkânlarından sinemalara varana kadar ikide bir polis baskınlarıyla işten kaytaran eleman avı gibi absürd şeylere de imza atmış ama bunun bir işe yaramadığını görünce son vermiş.
böyle totaliter icraatlara rağmen halkın refahını artırmak için çözüm aramış, ülke ekonomisini petrol ve doğalgaz bağımlılığından kurtarıp teknoloji üretmeyi planlamış. tüketim malları ve gıda üretimini parti ve merkez kontrolünden çıkarıp ihtiyaca göre kooperatiflerin kendi üretimlerini kendileri planlaması gibi reformlarla dükkanların önünde uzun kuyruklar, karneyle gıda alışverişi gibi rezillikleri bitirmek için adımlar atmış, nitekim gorbaçov'a atfedilen (ve epic fail'in tillahı olarak yüzüne gözüne bulaştırdığı) perestroyka reformları aslında andropov'un fikridir. kendisi ekonomist olmadığından uzman ekonomistlerden, sovyet bilimler akademisi üyesi profesörlerden, rıjkov gibi ağır sanayide yıllarını geçirmiş profesyonellerden ekip kurmuş onları görevlendirmiş. rıjkov anılarında 'andropov ekonomi bilmezdi ama öğrenmeye çok meraklıydı, teori kitaplarını kaynak kitapları alıp okuyor öğreniyordu' diye anlatıyor.
çok enteresan adammış vesselam. o değil de adamların despotu bile hem entel hem namuslu monşer, dükkanı kapatıp gidelim biz.
ek editi: bir takım totaliter despotik icraatlarına rağmen millet seviyormuş bunu bayağı. kendisinin içkisi sigarası yokmuş ama votkasever rus halkına kıyak geçip piyasaya ucuz ve güzel votka çıkarmış. halk bu votkaya andropovka ismini takmış, andropov'un kıyağı diye. sonra gorbaçov örümcek kafalı muhafazakar ligaçov'un ağzına bakıp alkol yasağını dayatınca millet "ah andropov yoldaş neredesin, bizi bırakıp gittin zalimlerin eline düştük" diye arkasından ağlamışlar.
bir köşe yazarı "hem kırbaç vurur hem kurabiye verirdi" diye yadediyor kendisini. sanırım andropov yönetiminin en güzel tanımı bu.